Yeşilçam’da 700’ün üzerinde filme senarist olarak imza koyan Bülent Oran (81) dün vefat etti. Oran için bugün saat 11.00’de Beyoğlu’nda Erol Dernek Sokak’ta bir tören düzenlenecek. Oran’ın cenazesi, Teşvikiye Camii’nde öğleyin kılınacak cenaze namazından sonra Feriköy Mezarlığı’nda defnedilecek. 1923 yılında Bakırköy’de doğan Oran, sinemaya 1950’de figüran olarak başladı. 50’den fazla filmde rol alan sanatçı, 1952’den itibaren senarist olarak çalıştı.
X
Senaryo babasız kaldı
Zaman 25.09.2004
Türk sinemasının en hüzünlü, en komik, en maceralı, en tutkulu filmleri yetim kaldı. Rekortmen senarist Bülent Oran, önceki akşam 81 yaşında, en büyük senaryosuna noktayı koydu.
Son sekansta, Erol Dernek Sokak’taki tören, Teşvikiye Camii’ndeki cenaze namazı ve Feriköy Mezarlığı’ndaki defin vardı. Başrolleri ise tüm sevenleri paylaştı.
Yeşilçam’ı Yeşilçam yapanların başında gelen Bülent Oran, imza attığı 700’ü aşkın senaryoyla, yıllar sonra küçümsenecek; ama seyretmekten asla vazgeçilmeyecek efsane filmleri hayatımıza soktu. O önce, yakışıklılığı ile keşfedilmiş ve 50 kadar filmde oyuncu olarak görev almıştı. Daha sonra ise Safa Önal ve Erdoğan Tünaş ile birlikte Türk sinemasının "üç silahşörler"inden biri şeklinde anılmasına yol açan senaryo çalışmaları geldi. Bu süreçte müstakbel eşi Ayşe Şasa ile bilmeden de olsa ortak çalışmalar yaptılar. Bülent Oran’ın eline "Yeşilçam’a uydurulmak üzere" gelen kimi çalışmalar, Ayşe Şasa’nın toplumsal içerikli senaryolarıydı. Bir dönem birbirlerine rakip olan ikili, tıpkı bir Yeşilçam senaryosundaki gibi tanıştı: Oran, ilk kez rüyasında gördüğü Şasa’yı ziyarete niyetlendi; Şasa ise o esnada, geçirdiği buhran ertesinde kendisine yardım edecek birini çağırmak için telefon defterini açtığında Oran’ın ismiyle karşılaşmıştı. Türk sinemasının iki senaristi, Yeşilçam’ın ‘klişe’ olmadığını hayatlarıyla da gösteriyorlardı.
Bülent Oran’ın çalıştığı yönetmenler arasında Memduh Ün, Metin Erksan, Ülkü Erakalın, Halit Refiğ, Yücel Çakmaklı ve Atıf Yılmaz var. Bu isimlerin hemen hepsi dün Teşvikiye Camii’nde Oran’ı son yolculuğuna uğurlamak için hazır bulunuyordu. İki sokak ötede, ilgiyle takip edilen bir televizyon dizisinin çekimleri sürerken, burun kıvırsalar da Oran’ın filmleriyle büyüyen genç kuşaktansa pek kimse görünmüyordu avluda. Hazırladığı "Yeşilçam’ın Altın Senaristi: Bülent Oran" belgeseliyle vefa borcunu ödediğini ümit eden yönetmen Mehmet Güleryüz hariç. Belki de Selda Alkor’un dediği gibi, kimse inanmadı Bülent Oran’ın aramızdan ayrıldığına; öyle ya bugün olmazsa yarın yine beyazcamdan evlerimize konuk olmayacak mı "Yeşilçam’ın altın senaristi"?..
‘Lütfen resmimi kasketle çekin’
Ölümünden önceki son röportajını hasta yatağında Zaman’a veren Bülent Oran, Yeşilçam’ın televizyon dizilerinde yaşadığını söylemişti. Rahatsızlığı ciddi boyutta olmasına rağmen kasketini bir an olsun elinden bırakmayan usta, "Beni herkes kasketimle tanır, lütfen resmimi bu kasketle çekin." demişti. Konuşmasında rahatsızlığına da değinen Oran, dostlarından yakınıyordu: "Tek başıma hareket edemiyorum, çok acı çekiyorum. Ancak beni en çok üzen, hasta günlerimde dostlarımın kapımı çalmaması..." Koca çınarı hasta ve çaresizlik içinde görmek doğrusu çok üzücüydü. Ama o, bu haliyle bile karşımızda bir nezaket abidesi gibi duruyor; yatağına uzanmak zorunda kaldığı için bize; "Lütfen ayağımı uzattığım için kusuruma bakmayın." diyordu...Yusuf Bülbül,İstanbul
Halit Refiğ: Onsuz Yeşilçam düşünülemez
Bülent Oran, Türk sinemasının altın çağında çok büyük katkıları olan bir isimdi. O çağın özelliklerini yansıtan filmlerin büyük çoğunda imzası vardı. Bülent Oran’la Yeşilçam’ı birbirinden ayrı düşünmek mümkün değil.
Yücel Çakmaklı: Tam bir profesyoneldi
Tam bir profesyoneldi. Hem işinde, hem insani ilişkilerde fevkalade bir örnekti. Ayrıca edebiyat uyarlamalarında da başarılıydı. Çoğu kez eser sahibi ile senarist uzlaşamaz. Ama Oran’ın uyarladığı eserlerin sahiplerinden hiçbir zaman şikayet gelmedi.
Göksel Arsoy: Hepimizde hakkı var
Bülent Oran, Bakırköy’den ağabeyimizdi. Gregory Peck’e benzerdi, çok yakışıklıydı ve neticede 50 kadar filmde oynadı. Sonra senaristliği seçti ve ne kadar isabet ettiği de anlaşıldı. Hepimizde senarist olarak onun hakkı vardır.
Mehmet Güleryüz: Onu sevmeyen yoktu
Belgeselinin çekimi sırasında onunla ilgili görüşmek istediğimiz kimse bizi geri çevirmedi. Türk sinemasındaki herkes ona derin bir sevgiyle bağlı. Ona karşı minnettarlığımızı ve vefa borcumuzu belgeselle biraz olsun gösterdiğimizi düşünüp rahatlıyorum.
Hatice Şahin: (Bakıcısı) Babam kadar yakındı
O benim babam gibiydi. Ben bile onun kadar önem vermezdim kendime, oysa her şeyimle ilgilenirdi. Son anda suyunu getirecektim ama son nefesini verdi.
x
Senaristin bir melekti yavrum! M. Nedim Hazar
Zaman 25.09.2004
Ne güzel repliklerdir onlar. Dilimize o kadar yerleşmişti ki, şimdilerde sadece ‘klişe’ ve ‘mizah’ unsuru olarak görülürler. ‘Senin annen bir melekti yavrum.’ ‘Aman tanrım bu ses! Bu ses!!’ Ya da, ‘Bir zaman hakir gördüğün fakir; ama onurlu bir genç vardı!’ Türk seyircisi yıllar boyu yabancı filmleri afişlerindeki ‘Renkli Türkçe Sinemaskope’ yazısından, yerlileri ise ‘Senaryo: Bülent Oran’ ya da ‘Senaryo: Safa Önal’ ibaresiyle bildi.
Çoğu adaptasyon olsa da binlerce senaryoda Bülent Oran adı vardı. Sinemaya jön olarak giren, sonra bir tesadüf eseri eline aldığı kalemi bırakmayan, kedilerine bakan ve resim yapan Bülent Oran, neredeyse Türk sineması ile yaşıttı. Bugün ekranda irili ufaklı onlarca yerli diziye dipkoçanlığı yapan öykülerin çoğu, onun kaleminden çıkmıştı. İzleyeni hüzne yahut kahkahaya boğan, tekrar edile edile klişeye dönüşen yüzlerce repliği ve tiradı Türk sinemasına kazandıran Oran’ın iki büyük zaafı vardı: Kediler ve çocuklar! Nankörlük kelimesini asla kabullenmeyen bu sinema duayeni, vefatının öncesinde de meslektaşları gibi değildi. Hiç kimseye kırgın olmadığı gibi, Türk sinemasının durumunu da hiç kötü görmedi. Genç sinemacıları küçümseyen bir tutum takınmadığı gibi, yeni yetmeleri bile bir bilgeyi dinler gibi dinledi. Bilgiyi, deneyimi kendi tasarrufuna hapsedip kendisiyle götürmedi.
Yaşadığı hızlı hayat, kendisi gibi senarist olan Ayşe Şasa ile evlendikten sonra dinginleşmiş ve tabiri caizse mecrasına oturmuştu. Türk sinemasının bu iki ucu, yıllar boyu bir çeşit zıtların birlikteliğinin kanıtı olarak mutlu bir yaşam sürdüler. Derinliğin ve az sayıda eserin senaristi Ayşe Şasa ile engin bir sığlığın ve fazla üretimin sembol ismi Bülent Oran. Belki çok ödül almadı, ismi yeni kuşaklarca pek fazla bilinmez; ama sadece Türk değil, dünya sinema tarihinde de önemli bir yere sahip.
x
"SENARYO: BÜLENT ORAN"
İBRAHİM TÜRK
DERGAH yayınları 4/2004
Isbn: 9756611669 428 sayfa ,Türü: Sinema
Bu çalışma, Bülent Oran'ın senaryoculuğu kadar kişisel dünyasını ve diğer meşgale alanlarını da okuyucu karşısına çıkarıyor. Kendine özgü bir tarzı olan Yeşilçam'ın senaryo anlayışını Oran'ın hayatı eşliğinde anlamaya çalışıyor, giderek bu iç ve dış dünya arasındaki paralellikleri bulmaya niyet ediyor.
Teorik açıklamalar kadar, ondan da çok, tanıklıklara, sözlü tarihin verilerine yaslanmaya çabalıyor.
Karşınızda bir senaryo hayat veya hayat senaryosu. Bülent Oran...
X
Bülent Oran Belgeseli
Türk sinemasının unutulmaz filmlerine imza atan ‘usta’ senarist Bülent Oran için bugün anlamlı bir etkinlik yapılıyor.
Sağlık sorunları devam eden ve bu yıl 80’inci yaşını deviren Bülent Oran’a manevi destek sağlamak amacıyla gerçekleştirilen ve sponsorluğu Hayat Kimya AŞ tarafından üstlenilen Bülent Oran belgeseli, bugün Beyoğlu Belediyesi Kültür Evi’nde ücretsiz gösterilecek. Yönetmen Mehmet Güleryüz’ün hazırladığı belgesel, Beyoğlu Belediyesi tarafından düzenlenen Türk sinemasının 90. yılı etkinlikleri çerçevesinde, Beyoğlu Belediyesi Kültür Evi’nde saat 14.00’te izlenebilecek.
x
Gökdelen mağarada iki senarist
M.Nedim Hazar
Aksiyon Sayı: 427
Ayşe Şasa, Yeşilçam’ın en az eser veren senaristlerinden. Bülent Oran ise ‘üç silahşörler’ tabir edilen, filme çekilen senaryo sayısı bini aşan senaristlerden biri. Şasa-Oran çifti, İstanbul’u zirveden gören ve ruhun en bilinmez izbeliklerinin yaşadığı cinnet anlarına şahit gökdelen mağaralarında, Yeşilçam melodramlarında bile eşine az rastlanır yaşamlarını, uyum, mutluluk ve huzur içinde sürdürüyorlar.
Türk filmlerinin bizleri en etkileyen sahneleri; en inanılmaz, mantık dışı olan sekanslar değil midir? Bugünlerde gece yarıları uykusuz gözlerle kanallar arası gezinirken aniden karşımıza çıkan siyah–beyaz ya da Türk filmlerine has loş ışıklandırmalarla renklenmiş melodramlarda mantığımızdan çok duygularımıza, beynimizden çok kalbimize seslenen o sahnelere vurgun değil miyiz?
Ayşe Şasa ile Bülent Oran’ın kişisel menkıbeleri de bir Yeşilçam filmi sinopsisi gibi... Toplumun aynı katmanında farklı bölgelerde başlayıp, coğrafi açıdan aynı, fikir açısından aralarında uçurumların bulunduğu kutuplarda yaşandıktan sonra, kaderin o buğudan kalemin, uçları kıvrık güzelliğiyle yazdığı kesişen bir ‘Zıtların Birlikteliği’ öyküsü.
1924 yılında İstanbul’da Osmanlı kökenli bir ailenin oğlu olarak yaşama gözlerini açan Bülent Oran, bolluk ve refah içinde geçen çocukluk yıllarının ardından Pertevniyal Lisesi’ni bitirdikten sonra Hukuk Fakültesi’ne başlar. 18 yaşında özgürlüğe olan düşkünlüğü onu ailesinden ayırır. Bir bez fabrikasında işçilik yaparken fakülteye devam eder. Bu dönemde gecekonduda yaşamayı seçer. Belki de yıllar sonra onun senaryolarına sinen ‘Kitsch’ tutkusu buradan başlamıştır. Alt sınıftan insanlara derin bir sevgi duyar ve onlarla özdeşlik kurar. Adeta dünyayı bu itilmiş insanların gözüyle süzer ve bu yaşam tarzı onun sanatında şiirsel bir genişlik bulur. Ruhundaki incelik kaleminden mizah olarak dışarıya yansır ve dönemin mizah dergilerine yazmaya başlar. Atilla Dorsay ve Engin Ayça “Senaryo yazarı Bülent Oran’la konuşma”sında (Mayıs, 1973) Oran’ın sinemaya geçişini kendi ağzından şöyle aktarır: “Yıl 1953, bir gün rahmetli Talat Artemel ‘Bir film yapacağım. Senaryosunu yazar mısın?’ dedi. Senaryo nedir farkında değilim ki yazayım. Ama direndi Talat Bey. ‘Sen terbiyeli çocuksun’ dedi. ‘Okumuşsun. Hikayeler yazıyorsun. Senaryo ne ki senin için, öğretirim, yazarsın’ dedi. Madem terbiyeliydim, madem senaryo da pek bir şey değildi, niye yazmayayım? Beni Suadiye’deki evine çağırdı. Büyük heyecanla yola koyuldum. İlk dersim son dersim oldu. Bir boş kağıt çekti Talat Bey, ortadan bir çizgi indi. ‘Bak Bülent, konuşmalar sağa, hareketler de sola yazılacak. Hepsi bu’ dedi...”
“Hepsi bu” Türk sinema tarihinin en fazla senaryo yazanlarından biri olan Bülent Oran’ın uzun soluklu koşusunun startını veren cümlenin bitiş kelimeleridir. Oran, bugün binden fazla Türk filminin senaryosunu yazmış senarist olarak meslek yaşamını devam ettirmektedir. Giovanni Scognamillo’nun, Türk Sinema Tarihi’nde ise sırrını açıklar: “Sinema çevresine girmek, sinema için çalışmak da zor değildi çünkü bu dönemin sineması herkese açıktı. Konu sorunlardan biridir, ama en önemlisi değil. En önemli sorun, biçimdir, neyi nasıl anlatmak ve neden... Her ilişkiye açık olan bu dönemde roman uyarlaması, adaptasyon furyası zamanla bir sinema–edebiyat ilişkisinin başlangıcı olmuştur.”
Kolejli kızın öyküsü
İstanbul’un en zenginlerinden Avni Şasa’nın kızı olan Ayşe Şasa ise 1941 yılında doğar. Gayr–ı müslim bakıcıların elinde baskı içinde, bugün bile hatırladığında hafakanların bastığı bir çocukluk geçirir: “Benim yetiştiğim dönemde (2. Dünya Savaşı) Tanzimat’tan gelen yabancı mürebbiye geleneği sürüyordu. Ailem iyilik yaptığını düşünerek beni, hepsi savaş kaçkını ve ruhen sakat olan Yahudi, Katolik,
Protestan bakıcılara bıraktı... Herşeye karşı aşırı derecede bir isyanım vardı o dönemde. Ebeyvenim beni çocukken dışladı. Okulda performansım düşük diye ‘aptal Ayşe’ diyorlardı. Doğum günümde arkadaşlarımı evime davet ediyordum, hiçbiri gelmiyordu. Ortaokulda çok hırslandım, performansım birden arttı. Bu sefer üstün kabiliyetli olarak görüp yine yalnızlığa ittiler.”
Esas yalnızlığı ise Amerikan Kız Koleji’ni bitirdikten sonra, 18 yaşında aldığı evlilik kararıyla yaşar Ayşe Şasa. Zira ailesi, ‘ne halin varsa gör’ diyerek onu dışlar. Bu erken ve yanlış evlilik kararı eğitimini yarıda bırakmasına ve yaşamının yeni kulvarı olan Yeşilçam’a savrulmasına sebep olur. Ancak, Şasa’yı ileriki yıllarda pençesine alacak olan şizofren tohumlar ruhuna serpilmeye burada da devam eder. Bu sefer Yeşilçam ‘piyasa’sı onu ‘Kolejli Kız’ diye dışlar. İlber Ortaylı’nın o döneme ilişkin gözlemi şöyledir: “Şasa, onu tanıdığım dönemde (1970) etkili senaryolar yazan, ‘Son Kuşlar’ gibi toplumsal içerikli filmlere imza atan, güzel İngilizce konuşan, spor yapan, Türkçe’yi etkin kullanan, içe kapanık bir kişiydi.”
Ayşe Şasa ile Bülent Oran aynı çevrede fakat farklı ortamlarda Yeşilçam şemsiyesi altında senaryolar yazarken, içten içe de Sinematek–Piyasa çekişmesi yaşanıyordu. Bülent Oran, beylik Yeşilçam melodramlarına ‘düzey’ kaygısı gütmeden imzalar atarken, Şasa ve çevresi için büyük bir tehlike olarak algılanıyordu: “O dönemde sinemada az ve öz yazmaya, özgün şeyler üretmeye ve mümkünse sanata yönelik amaçlar kovalamaya büyük çaba gösteren benim gibi biri, aynı değere baş koymuş bir avuç entelektüel yönetmenin yamacında, oldukça zor bir kendini kabul ettirme savaşı vermek durumundaydı. Oran Ekolü’nden farklı olarak, bizim hayat görüşümüz olabildiğince eleştireldi; arka planı daha çok ‘sol’ bir hayat görüşü oluşturuyordu. Bülent’i ve onun gibileri Yeşilçam’dan tasfiye edip ortama egemen olmak başlıca emellerimizdendi.”
Şaşa’nın ilk evliliğinin en verimli şeyidir belki de, eşi Atilla Tokatlı ile beraber Kemal Tahir ile tanışmak. Tahir’den, Şasa’yı içten sarsacak ve çizgisini seçecek öğüdü o zaman işitir: “Maskaralık yaptığın sürece seni baştacı ederler ama ciddi bir şey yaparsan kimse ilgilenmez. Yolunu seç.” Kolejli Kız, girdiği her ortamda dikkatleri üzerine çekecek kadar güzel, alımlı ve birikim sahibidir. Bir yandan da senaryo yazar. İlk eşinden boşanmış, yönetmen Atıf Yılmaz ile evlilik yapmıştır. Atıf Yılmaz’ın bu dönemdeki filmlerinin bazılarını Ayşe Şasa yazmaktadır. Yazmaktadır ama, küçük bir hileden de çok zaman sonra haberdar olacaktır: “23–24 yaşında. Şişli’de çatı katında küçük bir evimiz vardı. Evin işlerini bitirdikten sonra sandık odasına girer on saat boyunca senaryo yazardım. Bu yedi–sekiz sene sürdü ve benim büyük krizimi geciktirdi. Ama senaryo yazarken de korkunç bir tedirginlik yaşıyordum. Benim yazdığım senaryoları gizli gizli Bülent Oran’a gönderip Yeşilçam kalıplarına uygun hale getirdiklerini çok sonra öğrendim.”
Yeşilçam’ın sol görüşlü entelektüel emekçileri bir yandan peşin reçetelerle yoğun bir ideoloji çabası içinde olurken, Oran Ekolü rakiplerini umursamadan seri halde film üretmektedir. Oran–Şasa ismi bir Memduh Ün filmi Çapkın Kız’da (1963) bir araya gelir. Ancak taraflar birbirinden habersizdir. Yönetmen öykü sahibi Ayşe’ye filmini bir
Profesyonele teslim ettiğini söylemez. Oran’a da Şasa hakkında çok bilgi verilmez: “Hikaye sağlamdı, ‘kimin?’ dedim, ‘Kolejli Kız’ dediler. Beğenmiştim hikayeyi...” Zaten Ayşe Şasa’nın deyişiyle: “bitkiye, hayvana, insana, illa da insana, ama yaratılmışın her türüne yönelik engin, uçsuz bucaksız merhameti ve sevgisi olan” Oran için kötü film yok gibidir; Raj Kapoor’un Avare’si onun için ‘Aşılmaz Sanat’tır!
Buhran ve uçuk mavi mika çiçekler
Bazı yaşamlar vardır. Uzun süren çalkantılar ve lodos sonrasında, dingin kıyılarına indiğinizde kesin hükmü verirsiniz: “Hayat asla ve kat’a tesadüfler cangılı değildir!” Bir çeşit ‘zıtların birlikteliği’ olan öykümüz kahramanlarının yolu Ayşe Şasa’nın gireceği cinnet mustatilinden sonra kapanacağı iç mağarası ve karanlık dünyası dolayısıyla ayrılır. Oran Yeşilçam için yorulmaksızın senaryolar üretirken, Ayşe Şasa, tam da Türk sineması ve toplumunun şizofrenisi üzerine bir yazı kaleme alma esnasında aniden zihni bulanır ve şizofreni nöbeti geçirir. Gözlerini hastane odasında açar. Sonrası daha ürkütücüdür; “Biz akşamları Atıf’la Kulis’e giderdik. Bir gün oraya giderken, Atıf’ın elinden kurtulup kaçmaya başladım. CIA, KGB peşimde ve beni kovalıyor diye hissediyordum. Atıf elini cebime sokmuştu, onun da elinde zehirli bir iğne olduğunu ve beni öldürmeye çalıştığını düşünüyordum.” Yapayalnızlaşma süreci zirveye tırmanmış ve Kolejli Kız için cinnet ve buhranlı upuzun bir dönem başlamıştır. Evliliğinin tökezlemesi, onu daha da yalnızlığa iter. Ardından dayanağı Kemal Tahir’in ölümü ile iyice yalnızlaşır ve Mecidiyeköy’deki bir gökdelenin en tepesinde ‘Mağaram’ dediği evinde yıllar boyunca tarihte çok az insanın dayanabildiği şizofren nöbetleriyle yaşar. 30 yaşına geldiğinde sadece düş kırıklığı içindeki bir sinemacı değildir, sinir sistemi çökmüş bir hastadır aynı zamanda.
Ve aradan geçen yıllar... Bülent Oran bir gece ilginç bir rüya görür. Bir dönem hikayelerini kendisine getirip, senaryo yapmasını istedikleri Kolejli Kız konuk olmuştur düşlerine. Hiç bir alâka kurmaz ve ertesi gün kendi işine devam etmek için Taksim’e çıktığında bir vitrinde gördüğü oyuncak bebek ona ‘Ayşe’yi anımsatır. Kararını vermiştir; ona gidecektir. Gökdelendeki mağarasında bir cinnet nöbetinden diğerine savrulan Kolejli Kız ise, son bir hamle yaparak elini telefon rehberine atar. İnce parmağının ucundaki isim bir dönem düşman gördüğü meslektaşıdır: Bülent Oran!
Kader, kıvrık uçlu diviti ve şeffaf fontuyla yine kayarak geçmiştir iki yaşam parşomeninin üzerinden. Birbirinden habersiz, birbirlerine doğru adım atan bu iki zıt kutup, tam 6 yıl görüşmedikten sonra Şasa’nın ‘Gökdelen Mağara’sında bir araya gelirler: “Bir öğleden sonra Bülent, alâmet–i farikası olan 40’lı, 50’li yılların modasından kalma fötr şapkası ve o tatlı tebessümüyle çıkageldi.” Oran, o günden sonra Ayşe Şasa’yı bir gün bile yalnız bırakmaz. Bir dönemin ‘rakibi’, hatta ‘düşmanı’ olan kişi yeni ‘kurtarıcısı’dır Kolejli Kız’ın.
Yazmanın o girift, akıllara durgunluk veren izbelerinde gezinen ruhu ile, kelimelerin sığ, ancak uçsuz bucaksız enginlerinde gezinen bu iki isim, en zor zamanlarda sırt sırta verirler. Ayşe Şasa, en bulanık şizofren nöbetlerinde yeni hayat arkadaşına bir tahlisiye simidi gibi tutunur. Muazzam bir sabır ve hoşgörüyle eşine uzatır elini. Bir eliyle eşinin avcunu ısıtırken, diğer elinden kalemi bırakmaz ve bitmek tükenmek bilmeyen yazma yeteneğiyle yeni senaryolar üretmeye devam eder. Ülkenin ve batının bütün uzmanları seferber olmuştur Kolejli Kız için. Ancak şizofreniye tek boyutlu bakan tıp acizdir. İlaç tedavisi bitkinleştirir, bedensel tökezlemeler de yaşatır ona.
Mağaradan kuleye yükseliş
Ayşe Şasa yaklaşık 18 yıl süren bu çileli yolda tasavvufun ve tevekkül çınarının asırlara gömülü damarlarına sarılarak kurtulmaya başlar: “Bülent beni enkazın içinden çıkardı. Ben on sene bu dört duvarın içinde oturdum. Konuşacak insanım bile yoktu. Enkazın altındaydım. Bülent geldi ve beni enkazın altından çıkardı. Yürüyemiyordum, konuşamıyordum, yataktan çıkmıyordum. Renkli kalemler alıyordu, filmler izlettiriyordu bana. Film izleyecek halim yokken öyle uğraştı benimle.” En sıkıntılı döneminde, hiç beklenmedik anda İngilizce bir eser onu çekip çıkarmaya başlar bulunduğu bataklıktan; Muhyiddin İbni Arabî’nin Füsûs’u ve bir cümlecik: “Cenab–ı Allah buyuruyor ki; ben gizli bir hazineydim bilinmek istedim.” Aşkların en büyüğüydü, bilen ile bilinmek isteyen arasındaki aşk!: “Kozmik bir şiir, kozmik bir müzik ve göksel bir mimari yapıt olan o eşsiz metafiziği okudukça, hayretim artıyor, ‘ben bunca yıl, bu kadar muhteşem bir söylemden nasıl habersiz kalmışım’ diye hayrete düşüyordum. Bir yandan bir ‘vird’ gibi onu okuyordum, diğer yandan İslam ve tasavvuf hakkında bilgilenmeye başladım. İbni Arabi anlattıkça önümde yıldızlar açılıyordu. Çözüldüm... Sanki burası bir mağara ben de yaralı bir hayvanım. Birden sanki İbni Arabî’nin laflarıyla tavan açıldı ve 18 bin âlem, yıldızlar ışık sunmaya başladı.”
Mağaranın tavanı açılmış, adeta 18 bin âlem ayağının altına serilmiştir bir dönemin Kolejli Kız’ının. Çok sonra kaleme aldığı ‘Deliler Ülkesinden Notlar’da şöyle tasvir edecektir: “Dizi dizi asılmış insanlar, çocuk leşleri, bütün evreni kaplayan cesed kokusu. Sevdiklerin çığlıkları, kopmuş kelleler ve uzuvlar...” Ve kitaba Hilmi Yavuz’un yazdığı ‘Sonsöz’den İbnî Arabî ile açılan boyut: “Şeyhü’l Ekber’in bembeyaz harmaniyeye bürünmüş ince gövdesi ve Kurtuba güneşinin altın ve nurdan inşa ettiği ve görklü yüzüyle, şeyh ve uzak müridi, bir tayy–ı zamanı yaşayarak, ‘Gaflet Çölü’nü geçiyor, ‘Hidayet Vadisi’ne yürüyor, ‘Tevhid Dağı’na tırmanıyor, ‘Hayret Yaylası’na ulaşıyorlar...”
Ayşe Şasa, Yeşilçam’ın en az eser veren senaristlerindendir. Bülent Oran ise ‘üç silahşörler’ tabir edilen (diğer iki isim Safa Önal ve Erdoğan Tünaş), filme çekilen senaryo sayısı bini aşan senaristlerden biri. Türk sinemasının ‘dikey’ büyüklüğü olan; derinliğin geçirdiği bu uzun ve çileli ruhî sarsılmayı, kaderin akıllara durgunluk verip, yürekleri şaşırtmayan kurgusu neticesinde kutbun diğer yüzü, ‘yatay’ büyüklük olan; enginliğin geçirdiği bedensel rahatsızlık izliyor.
Bülent Oran bugünlerde böbrek yetmezliğinden muzdarip. Haftanın belli günleri diyaliz makinasına bağlanıyor. Ve elbette başucunda 22 yıllık eşi, dostu, hastası ve bir dönem yaşama sarılması için sıkı sıkıya yapıştığı elin sahibi Ayşe Şasa var. Uzun ve çileli yıllardan sonra, kartezyen ikiliği tevhidle aşıp, sinema yazarı Atilla Dorsay’ın tabiriyle, ‘İdeolojiler ve inançların çöküş çağında, içine düştüğümüz post–modern çağ çukurundan ve tıpatıp birbirine benzer yaşamlardan farklı bir yerde durup, bizi kendince ışıklı bulduğu yeni bir yola çağıran’ Şasa–Oran çifti, İstanbul’u zirveden gören ve ruhun en bilinmez izbeliklerinin yaşadığı cinnet anlarına şahit gökdelen mağaralarında, Yeşilçam melodramlarında bile eşine az rastlanır yaşamlarını, uyum, mutluluk ve huzur içinde sürdürüyorlar. Sinemanın bu iki zıt kutbunun anlayış ve fedakârlık yüzüğüyle birleştirdiği yaşam öyküsü tüm sıcaklığıyla devam ediyor. Hilmi Yavuz’un da dediği gibi, ‘bu az şey değil!”
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.