Abdüllatif Ağabey, Mekki Efendinin yanında çalışma bahtiyarlığına erişen az sayıda nasipliden biri. Sağolsun köşesinde defalarca yazmasına rağmen bizi kırmıyor, oturup o mübarek ile yaşadıklarını anlatıyor:
60’lı yıllar, hem okuyor, hem vergi dairesinde çalışıyorum. Bütün gün algı-vergi meseleleri, öfkeli mükellefler, cerbezeli muhasebeciler, sigara dumanı, evrak, zarf, dosya, mühür, dekontlar, paraflar, imzalar... Kullanmasını pek de beceremediğim kollu Facıt, tuşlar, rakamlar, hata affetmeyen hesaplar... Para, para, para, kirli banknotlar... Tutuk ve mahçup bir Anadolu çocuğu olduğum için bocalıyorum. Zaten sağım kadın, solum kadın. Odada taife-i nisa hakimiyeti olduğu için onlar rahat rahat yayılıyor, birer “Gelincik” ya da “Bahar” telliyor, dantelden, fincandan konuşuyorlar. Kilo problemleri, oje, krem tavsiyeleri, kahve falları, indirimler, ucuzluklar filan... Yapayalnızım, nasıl sıkılıyorum anlatamam.
Yürü! Kadıköy’e!..
Bir gün Müdür Bey yanına çağırıyor, düğme ilikleyip kapıyı tıklatıyorum. İçerden kuru bir “Gir!” sesi geliyor. Giriyorum, sözü döndürüp dolaştırmadan “Kadıköy Müftülüğünde açık, bizde de eleman fazlası varmış. Bir adam istiyorlar” diyor, “seni düşündüm ne dersin?
Sanki “hayır” deme gibi bir şansım var, sağolsun kibarlık ediyor. Ne diyeyim, boynumu büküyor “nasıl emrederseniz” diye mırıldanıyorum. Valla adam doğrusunu yapıyor, diğerleri benden hızlı ve tecrübeli. Hem kör değil ya uyum gösteremediğimi pekala farkediyor.
O pazartesi yeni işime başlıyorum. Müftü Efendi, Ahmed Mekki Üçışık adında tatlı dilli güleryüzlü bir Vanlı. Adını duymuşluğum var ama yakından tanıyınca içim açılıyor, nasıl ferahlıyorum anlatamam. Vazifem katiplik, bana masamı daktilomu gösteriyor, çay söylüyor, simit getirtiyor. Derken Mekkî Efendinin talebeleri geliyorlar. Ali Sezer, İbrahim Boğalı ve Kemâleddin Bey... Arabça bir kitap açıyor ve derse başlıyorlar. Kendini dindar sanan ben bir şey bilmediğimi ve bir hiç olduğumu anlıyorum. Kendi kendime “Allah Allah, nereye geldim böyle” diyorum. Mekkî Efendi konuştukça kalbimin yıkandığını, arındığını hissediyorum. Bir ara bana dönüyor, “Nasıl? Burayı beğendin mi” diye soruyor. Memnuniyetimi ifade edecek kelime bulamıyorum, “ahireti bilmem ama dünya cenneti böyle bir yer olmalı” diyorum.
Hürmette kusur etme!
Mekki Efendiyi yakinen tanıyanlar beni kenara çekiyor ve “O, hem Seyyid Abdülhakîm Arvâsî gibi bir velinin oğlu, hem de anne tarafından Seyyid Fehîm hazretlerinin torunudur. Böylesi büyük iki insan evladını nasıl yetiştirirlerse Mekki Efendi’yi de öyle yetiştirdiler. Onun mütevazı tavrı seni şaşırtmasın, mübarek hem babasından, hem de amcasından (Seyyid Tâhâ Efendiden) çok şey aldı” diyorlar. Yani usulünce “ayağını denk al, karşında hem zahiri ilimlerde icâzetli, hem de büyüklerin teveccühüne mazhar olmuş bir veli var” demeye getiriyorlar. Lâkin Mekki Efendi sıradan insanlar gibi davranıyor. Nasıl diyeceksiniz. Mesela gün boyu sağda solda dolanıyor, iskemleler üzerine ilişiyor, müftülük makamına asla oturmuyor. Soracağımı hissedince “bu koltuğu Zekeriyya Efendi gibi bir âlim şereflendirdi” diyor, “gayri bizim oturmamız uygun olmaz.” Artık onun da en az Zekeriyya Efendi kadar büyük bir âlim olduğunu biliyorum ama o öyle mütevazı ki kendini ulemadan saymıyor.
Bazen soru sormaya gelenler oluyor, onu kıyıda köşede görünce “Hey amca, Müftü Efendi yok mu” diye soruyorlar. Mübarek onlara yer gösteriyor, çay söylüyor, “bir sorunuz varsa cevaplamaya çalışalım evladım” diyor.
Namâzı mutlaka cemaatle kılıyoruz, lâkin imamlıktan ısrarla kaçıyor, daima beni ileri sürüyor. Birkaç defa imamete geçmelerini rica ediyorum. Gözlerini iri iri açıp “Ne ben mi?” buyuruyor, “asla, gök kubbe başıma yıkılır sonra!..”
Mesai mi? O da ne?
Mesai bitiyor ama hizmet bitmiyor, beni peşine takıyor, cami cami dolanıyoruz. Bazı imam ve müezzinler haberli olmak ve hazırlanmak istiyorlar ama o kendisi için külfete girilmesinden hoşlanmıyor. Onu bilenler biliyor. Mesela Ali Sezer Hoca, Mekki Efendiyi gördü mü ne imâmete geçiyor, ne hutbeye çıkıyor. Bu işleri müezzinlere bırakıyor, kendi boynunu büküp kapı önüne çekiliyor. Elpençe divan duruyor, sadece sorulanlara cevap veriyor.
Bir sabah henüz besmele çekmiş işe başlamışız. İri yarı, kasketli bir bitirim bitiyor, Mekkî Efendiye, “Müftü baba” diyor, “çalışmak için taa Kars’tan gelmişim, kimse bize iş vermiyor, memleketime döneceğim, ama param yok.” Adam profesyonel, iki de bir camdan bakıyor, “aha araba da çalıştı, kaçırmasak bari “ (o günlerde Anadolu otobüsleri Kadıköy meydanından kalkıyor) deyip heyecan yapıyor. Doğrusunu isterseniz benim gözüm tutmuyor ama Mekki Efendi bir insanın yalan söyleyebileceğine ihtimal vermiyor ki!
Büyük bir saflıkla biletin fiyatını soruyor. Adam “kırk lira” diyor. Mekki Efendinin maaşı 350 lira, tutup elli lira çıkarıyor, önüne koyuyor.
Neyse, o gün de akşam oluyor, birlikte vapura biniyoruz. Ne görsek beğenirsiniz, aynı adam aynı masalı anlatarak yolcular arasında dolanmıyor mu? İki koltuk sonra önümüze düşecek, göz göze geleceğiz. Kimbilir Müftü Efendi bu sahtekâra nasıl kızacak derken kulağıma eğiliyor, “Kalk Abdüllatif dışarı çıkalım” diyor, “bizi görürse utanabilir! Allah kimseyi mahçup etmesin!”
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.