Türkiye Bilimsel ve Kültürel Araştırmalar Merkezi (TÜBİKAM), Anadolu'nun yaşayan kültür unsurlarını doğum, düğün ve ölüm ekseninde bir belgeselde topladı.
Maltepe Üniversitesi'nden iki ekip, Kültür Bakanlığı uzmanlarının da katkısıyla iki yıldır elli bin kilometre yol yaparak, 5 ülke, 72 il, 264 ilçe, 140 belde, 330 köyü dolaştı. İzzet Baysal Üniversitesi ve UNESCO'nun da desteklediği projenin finansmanını, Metal İşçileri Sendikası, Ford Otosan ve Kültür Bakanlığı karşıladı. Yakında gösterime girecek olan 16 bölümlük belgeselin çekimleri İran, Türkmenistan, Özbekistan, Azerbaycan, Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Yunanistan'da devam edecek. 4 Nisan'dan başlayarak 2008 yılı Moskova'da Türk kültür yılı etkinlikleri olarak kutlanacak. Belgeselden derlenen elli dakikalık film önce Moskova'da, eylül ayında da Frankfurt'ta gösterilecek. Japonya ve Kanada film festivallerine katılacak. Daha şimdiden 60 bin sayfayı bulan doğum, düğün, ölüm gelenekleri ile ilgili bütün yazılı dokümanlar bir araya getirilerek ciltler halinde yayınlanacak. Gündem, sınırötesi operasyondan türbana, çelere kadar kavgadan geçilmiyor. Bizi birbirimize düşüren ayrılıkların karşısında, birleştiren ortak değerlerimizi hatırlamanın zamanıdır diye düşündüm. Alemdar Yalçın, kentli aydınları, karanlık kabuklarından çıkıp Anadolu'ya bakmaya çağırıyor.
Anadolu'yu gezip belgesel çekmek nereden aklınıza geldi?
Küreselleşme ve hızlı kentleşme ile beraber özgün kültür unsurlarının tümü yok oluyor. Biz bu yok oluş karşısında kendi kültür değerlerimizi toplayalım ve yaşanılır hale getirelim dedik. UNESCO, maddi olmayan kültür varlıklarının yani sözlü geleneklerin korunması konusunda 150 ülkede bağlayıcı bir karar aldı. Bu da TÜBİKAM olarak bize destek oldu. Malzeme topladığımız zaman gördük ki, bazı kültürel unsurlar hem kaybolmak üzere hem de neden yapıldığı ve yaşandığı bilinmiyor.
Eski kültür unsurlarının zaman içinde yerini yeni unsurlara bırakması doğal bir süreç. Buna müdahale edilebilir mi?
Yok, müdahalecilik değil bu. Bu yıl içerisinde İngilizlerin yaptığı Beawolf diye mitolojik bir film var. Sanayileşme ile beraber İngiliz kültürü hızlı bir yok oluş sürecine girmiş. Bunun üzerine İngiliz hükümeti, büyük paralar vererek bu filmi çektirdi. 17. yüzyılda Karanlık Dağları'na gidip hiç kentleşme sürecine girmeyen İngilizlerin yaşayan kültürünü topladılar. Toplumsal bilinçte oluşan kültür unsurları, yapıcılığı ve yaratıcılığı da beraberinde getiriyor. Günümüzde toplumsal kurumlar bir logo ile bütünleşiyor. Bu logoların geliştirilmesinde bizim damgalarımız, halılarımız ve kilimlerimizdeki çok nitelikli motifleri kullanabiliriz. Ve bu motiflerin de dili var. Mesela yaşam ağacı dediğimiz, metafizik dünya ile yaşadığımız reel dünyayı birleştiren eşsiz bir simge var. İngiliz bilim adamlarının araştırmasına göre bu simge eski Mısır ve eski Yahudi kültürüne Kafkaslar'dan gelerek girdi. Bizim halılarımızda, kilimlerimizde bol miktarda var. İstedik ki; biz bütün bu motiflere dikkat çekelim, bunlar yeniden kullanılabilir hale gelsin.
Neden doğum, düğün ve ölüm temalarını seçtiniz?
İnsan yaşamının bu üç önemli dönemine ait kültür unsurları toplanırsa, hem maddi hem de sözlü kültürümüzü bir bütün olarak kavramak mümkün olur diye düşündük. Mesela bebeğin doğumu öncesi yapılan hazırlıklar, doğum sonrasında yapılan bütün törenlerle inanç kavramları yan yana geldiğinde, beşiğin hazırlanması, giysileri maddi kültür olarak derlenebilmekte, göbeğin kesilmesi, yıkanması, kundaklanması, diş çıkarması ve benzeri durumlar için yapılan törenler de unutulmaktan kurtarılmış oluyor. Bu, düğün ve ölüm törenleri için de geçerli. Hepsinde bir gizem, bir beklenti var. Ne kadar sanat becerimiz varsa özenerek o törenlere yüklüyoruz. Ve gördük ki doğum, düğün ve ölüm bir eşik olarak kabul edilmiş. Kültürümüzde eşiğe büyük saygı gösterilmiş. Müthiş bir evrensel döngü var ritüellerimizde. Bu yaştan sonra öğrendik ki; biz ölümü bir bitiş ve yok oluş olarak algılamıyormuşuz.
Allah Allah! Siz bunu yeni mi öğrendiniz?
Hayır, bunun kökenlerini yani yaşamdan yok oluşumuzu nasıl ustalıkla tolere ettiğimizi gördük. Mesela, 'iki kapılı bir handayız'diyoruz. Yolculuğumuz doğumla başlıyor, ölümle devam ediyor. Mesela bazı yörelerde hanımların öldükten sonra yıkanırken başına kına yakıyorlar.
Çünkü gelin gidiyor öteki dünyaya değil mi?
Evet. Erkekler için de benzeri şeyler var. Onu da Hakk'a yürüyen insan olarak gönderiyor. Mevlânâ'nın Düğün Gecesi dediği şekilde adeta bir düğüne giden damat gibi gönderiliyor o da. Halbuki Schopenhauer'ın Aşkın Metafiziği'ni alırsak aşk bile yok olma korkusunun, üreme içgüdüsünün doğal yansıması olarak değerlendiriliyor. Bizde metafizik bir varoluşu da beraberinde getiriyor. Bunun eşikler arası geçiş ve dönence olduğuna baktığınız zaman ölümü bir yok oluş olarak görmüyor Anadolu insanı. Evrende her şey dönüyor. Galaksiler, dünya, mevsimler... Bütün bu dönencelerle ilgili ritüellerimiz var, adeta varoluşumuzun kökü hissedilmiş. Dikkatimiz başka noktalara çekildiği için genç kuşaklar, özellikle okumuş kesim bunu bilmiyor.
Bu anlattıklarınızı film olarak görmek bir kentliyi ne kadar etkiler?
Bu film ile bunu gündeme getirmeyi ve günlük yaşama olabildiği kadar sokmayı düşünüyoruz. Bazı simgelerimizi çocuklarımızın okul kitaplarında, kalemlerinde, silgilerinde, kullandıkları her türlü malzemede desenler olarak yaşatalım istiyoruz. Mesela çarkıfelek dediğimiz bir şey var. Çarkıfelek Anadolu'da halka halinde hızla dönerek oynanan oyun. Çarkıfelek, var olan her şeyin döndüğünü anlatan enteresan bir figür. Şimdi yeni bir logo oluşturulurken, sanatçılarımız yurtdışında tasarlanmış kitaplara, web dosyalarındaki hazır logolara bakıyorlar. Bunları şirketlerin, kurumların logosu haline getiriyorlar. Halbuki bizde hayvanlar için kullanılan damgalar var. Bunlar o kadar zengin ki, o kadar da stilize ki. Her biri bin yıllık toplumsal zekâ ile üretilmiş şeyler. Bunları da sanatçılarımızın dikkatine sunmak istiyoruz. Mesela gelin kızın çeyizindeki eşyalarda kullanılan desenlerin dili var. Orada kullanılan motiflerin hangi anlama geldikleri unutulmuş. Ama olanların tümünü derliyoruz. Bu bakımdan son derece önemli.
Peki siz ne öğrendiniz bu belgeselden?
1994'ten sonra Bingöl'den İzmir'e kadar olan bölgedeki birçok köyde yattım kalktım. Şunu gördüm: Biz aydınlar olarak beynimiz ve kalbimiz kapalı olarak geliyoruz Anadolu'ya. Halkımızın ürettiği şeyleri sürekli cahillik, küçük ve basit şeyler gibi düşünüyoruz. Bu çekimler sırasında Malatya'nın bir köyüne gittik. Yaşlı bir adam, bir dörtlük söyledi. Ben beynimden vuruldum. Anlayabilmem için adama yarım saat sormak zorunda kaldım. Gördüm ki, tasavvufun en derini orada yaşıyor. Tunceli'nin Yeniköy'ünde ilkokul mezunu yaşlı bir adamın failatün failatün faiülün vezni ile bin dizeyi ezbere bildiğini gördük. Başka bir köyde bir zamanlar medrese varmış. Bu medresede bulunan kitapları çıkardılar bize. Görüyorsunuz ki orada müthiş bir zenginlik var. Ve yaşıyor. Dolayısıyla halk kültürü şu anda Anadolu'da yok olmuş değil. Bizim bunları derlememiz gerekiyor. Afyon'un Şuhut kazasında bir köye gittik. Bana bir sandık çıkardılar. Sandığın içerisinden çıkanları söyleyeyim size. 16. yüzyıldan elyazması kitaplar var tasavvufla ilgili. Şaşırdığım şeylerden birisi Roussau'nun 1911 yılında çevrilmiş eski yazı kitapları var köyde. Şu anda televizyonlarda yapılan tartışmalarda bir kör dövüşü var. Yabancı bilim adamları bizden daha etkin bir şekilde geliyor Anadolu'ya. Bizim de aydınlar olarak yoğunlaşıp, dikkati bu yöne çekmemiz gerekiyor. İstanbul'da hayatında hiç Anadolu'ya çıkmamış insanın Anadolu ile ilgili değerlendirmelerine bakıyoruz. Çok basit kalıyor. İnsan üzülüyor dinlerken. Halbuki doğum, düğün ve ölüm ritüellerimiz öylesine zengin ki.
Ritüellerimizde zıtların birliğini de görürüz. Ölümde helva kavrulması. Düğünde gelinin ağlatılması. Hüzün ve neşe hep iç içedir değil mi?
Zaten asıl temamız bizim, bu sizin söylediğiniz şey. Kızın baba evinden koca evine gönderilişi sırasında hüzün var. Ve bu hüzün, kızın damat evine girdiği sırada da büyük bir sevince dönüşüyor. Kızın ağlaması bir eşikten diğer eşiğe geçerken ruhsal eğitim gibi. Eşiğe basmadan, atlayarak geçmesi geri dönüşü olmayan bir süreci anlatıyor. Ondan sonra 40 gün konuşmaması gibi birtakım simgesel ritüeller var. Konuşmuyor; çünkü yeni hayatı ile ilgili gözlem yapıyor. Yani yeni evine uyum sağlama eğitiminden geçiyor. Kız bir prenses gibi her şeyiyle korunuyor. Evlendiği anda o toplumun en seçkin kişisi olarak alkışlanarak ileriye doğru itiliyor. Anne olduğu zaman da yine toplumun en seçkin kişisi olarak, özenilerek ileriye doğru itiliyor. Bu şekilde olgunlaşarak yaşamını tamamlıyor.
Bu bir çerçeve. Ama içine baktığınız zaman da korkunç bir eziyet, kadını aşağılama, oğlan doğurmadığında cezalandırma da var. İkisi iç içe.
Eğer bu gelenekler bilinçli olarak yapılırsa müthiş bir iç eğitim oluyor. Ama siz bunun altındaki temel değerleri yitirir de, bunu sadece şekli olarak gelenek, görenek olarak bilinçsiz olarak yaparsanız o zaman işkenceye dönüşüyor. Hangi işin niye yapıldığını çok iyi anlayarak yapmak gerekiyor. 16. yüzyılın sonlarından itibaren büyük bir yoksullaşma ve gerileme dönemi geçirmişiz. Ve her on yılda bir büyük savaşlara girmişiz. Anadolu sürekli kan kaybetmiş. Ve ilk defa 1920'den günümüze kadar işte Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Kıbrıs Barış Harekâtı'nı ve Kore'yi saymazsak hiç savaşmadan sürekli olarak nüfusumuz artıyor. Ekonomik imkânlarımız da yavaş yavaş gelişiyor. Yani 1960'lı yıllara göre şimdi alım gücümüz daha iyi. Bakışımız daha iyi. Ve artık biz bu kültür unsurlarının farkına varmaya başladık. Ekonomik savaşımız bittikçe, kültür unsurlarımızın değerini yeni yeni keşfetmeye çalışıyoruz. Bir unutma dönemi geçirildi. Bir bilinç yitirme dönemi geçirildi. Bizim şimdi bu bilinç yitirme döneminden tekrar bir yükseliş trendine girmemiz için bu kültür unsurlarını merkeze almamız gerekir.
Peki bu çalışmalardan sonra hayata daha farklı mı bakıyorsunuz?
Bir kere şu var. Biz aydınlar olarak biraz seçkinciyiz. Seçkinci derken şunu söylüyorum: Bütün dünyayı odamızdan, sınıfımızdan görüyoruz. Okurlarımız, dinleyenlerimiz veya öğrencilerimiz bize bir paye veriyorlar. Bir de devlet bir paye veriyor; profesör diyor. Eğer siz bu çizgi içinde, sadece büyük kentte kalırsanız, yaptığınız değerlendirmelerin tümü ya eksik, ya yanlış oluyor. Ama kabuğunuzu kırar da bizim gittiğimiz gibi Anadolu'ya, köylere çıkarsanız çok eşsiz güzelliklerle karşı karşıya kalıyorsunuz. Mesela Çemişkezek'e gittik. Altı bin nüfuslu bir ilçe. Ama o kadar güzel, o kadar yaşanılabilir bir yer ki. İnsanları o kadar olgun ki, o kadar hoşgörülü ki. Yani bizim büyük kentlerdeki birçok insanımızdan, okumuş, hatta üç dört dil bilen insanlardan yeminle söylüyorum, çok daha hoşgörülü, birbirlerine sevgi ile bağlı.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.