"Menim hikmetlerim dana (bilgin) işitsin Sözümü destan kılıb maksadına yetsin." Orta Asya'nın Yese şehrinde, bugünkü Kazakistan'da yaşamış ve gömülü olan Ahmet Yesevi'nin (olumu (M.S. 1167) Hikmet adlı kitabında2 yukarda yazılı olduğu gibi yer alan bu beyit, Türk destan türünün gücünü göstermesi bakımından önemlidir. Büyük ünlü düşünür Yesevi'nin, öz dünya görüşünü öğrencilerine aktarmaya çalışırken, destanları kendi hikmetlerinden daha güçlü ve üstün saydığını anlatır. Destanlar Türklerin düşünce, kimlik ve yaratıcılığının en önemli temel taşlarından biridir. Bununla birlikte, destan sözcüğünün tanım olarak Türkçe'ye ödünç alınması, Türklerce bu kendini dünyaya anlatım ve gelecek kuşaklara öğüt turunun ilk yaratıldığı yüzyıllardan çok sonra yer alan bir olaydır. M.S. 732 yıllarında dikilen Kültekin anıtları bu kendini anlatım türünün ilk örneklerinden biri olup, bu anıtı diktiren Bilge Kağan, anıtın üzerindeki yazıtlarda kendini tanıttıktan sonra, tanık olduran ve Ortadoğu'nun bir bölümünü içine alan) İslamiyet'i kabul ettikten sonra, İranlıları hakimiyetleri altına almışlardı. Bu olay, İranlıların kendi dil, kültür ve benliklerini büyük ölçüde kaybetmeye başlamalarına sebep olmuştur. İranlıların bir toplum olarak ortadan kalkması anlamına gelecek olan bu tehlikeyi zamanında gören Fars şairi Firdevsi, eski İran destanlarını toplayarak (Türk Gazneli devleti içinde otuz yıl süre ile çalışarak) manzum Şahname'yi yazmıştır. Önsözüne de "Şahname'yi Farsça yazıp, İranlı'yı dirilttim" diye kayıt koyup, haklı olarak böbürlenmiştir. Şahname'de İranlıların baş düşmanı olarak gösterilenlerden biri Afrasiyab olarak adlandırılmış olup, Kaşgarlı Mahmut'a göre (M.S. 8'inci yüzyılda dikilmiş, yukarıda adını verdiğimiz) Türk anıtlarında adı geçen Türk Alp Er Tunga'dan başkası değildir. Böylelikle, Kaşgarlı Mahmut da, 11'inci yüzyılda Türk destanlarının önemine değinmiştir. Bu tarihler sonrasında (Yesevi Hikmet kitabini yazdığı sıralarda) Türk sav ve jır'larına, destan da denilmeye başlanmıştır. Türk'ün "kendini anlatım ve gelecek kuşaklara öğüt türü" üzerine Batı Türkleri tarafından yapılmaya başlanan çalışmalar ise, çok yenidir. Ziya Gökalp ve çalışma arkadaşları bir süre bu konuya eğilmişlerdir.10 Türk destanlarının bilimsel olarak incelenmesi yolunda ilk adımları atanlardan biri ise Prof. Zeki Velidi Togan olup, 1931 yılında Atsız Mecmua'da yayınlanan dört makalesinde yazdığına göre: Milli destanlar, tarihi vakaları tasvirden ziyade, milletin yüksek milli duygularının yansıtan, tamamı veyahut az çok tarihe müstenit bir ideal alemi gösteren halk edebiyat eserlerinden ibarettir. Milli destanın meydana gelmesi için üç merhale gerekir: 1. Destanı ruhlu bir milletin çeşitli devirlerindeki maceralı hayatini halk şairleri ufak parçalar halinde söylerler; 2. Milletin bütününü ilgilendiren bir olay, bu çeşitli destan parçalarını bir odak noktası etrafında toplar; 3. Sonunda, millete büyük bir medeni hareket olur ve o sırada çıkan aydın bir halk şairi, bu parçaları toplayarak milli destanı yaratır. (Fars, Yunan ve Fin destanları böyle meydana gelmiştir). Prof. Togan'a göre, Türkler, ikinci devri birkaç kere geçirmişlerdir. Bütün Türk milletinin mefkuresini ve düşüncelerini bir yere toplayan destanlar bütün Türk milletini birleştiren Oğuz ve Cengiz vekayi gibi hadiseler dolayısı ile husule gelmiş fakat uçuncu devreye girmeyip büyük bir halk şairi tarafından tespit edilerek muntazam milli destan şeklini alamamış ve üful edip gitmiştir. Bizde bu büyük destanların ancak enkazı vardır.11 Nihal Atsız'ın 1951 yılında yazdığına göre de: Togan, Danişmend Gazi ve Seyid Battal Gazi hikayelerini, konularını Anadolu'daki İslam-Bizans çarpışmaları sırasında Emevi ve bilhassa Abbasi ordularındaki Türk unsurları arasında doğmuş olacağı düşüncesini ileri sürmüştür.12 Arap ordularının (İran'dan sonra) Orta Asya'ya girmelerinden sonra, yeni bir Arap edebiyatı türü de ortaya çıkmıştır. Dini şahsiyetlerin meziyetleri ve din uğruna yaptıkları fütuhatları öven bu türe "menkıbe" adı verilmiştir. Sav ve jır'lardan tam anlamı ile ayrı olan bu menkıbelerin konuları dinidir. Kahramanları çoğunlukla Arap'tır. Menkıbelerde yapıldığı anlatılan işler genellikle insan yetenekleri dışındadır ve onlara ancak Rufailer karışır. Çoğunlukla masal gibi anlatılırlar. Anlaşıldığına göre, bu nitelikleri dolayısı ile Prof. Togan menkıbe saydığı eserleri destan tanımı içine almamıştır. Bu menkıbe türünün bir başka dalı da, bir bölüm Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra "gazavat" adı altında görülmektedir. Dolayısı ile, Sav ve jır'lardan gelen, koçaklama ve kopuzlama olarak adlandırılan Türk destanları ile diğerlerini, özellikle menkıbe ve gazavatnameleri karıştırmamak gerekir. Ön Asya'ya 11'inci yüzyıl içinde yerleşen Türkler, "Koçaklamalar" yazmaya başlamışlardı. Bugün bildiğimiz Köroğlu da bu koçaklama türünde ve düzenindedir.13 Bu koçaklamaların, Togan'ın da belirttiği gibi, birinci basamakta kaldığı görülüyor. Dede Korkut'un içinde anlatılan olayların, kağıda çekildikleri yüzyıllardan çok önceye gittiğini ve Dede Korkut'un Asya'nın Doğusundan Batıya gelen Türklerce getirildiğini biliyoruz.14 Bunun gibi, Köroğlu'nun daha önce (ve başka ad ile) var olup olmadığı bugüne kadar koklu olarak araştırılmamıştır. "Ana Bağımsızlık Destanları" yeni destanların yaratılmasına da yardımcı olurlar. Çocuklar, ozanların söylediği destanları okuyarak, dinleyerek büyürler. Birkaç kuşak sonra, uruğlarına yeni bir yagi sataşır. Delikanlılar arasında destanlarda adı geçen Alp'in yerini alacak olanlar çıkar. Kavgayı, vuruşu, destanlarda sözü geçen değerler yoluna, ancak günün gerekleri ve yolları ile yaparlar. Ozanlar ve tarihçiler de, bu yeni Alp'i kutlamak için yeni destan yazarlarken, eski destanlardan parçaları da yeni destana katarlar. Böylece, yeni Alp'in eski topraktan geldiğini gösterirler. Sözünü ettiğimiz "Ana Destanlar," "kurtuluş ve bağımsızlık destanları"dır. Bir uruğ, boy, oymak ya da "el" in kendine sataşan yagiyi alt edip bağımsızlığını korumasının dile getirir. Destan yaratıcıları, durup dururken komşularına el kaldırmazlar, ama gerektiğinde kendilerini korumasını bilirler. Bu "el," uruğ ve oymakların mutlu günleri de vardır. Evlenme toylarında, bağımsızlık destanlarına ek olarak, uzun Yar-Yar'lar da söylenir. Aradan bir kuşak geçtikten sonra, bu Yar-Yar'lar kendi başlarına bir destan görünümünü de alabilirler. Bir süre sonra, bu Yar-Yar'lar kısaltılarak bebeklere, küçük çocuklara da anlatılır ki, böylelikle masallar doğmuş olur. Bununla birlikte, "kurtuluş destanları" ölmez. "Ana destan" olarak yasar, yaşatılırlar. Yaratıcıları ile birlikte yolculuk ederler, yeni ellere vardıklarında da yeni yer adları bu eski destanlara girebilir. Destanlar, içinden çıktıkları toplumun en karanlık günlerinde bile yüreklerde yatan ümitleri dile getirirler: Bana imkan verin, serkeş hayaller Babam heykelini dikti yadıma Ta ki aciz kalsın yıllar, şimaller O'nu çıkarmasın imanımdan Bana imkan verin, serkeş hayaller Bağışlayın Babama nurlu bir destan Ta ki aciz kalsın yıllar, şimaller O'nu unutmaya kalmasın imkan15 Türk destanları üzerinde Prof. Togan'dan önce çalışanlar arasında, Rus Çarlığı memurlarından olan, Alman doğumlu ve doktorasını Almanya'da tamamlamış olan Wilhelm Radloff'da vardır. Radloff 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında Kazan şehrinden başlayarak Orta Asya'yı dolaşmış ve Türk destanlarının ancak parçalarını ciltler halinde St. Petersburg'da bastırmıştır.16 O yıllarda yürürlükte olan Rus kanunları gereğince, destanların büyük bir bölümlerini kitabına almadığını bugün yaptığımız araştırmalar sonucunda biliyoruz.17 Abubekir Diveyef18, Gazi Alim19, Hamid Alimcan20, N. Katanov (1862-1922)21 gibi konuya eğilen yerli aydınlar, Radloff'un tersine, kendi canlarını hiçe sayarak Türk destanlarını kağıda aktarmış ve bastırmayı başarmışlardır.22 Yukarıda da belirtildiği gibi, destanlar yalnız atalar sözlerini günümüze aktarmakla kalmazlar. Destanlar, yaratıcılarının öz değerlerini, benliklerini de dünyaya tanıtırlar. Bu yoldan, uluslararası ilişkilere büyük ölçüde katkıda bulunurlar. Destanlar, sahiplerinin mayasını korur, bozulmasını önler, ilerde bu mayanın arılaştırılabilmesi için saklarlar. Bu yönde Dede Korkut ile ilgili ilk çalışmaların ve Dede Korkut'un diğer dillere yapılan çevirilerinin dökümü ayrıca yayınlanmıştır.23 Ek olarak, son on yıl içinde Azerbaycan'da Dede Korkut mayasını saklamak ile ilgili çalışmaların artmakta olduğu da görülmektedir. Bunların arasında ilk gözüme çarpanları aşağıya döküyorum: T. I. Hajiyev and K. N. Veliyev Azarbaycan dili tarihi: Ocherklar va materiallar (Baku: Maarif, 1983); Azerbaycan İlimler Akademiyasi, Filologiya Institutu, Azarbaycan filologiya masalaları No. II Dede Korkut (Baku, 1984); Kemal Abdullaev, "Dede Gorkut Şiirleri" Azerbaycan 1980, No. 7; Azamat Rustamov, "Dada Gorkut'la baglı yer adları" Alm va Hayat, 1987, No. 9; Mirali Sayidov, "Dada Gorgut gahramanlarynıng kökünü düşünürken" Alm va Hayat, 1987, No. 10; Penah Halilov, "Kitabi-Dede Gorgud'un coğrafiyası" Alm va Hayat, 1988, No. 8; Kemal Veliyev, "Bir daha Dada Gorgut Şiirleri hakkında" Azarbaycan, 1981, No. 11; Bekir Nabiyev, "Epik zhanr va muasır hayat" Azarbaycan, 1986, No. 7; Akif Huseyinov, "Nasrımız va keçmişimiz" Azarbaycan, 1982, No. 10; "Mevzumuz: Tarihimiz, abidalarımız, darsliklerimiz" Azarbaycan, 1988-1989. [Zemfira Verdiyeva, Arif Hajiyev]. Molla Nasreddin dergisinin yayınlanmaya başlayacağı ağızdan kulağa fısıldanıp duyulunca, bir müstakbel okuyucu, Molla Nasreddin dergisinin kurucusu Celil Memmedkuluzade'ye bir kutlama mektubu ve yayınlanması dileği ile şiirler gönderir. Molla Nasreddin dergisinin 7 Nisan 1906 günlü ilk sayısında da, Celil Memmedkuluzade, karşılık yayınlayarak teşekkür eder: "yolladıklarınızı bir evvelki sayımızda yayınlamak isterdik.24 Celil Memmedkuluzade gibi, biz de belirtelim: Bütün bunları bir önceki toplantıda söylemek isterdik. Memmedkuluzade'nin de demek istediği gibi, siz yazmadıkça, söylemedikçe, dünya ilgi gösteremez.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.