Bazı insanlar seçilmiştirler, onlar daha annelerinin karnında iken farkedilirler. Meselâ annesi, Tayfûr’a hâmile iken ağzına şüpheli bir şey alacak olsa, çocuk adeta dövünür, kadıncağızı ikaz eder.
O çocukluğundan vakar sahibidir. Bir gün, akranları câmi avlusunda oyuna dalar, çığlık çığlığa koşturur, ağaçlara tırmanırlar. Tayfûr büyük bir adam gibi gölgeye oturur, tesbihi ile başbaşa kalmaya bakar. Vakit yaklaşınca ağır ağır şadırvana yaklaşır, önce cübbesini, sonra sarığını asar, cebinden misvağını çıkarır büyük bir dikkatle abdest almaya başlar. Gelen giden saçını okşar, yanağından makas alırlar. Ulemadan biri bu nurlu mollacığa döner “çok güzel abdest aldın” der, “peki namaz kılmasını da biliyor musun?” Tayfûr, “Evet” der, “Allah dilerse kılabiliyorum.”
- Nasıl yani?
- Önce iliklerime kadar huzurda olduğumu hissediyor, “buyur yâ Rabbî” diyerek tekbir alıyorum. Kur’ân-ı kerîmi içer gibi okuyor, rükûlara tâzim ile eğiliyor, secdeye tevâzu ile kapanıyor ve vedâlaşarak selâm veriyorum.
- Maşallah. Bak sen çok farklı bir çocuksun, öyle gelip geçenin başını okşamasına izin verme.
- İyi de onlar beni değil, Allahü teâlânın beni süslediği güzelliği okşuyorlar. Bana âit olmayan bir şeye dokunmalarına nasıl mani olabilirim ki?
Ya da bırak beni...
Tayfûr edeble müsaade isteyip, camiye doğru ilerlerken Şakîk-i Belhî hazretleri şaşkın adamın yanına sokulurlar. “Bu çocuk çok büyük bir veli olacak” buyururlar.
Tayfûr’u dört yaşında iken mektebe yollarlar ama o kendinden büyük çocuklara bile fark atar. Okumaktan bıkmaz, dinlemeye doyamaz. Hele ibâdet etmekten büyük bir haz duyar. Gelgelelim Allah’ın (Celle Celalüh) huzuruna durduğunda sanki daha büyük zevkler alınacağını, daha hoş haller yaşanacağını hisseder. Hani haram ve şüpheli bir şey yemiş olsa anlar ama... Birden aklına annesi gelir, büyük bir nezaketle “kendisine hamileyken ya da emzirirken şüpheli bir şey yeyip yemediğini” sorar. Kadıncağız uzun uzun düşünür ve nihayet “hatırladım” der, “çok küçüktün, komşulara gitmiştik. Ağlamaya başladın, parmağımı tenceredeki çorbaya bandırıp ağzına koydum. Ev sahibi ile öyle samimiydim ki izin almaya gerek duymadım.
- Anne rica etsem gidip onlardan helallik diler misin?
- Yeter ki sen iste ondan kolay ne var?
Tayfur her zamanki gibi ibadet ederken içinde tarifsiz bir neşe anlatılmayacak bir coşku duyar. Ki o esnada annesi komşusuna gitmiş helallik almıştır.
Bir gün Lokman sûresinden okuduğu âyet-i kerîmenin tesirinde kalır ve erkenden eve döner. Annesine “Allahü teâlâ kendisine ve sana itaat etmemi emrediyor. Ya benim için duâ et, lâyıkıyle evladlık yapayım, ya da beni serbest bırak ibâdetle meşgûl olayım”. Annesi hiç tereddüt etmeden “fi emanillah” der, “kendini O’na ver!” Ancak o günden sonra annesine daha fazla hizmet eder, bir dediğini ikiletmemeye bakar.
Su, buz, bardak...
Bistam’ı bilen bilir, bozkırın ortasında bir Asya kentidir. Kışları dayanılmayacak kadar soğuk olur ki tipinin uğul uğul uğuldadığı bir gece annesi su ister. Tayfûr hemen fırlayıp testiye koşar ama içindeki su donmuştur. Derhal dışarı çıkar, çeşmeye koşar ama annesinin başına geldiğinde, kadıncağız dalmış gitmiştir. Uyandırmaya kıyamaz ama donmasın diye bardağı da bırakamaz. O halde saatlerce bekler. Kadıncağız bir ara uyanır, “su” diye mırıldanır. Tayfûr anında bardağı uzatır. Kadıncağız oğlunun başında beklediğini anlayınca ellerini açar ve “Yâ Rabbî! Ben Tâyfur’dan râzıyım. Sen de râzı ol!” diye yanık bir dua yapar. Belki de bu yüzden mesafe alır, mânâ âlemine yelken açar.
Tayfûr evliyaullahı, özellikle de 40 yıl kadar önce vefat eden Câfer-i Sâdık hazretlerini çok sever. Onun torunlarından İmâm-ı Ali Rızâ’nın sohbetini nimet bilir, gün gelir Cafer-i Sadık hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde etmeye başlar, anlatılmaz haller yaşar.
Tayfûr, Şam civarında yüzlerce âlimin dizi dibine oturur ve tam 30 yıl inci mercan toplar. Ders aldığı alimlerden biri “raftan filan kitabı uzatır mısın” dediğinde aylardır oturduğu mekânda raf arar. O sohbetle öyle hemhal olur ki etrafına bakamaz. Nitekim “ilk sohbette evi gördüm, ikincide sahibini. Üçüncüde ne evi, ne de sahibini...” buyururlar.
Kalk, namazını kıl!
Bir gece uyku bastırır, sabah namazına kalkamaz. Öyle üzülür ve o kadar ağlar ki Allahü teâlâ onu affeder ve yetmiş bin namaz sevâbı bağışlar. Aradan birkaç ay geçer, yine bir seher vakti, yine bastıran uyku ve yine ilerleyen dakikalar.. Vakit çıkmak üzeredir ki şeytan gelip ayağına dokunur, “kalk namazını kıl” der. Bâyezîd-i Bistâmî şaşkındır! “Sen hiç böyle yapmazdın. Nasıl oldu da beni uyandırdın?” diye sorar. Şeytan “hadi kalk kalk” der, “şimdi yine namazı kaçıracak, ağlayıp sızlayacaksın. Sana bir sevap yeter, niye 70 bin katını alasın?”
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.