Divan Edebiyatı - Bilgiler
10/12/2013 15:00
Alm. Die klassich-osm. Versliteratur, Fr. Littérature de poésies de la période class, ottom, İng. hist, of Ott. literature, calassical school of poetry. Divan Edebiyâtı, Türklerin İslâmiyeti kabul etmeleriyle 11. yüzyılda Karahanlılar devrinde Mâverâünnehr’de ve 13. yüzyılda bilhassa Anadolu’da ortak İslâm kültür ve medeniyetinin tesirinde ortaya koydukları edebiyâta verilen isimdir.

Divan Edebiyâtı; başlangıçta, belki “dîvân” kelimesinin taşıdığı mânâlar içinde değerlendirilmiş ve gelişmiştir (Bkz. Dîvân). Ancak “Dîvân” kelimesinin lügat (sözlük) mânâlarına ilâve olarak, edebiyâtımızın bir devresine adını verecek kadar gelişmiş, kendine has, husûsî bir hüviyet kazanmıştır.

Klâsik Türk Edebiyâtı

Şâirlerin, şiirlerini dîvânlar içinde toplaması sebebiyle “Divan Edebiyâtı” olarak isimlendirdiğimiz bu edebiyâtta şiir en mühim unsur sayılır. Ancak dîvânlar dışında aynı sanatkâra âit başkaca pekçok şiirin ve nesrin de bulunduğu düşünülürse “Divan Edebiyâtı” isminin dar mânâda kaldığı, bu edebiyâtın bütününü ifâde etmediği görülür. Bu bakımdan; “Divan Edebiyâtı” diye isimlendirdiğimiz bu edebiyâta belli hükümlere ve kurallara bağlılığı ifâde eden “Klâsik Türk Edebiyâtı” isminin verilmesi daha anlamlıdır.

Taklit ve Orijinallik

“Kuş”a bakıp “uçak” yapmak gibi, her yeni, bir taklidin eseridir. Fakat artık o uçak kuş değildir, taklitten uzak orijinal bir şeydir. Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı) da ortak İslâm kültür ve medeniyetinin tesiri altında kalmış, gelişmiş ve sonradan kendine has, orijinal özelliğine kavuşmuştur. Klâsik Türk Edebiyâtı, Türkün bir medeniyet dâiresinden diğer bir medeniyet dâiresine geçişte önceleri taklid ederek aldıklarını yeni bir tarz, yeni bir üslup içinde kendine benzettiği, mahallîleştirdiği, millîleştirdiği bir edebiyâttır.

Medeniyet, Kültür ve Lisan

İran ve Arap edebiyâtları ile lisanlarının taklid edildiği ve kullanıldığı, Divan Edebiyâtında sık sık tenkid edilen bir konudur. Halbuki taklid etme ve bir yabancı lisanı kullanma önce edebiyâtta değil kültür ve medeniyette görülen bir hâdisedir. Her medeniyet ve kültür önce “lisan” ile kabul edilir. Medeniyet unsurları olan bilim, teknik ve metodu almak için, önce o medenî milletlerin lisanını öğrenmek lâzımdır. Aynı şekilde kültür unsurları olan örf ve âdetlerde, lisanda, dinde, ahlâkta, sanatta ve edebiyâtta değişme yine, hâkim olan kültürün lisanını öğrenmekle olur. İslâm medeniyetinin temel çizgilerinden biri ilimdir.İlim, İslâmda ibâdet sayılır. İlim yalnız medeniyetin değil, edebiyâtın yükselmesine de hizmet eder. Bu bakımdan Türklerin, İslâmiyeti kabul edince medeniyet, kültür ve edebiyâtlarının yükselmesinde Arapça ve Farsçayı öğrenip kullanmaları tabiî bir hâdisedir. Tanzimattan sonra da Batı medeniyeti, hattâ kültürü taklid edildi. Fransızca, İngilizce ve Almanca lisanları öğrenildi ve yeni edebiyâtımızda, yeni türlerle birlikte kullanıldı.

Dünyâ görüşü: Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı) Türk Edebiyâtının yazılı, en çok ve en uzun ömürlü edebiyâtıdır. Divan Edebiyâtı, Türkler İslâm medeniyeti dâiresine girdikten sonra meydana gelmiş olduğu için, dünyâ görüşü bakımından, bu medeniyetin kaynağı olan kitâbî (Kur’ân-ı kerîme âit) hükümlere (âyetlere, nasslara) ve onun ortaya koyduğu hayat anlayışına bağlıdır. Divan Edebiyâtında, tasavvuf inancı ve buna bağlı aşk anlayışı hâkim unsurdur (Bkz. Tasavvuf). Divan Edebiyâtındaki tasavvuf, olayların gönülle anlaşılmasını, Yaratan’dan ötürü yaratılanı hoş görmeyi, ferdi insân-ı kâmil mertebesine ulaştırıp, Rabbine kavuşma (fenâ ve bekâ) yollarını gösterip teşvik eder ve dile getirir.

Klâsik Türk Edebiyâtında tabiat, klişe motifler hâlinde anlatılmıştır. Her seferinde bir kere daha en güzel üslûpla anlatılmak istenmiştir. Ancak mahallî âdetler ve sosyal hâdiseler de devirlerine göre ihmâl edilmemiş ve pekçok esere aksetmiştir. Hattâ Âlî ve Veysî gibi şâir ve müellifler, başlı başına bir devri eserlerinde tenkid etmekten geri kalmamışlardır.

Ayrıca Cem Sultan ve Sevâdî gibi şâirler eserlerinde bizzat kendi hayatlarına yer vermişler, az çok başlarından geçeni anlatmışlardır. Bu durum hemen her şâirin kasîde ve şiirlerinde de görülmektedir.

Kaynakları

Klâsik Türk Edebiyâtı şiir ve nesir sâhasında dînî ve içtimâî şu kaynak eserlerden faydalanmıştır.

Kur’ân-ı kerîm: İslâmiyetin ana kaynağı Kur’ân-ı kerîm âyetlerinde yer alan bilhassa îmân, ibâdet esasları, beşerî-ahlâkî hükümler, önceki peygamber ve ümmetleriyle ilgili kıssalar, Klâsik Türk Edebiyâtında çeşitli edebî şekil ve türlerde kullanılmıştır. Bu sâhada yazılmış başlıca edebî şekil ve türler şunlardır:

Terceme (manzum, mensur, kısmî, tam); tefsir (kısmî, tam); kırâat, tecvid, lügat, Esmâü’l-Hüsnâ, sebeb-i nüzûl (sûrelerin iniş sebebi); ilm-i kelâm; havâss-ı Kur’ân (sûrelerin niçin, nerede okunacağı); fıkıh, akâid gibi.

Hadîs-i Nebevî: İslâmî edebiyâtın ikinci temel kaynağı hadîslerdir. Peygamberimizin hadîs-i kavlî ve hadîs-i fi’lî olarak toplanan hadîslerinin tamâmına Sünnet de denir. Belli bir mevzuda toplanmış, tercüme edilmiş müstakil hadîsler de vardır: Kırk Hadîs (Hadîs-i Erbâin), Yüz Hadîs, Binbir Hadîs Tercümeleri gibi.

Kısas-ı Enbiyâ: Peygamber efendimiz başta olmak üzere Kur’ân-ı kerîmde zikredilen bütün peygamberlerin kıssaları Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı)nda yer almıştır. Peygamberimizin veya diğer bütün peygamberlerin hayatından bahseden kıssalar, siyer (sîret) adıyla daha çok nesir olarak müstakilen yazılmıştır. Ayrıca Hilye veya Şemâil-i Şerîf (Peygamberimizin fizyonomisi; Hilye-i Hâkânî gibi); Mi’râciye; Hicriye veya Hicretnâme; Mucizât-ı Nebî gibi müstakil türleri de zikredilebilir.

Menâkıb-ı Evliyâ, velîlerin hayatından, kerâmet ve nasîhatlarından bahseden menkıbelerdir. Bir velîye âit olanları Menâkıbnâme, birçok velînin hayâtından bahsedenleri ise Tezkiretü’l-Evliyâ ismini alır. Menkıbelerinden çok sık bahsedilen velîler arasında İbrâhim Edhem, Hallâc-ı Mansûr, Bâyezîd-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî hatırlanabilir.

Tasavvuf: Divan Edebiyâtında tasavvufun te’siri geniştir ve önemli bir yeri vardır. İnsanın iki âlemde saâdetine mâni olacak her şeyi saf dışı bırakmış olan tasavvuf inancı, maddeden mânâya geçişin gayreti içinde yaradılışın sırrını çözmeye çalışmıştır. (Bkz. Tasavvuf)

Diğer İslâmî Edebiyât türleri: Menâsikü’l-Hac (Hac farizesi ile ilgili hususlar; coğrafî, târihî vs. yönden yol üzerindeki yerlerin tasviri, Bahtî’nin, Sinan-ı Mekkî’nin eserleri), Salavât Mecmuaları, Duâlar (Mecmuâları), Fetâvâ, Mevâiz (vâzlar), Evrâd (virdler, zikirler), Vakfiyeler, Vasiyetnâmeler, Fazîletnâmeler (din ulularının, şehirlerin, ayların, günlerin fazîletlerinden bahis; 15. asırda Mehmed Yemînî’nin eseri), Tarîkâtler, Yüz Sözler (Sad Kelimât-i Âli).

Yerli malzeme: Dîvân şiirinde; yukarıda sayılan ortak İslâmî kaynak eser ve türlere ilâveten şâirlerin kendi devirlerini, çevrelerini, örf ve âdetlerini târihî hâdiselerin tesir ve netîcelerini malzeme olarak kullandıkları da görülmüştür. Bilhassa 18. yüzyıldan sonra yerli unsurlar daha çok kullanılmıştır. Ramazaniyye veya Iydiyye (Ramazan, bayram eğlenceleri), Gazevatnâme ve Fetihnâme örnek olarak gösterilebilir.

İslâmî Edebiyâtta Kullanılan

Deyimler (Istılahlar) ve Terimler:

Tefsir: Lügatte “örtülü şeyi açmak”tır ve deyim olarak Kur’ân-ı kerîmin açıklanmasıdır. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Kur’ân-ı kerîmin hepsinin tefsirini Eshâbına bildirmiştir. Kur’ân-ı kerîmden başka metinlerin açıklanması için “şerh” tâbiri kullanılır. Kur’ân-ı kerîmin şerhi denmez; Kur’ân-ı kerîmin tefsiri, Mesnevî şerhi denir. Hadîslerin açıklanması da şerhtir. Bunlar halk edebiyâtımızın da kaynaklarını teşkil eder. (Bkz. Halk Edebiyâtı)

İktibas: Deyim olarak iktibas, konuşmada, nesirde veya şiirde âyet veya hadîsten aynen veya bir ibâre alınarak yapılır. Başka bir şâirden, eserden de iktibas yapılabilir.

Mi’râc: Vuslat, kemâl (mi’râc-ı kemâl) diye de geçer.

Tahşîye (Tahşî etmek, Ta’lik): Kitapta kenara, yana yazılan ilâve yazıdır, der-kenar da denir. Meselâ “Beyitte tahşîye (ta’lik) edilmiştir.” veya “derkenârdır” diye geçer.

Zeyl: Lügatte “eteğin ucu” olup, bir eseri tamamlayacak mâhiyette eserdir. Keşf-uz-Zünûn Zeyli, Zeyl-i Siyer-i Veysî gibi.

Müntehâbât: Lügatte “intihâb edilmiş, seçilmiş” olarak geçen kelime için eski gazetelerde “Millet vekili intihâbına başlandı.” denilmektedir.

Nazîre (Tanzîr): Bir şâirin manzum bir eserine, daha çok gazeline başka bir şâir tarafından aynı vezin ve kâfiyede yazılan benzer eser, şiir.

Te’lif: “Eser yazma, yazılmış eser.” On beşinci asra kadar tercüme eserlere de te’lif denirdi.

Tasnîf: Tasnîf yapana musannif denir. Musannif, önceleri mütercim ve müellif, sonraları antoloji hazırlayan mânâsına kullanıldı.

Tahrir: “Yazma, yazılma” daha ziyâde “istinsah etme” olarak kullanılırdı.

Tebyîz etme: “Beyaza çekme” mânâsiyle müellifin müsvedde eserini yeniden temiz kağıda yazmasıdır. Bu müellif hattı olabilir.

Nakıl: Tam tercüme değil de adapte mânâsına kullanılır.

Câmü’l-Hurûf: Eski yazmalarda bir kitabı cem eden, derleyip toplayan veya bizzat müellifin kendisi olabilir.

Kâtibü’l-Hurûf: Müstensih, eserin yeni bir nüshasını yazan.

İcmâl: “Özetleme, sâdeleştirme”, Mücmel: “Özetlenmiş, hulâsa, muhtasar”; Bibliyografik icmâl: Mevzû ile ilgili bütün eserlerin tenkitli değerlendirilmesi.

Telhîs: “Hulâsa etme, özetleme”; İcmâle benzer, bir eserin kısaltılmışı, Telhîs-i Muhammediye.

İhtisâr: “Kısaltma, sâdeleştirme.”

Târihî Gelişmesi, Sanatkârları ve Eserleri

Klâsik Türk Edebiyâtı dediğimiz Divan Edebiyâtının 13. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar devâm eden altı asırlık târihî seyri içinde ortaya çıkan sanatkârlar ve yazılan başlıca eserleri şöyle ifâde edilebilir.

On üçüncü yüzyıldan önce Anadolu’da Divan Edebiyâtı örneklerine rastlanmaz. Bu bakımdan Anadolu Divan Edebiyâtı 13. yüzyıldan îtibâren başlamaktadır denilebilir. Bu asırda, Selçuklular devrinde bilinen ilk eserler Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin (1207-1273) Farsça yazdığı Dîvân-ı Kebîr, Mesnevî, Fîhî mâ fih gibi eserlerdir. Eski Anadolu Türkçesinin bilinen ilk şâiri Ahmed Fakih’tir (ölm.1221; Çarhnâme, Kitâb-ı Evsâf-ı Mesâcid-iş-Şerîfe). Asrın ikinci yarısında dînî-tasavvufî ve ahlâkî manzûmeleriyle Şeyyâd Hamzâ (Yûsuf u Züleyhâ); Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled (1226-1312; Farsça İbtidânâme, Rebâbnâme ve içlerinde 238 Türkçe beyit; ayrıca 20 kadar Türkçe manzûme); tasavvufun en karışık meselelerini bütün inceliğiyle samîmî ve sâde Türkçesiyle gösteren Yûnus Emre (1240-41/1320-21: Dîvân, didaktik Risâletü’n-Nushiyye) vardır. Divan şiirinin ilk büyük temsilcisi, dînî olmayan mevzularda eserler veren ve ele geçmeyen 20.000 beyitlik Selçuklu Şehnâmesi bulunan Hoca Dehhânî bu asırda yer alan mühim şahsiyetlerdir.

On dördüncü yüzyılda Türkçe, Anadolu’da tamâmen yerleşmiş; Osmanlı Devletinin kuruluş dönemi olması sebebiyle de daha çok dînî- tasavvufî, hamâsî, târihî ve ahlâkî eserler görülmüştür. Âşık Paşa (1272-1333; sâde dille, tasavvufî akîdeye uygun Garibnâme, Fakrnâme, Vasf-ı Hâl); Divan Edebiyâtının temelini atanlardan biri sayılan, mutasavvıf, nazım tekniği kuvvetli, dile ve aruza hâkim Gülşehrî (Mantıku’t Tayr); dînî olmayan mesnevîleriyle şöhret kazanmış Hoca Mesûd (Süheyl ü Nevbahar, Ferhengnâme-i Sâdi); Süli Fakih (Kıssa-yı Yûsuf Mesnevîsi); -Klâsik Edebiyâtın kurulmasında büyük rolü olan, çok eser veren, Türkçe ilk Osmanlı Târihi müellifi, lisana hâkim Ahmedî (ölm. 1413; Dîvân, İskendernâme, Cemşîd ü Hurşîd, Tevârih-i Mülûk-i Âli-i Osman); Şeyhoğlu Mustafa, Hurşidnâme mesnevîsi ve Kenzü’l-Küberâ adlı mensur eseri ile önde gelirler. Âzerî Türkçesiyle tanınmış Kâdı Burhâneddîn (1344-1399); sâde nesir dili ile halk için yazan Mustafa Darîr (Siyer-i Nebî, Fütûh’uş-Şam Tercümesi, Kıssa-yı Yûsuf); Azerî Türkçesiyle eserler veren heyecanlı, coşkun, lirik şâir Nesîmî (ölm.1404) asrın ileri gelen temsilcileridir.

On beşinci yüzyılda Divan Edebiyâtı tam anlamıyla yerleşmiş ve klâsik husûsiyetini kazanmıştır. Osmanlı Devleti bu asırda gelişme ve yükselme göstermiş, siyâsî başarı edebiyâta da aksetmiştir. Nazım ve nesirde Ahmed-i Dâî (Dîvân, Çenknâme, Câmasbnâme); asrın ilk yarısının en büyük ve Şeyhü’ş Şuarâ ünvanlı şâiri Şeyhî (1371-1431; Dîvân, Harnâme, Hüsrev ü Şîrin); kasîdeleri ve söyleyişi ile ünlü diğer büyük şâir Ahmed Paşa (ölm. 1479); bilhassa gazelleriyle ve sâde dille mahâret kazanan, Türkçe deyimleri ve atasözlerini çok kullanan Necâti (ölm.1509; Dîvân); Pâdişâh ve Şehzâdeler arasında Murâdî (İkinci Murâd), Avnî (Fâtih), Adlî (İkinci Bâyezîd), Cem Sultan, ayrıca şehrengiz türünün ilk örneğini veren Mesihî (1470-1512; Şehrengîz); kadın şâirlerden Mihrî Hâtun (ölm. 1506) ve Zeynep Hâtun; mesnevî yazarları arasında Anadolu sâhasında ilk hamse sâhibi Hamdullah Hamdi (1449-1503; Hamse, Yûsuf u Züleyhâ) ve diğer mesnevî şâirleri Tâcizâde Câfer Çelebi (ölm. 1515; Hevesnâme); Behiştî ve Revânî bu asrın belli başlı sanatkârlarıdır.

On beşinci yüzyılda süslü (secili, sanatkârâne) nesir örneğini Sinan Paşa (1440-1486; Tazarrunâme) ile Neşrî (Cihannümâ) vermiştir. Sâde nesir temsilcileri olarak Mercimek Ahmed, Ahmed Bîcân, Uzun Firdevsî sayılabilir. Devrin mühim târihlerinden olarak Âşıkpaşazâde’nin (1393-1481) Tevârîh-i Âl-i Osman’ı ile Oruç Beğ Târihi ve Dursun Beğ Târihi’ni gösterebiliriz.

On altıncı yüzyıl Klâsik Türk Edebiyâtı nazım ve nesir alanında sanatkâr ve eser yönünden büyük gelişme gösterir. Hele Fuzûlî ve Bâkî, asrın olduğu gibi Divan Edebiyâtının da yetiştirdiği büyük şâirlerdendir. Fuzûlî (ölm. 1556) Azerî lisanını kullanmış lirik bir şâirdir. 15 kadar eserlerinden bâzıları Dîvân, Leylâ ve Mecnûn Mesnevîsi, Hadîkatü’s-Süedâ isimli Maktel-i Hüseyn’dir (Bkz. Fuzûlî). Bâkî (1526-1600) “Sultanü’ş-Şuara” diye anılır ve âlimdir. İstanbul Türkçesinin en güzel örneklerini vermiştir. Divan şiirini İran şiiri seviyesine çıkarmıştır. Eserlerinden bâzıları Dîvân, Mısır’daki İslâm âlimlerinden İmâm-ı Kastalânî’nin Mevâhibü’l-Ledünniye tercümesi olan Meâlimü’l-Yakîn ve Fezâilü’l-Cihâd tercümeleriyle Hadîs-i Erbaîn tercümesidir. (Bkz. Bâkî)

Devrin diğer sanatkârları arasında; devrinde diğer sanatçılara üstâdlık yapmış, zengin hayâlleri olan, Dîvân, Siyer-i Nebî, Şem ü Pervâne, Şehrengiz gibi eserleriyle tanınan Zâtî (1471-1546); Dîvân şiirinin inceliklerini bilen, rindliği terennüm eden Hayâlî (ölm. 1557); sâde ve yapmacıksız anlatımıyla Fusûsu’l-Hikem’i tercüme eden Nev’î (1533-1599); sâde bir üslûbu, akıcı bir dili olan, mesnevî yazmadaki ustalığıyle şöhret bulan Taşlıcalı Yahyâ Bey (ölm. 1582); “Terkib-i bend” denilince ilk akla gelen Bağdatlı Rûhî (ölm. 1605); ve ayrıca Emrî, Figânî, Kara Fazlı (ölm. 1563), Lâmiî Çelebi (1472-1532), Hâkânî (ölm. 1606; Hilye) zikredilebilecek isimlerdir.

On altıncı yüzyıl, nesir türleri bakımından da zengin bir asırdır. Osmanlı sâhasında ilk tezkire yazarı olarak Sehî Bey’i (ölm. 1586; Heşt Behişt tezkiresi ile) tanırız. Diğer tezkire müellifleri Kastamonulu Lâtifî (ölm. 1582; Lâtifî Tezkiresi); Âşık Çelebi (ölm. 1571; Meşâriü’ş-Şuarâ)dir. Târih türünde Tevârîh-i Âl-i Osman ve Âsafnâme eserleriyle Lütfi Paşa (ölm. 1562); Tâcü’t- Tevârîh isimli eseriyle Hoca Sâdeddîn (1536-1599); Künhü’l-Ahbâr, Kavâid-ül-Mecâlis, Nasîhatü’s-Selâtin gibi eserleriyle Gelibolulu Mustafa Âli (1541-1599) ve Tevârîh-i Âl-i Osman isimli eseriyle Kemâl Paşazâde 16. asrın başlıca târih müellifleridir.

Seyâhatnâme türünde eser veren Seydî Ali Reis (ölm. 1562; Mir’atü’l- Memâlik) ve coğrafya dalında mâlûmat veren Pîrî Reis (ölm. 1544; Kitâb-ı Bahriye) devrin diğer önemli şahsiyetleridir.

On yedinci yüzyıl Klâsik Türk şiirinde kasîde ve hiciv vâdisinde büyük yeri olan Nef’î (1582-1636; Dîvân, Sihâm-ı Kazâ); gazel tarzında üstat kabul edilen İstanbul Türkçesini güzel kullanan, hoş nükteli Şeyhülislâm Yahyâ Efendi (1552-1643) ile Şeyhülislâm Behâî ve “Hikemî” şiir türünü başlatan, akıcı bir dil kullanan Nâbî (1640-1712; Dîvân, Hayriye, Hayrâbâd, Sürnâme, Hadîs-i Erbaîn Tercümesi, manzum; Tuhfetü’l-Haremeyn, Münşeât mensur) ilk hatırlanan isimlerdir.

Nâilî (ölm. 1666) asrın büyük şâiri olup, gazel tarzını yeni bir edâ ile kullanmış ve “Sebk-i Hindî” uslûbunu şiirimize ilk defâ tanıtmıştır. Diğer mühim şahsiyetler Nev’îzâde Atâî (1582-1634; Hamse, Hadâikü’l-Hakâik fî Tekmileti’ş-Şakâyik); Şeyhülislâm Behâî (1601-1653); Neşâtî (ölm. 1674); Fehim (ölm.1648); Nedim-i Kadîm (ölm. 1670); Azmizâde Hâletî (1569-1630); mahallî mevzuları, halk tâbir ve atasözlerini manzûmelerinde çokça kullanan Sâbit (ölm. 1712); Ganîzâde Nâdirî (1572-1624; Mirâciye mesnevîsi’dir.

On altıncı yüzyılda nesir sâhasında hayli yenilikler görülür. Bilhassa dildeki klâsikleşme, konularda çeşitlilik, eserlerin çokluğu, secili (süslü, sanatkârâne) nesir örnekleri dikkati çekici husûsiyetlerdir. Devrinin Türk edebiyâtının en şöhretli seyâhat yazarı Evliyâ Çelebi (1611-1681; Seyâhatnâme); ilmî sâhada ciddî eserler vermiş ilk defâ Osmanlı ülkeleri coğrafyasını yazmış ilim adamı ve geniş bilgili bir yazar olan Kâtib Çelebi (1608-1657; Keşfüz-Zünûn, Cihannümâ, Tuhfetü’l-Kibâr, Takvîmü’t-Tevârih, Mizânü’l-Hak, Düstûru’l-Amel); hâdiseleri tahlil ve tenkid ederek yazan Nâimâ (1652-1715; Nâimâ Târihi); yine hâdiseleri canlı bir üslûpla, orijinal tarzda veren Peçevî İbrâhim Efendi (1574-1650 Peçevî Târihi); Dördüncü Murad’a devlet idâresinin ıslahı için bir risâle yazan Koçi Bey; süslü nesir temsilcileri Nergisî (ölm. 1634; Hamse, Münşeât) ve Veysî (1561-1628; Siyer-i Veysî, Hâbnâme, Münşeât) önde gelen şahsiyetlerdir.

Devrin, tezkire vâdisinde eser veren sanatkârların başında Riyâzî (ölm. 1644; Riyâzü’ş-Şuarâ) gelir ve diğer tezkirecileri; Güftî (ölm. 1677; Teşrifâtü’ş-Şuarâ, manzum); Rızâ (ölm. 1671) ve şâirler hakkında kısa bilgi veren güldeste nev’inden (Zübdetü’l-Eş’ar) eseriyle tanınan Kafzâde Fâizî’dir.

On sekizinci yüzyılda Divan Edebiyâtı mahallîleşme konuları ve dil sâdeleşme hareketleri ile İran edebiyâtından kopma ve uzaklaşma noktasına gelir. Mahallîleşme cereyanı ile şarkı türünün kullanılması ve İstanbul Türkçesinin şiir dili olarak benimsenmesi faaliyetleri bu asra canlılık kazandırmış ve bilhassa Nedim’le (ölm. 1730) gerçekleştirmiştir. Nedim, gazel ve şarkılarında orijinaldir. Dîvân şiirinin son büyük üstâdı Şeyh Gâlib (1757-1798; Dîvân, Hüsnü Aşk) bu asrın ikinci yarısında yetişmiştir. Zengin ve geniş hayalleri ile “Sebk-i Hindî” üslûbunun en kuvvetli temsilcisidir.

Yüzyılın diğer önemli şâirleri arasında Sünbülzâde Vehbî (ölm. 1809); Enderunlu Fâzıl (ölm. 1810); Koca Râgıb Paşa (ölm. 1762); târih düşürmede Sürûrî (ölm. 1813); Fıtnat Hanım (ölm. 1780); hiciv ve mizah yönü kuvvetli Haşmet (ölm. 1761) zikredilebilir.

On sekizinci asrın nesir alanındaki târihçileri Râşid (ölm. 1735); Silahdâr Fındıklı Mehmed Ağa (1658-1727); şuarâ tezkirecileri Safâyî (ölm. 1715), Sâlim (ölm. 1743); Râmiz ve sâdece Mevlevî şâirlerinden bahseden Esrâr Dede (ölm. 1735); hal tercümesi müellifleri Şeyhî (1667-1732; Şakâyık Zeyli’ne yeni bir zeyl ilâve etmiştir), kendi zamânına kadar gelen müftü, şeyhülislâm ve hattâtlarından bahseden Süleymân Sâdeddîn Efendi (1718-1787; Devhatü’l-Meşâyîh, Tuhfe-i Hattâtîn); sefâretnâme yazarları Yirmisekiz Çelebi Mehmed (ölm. 1732), Ahmed Resmî Efendi (1700-1783); nâşirleri Tokatlı Kânî (1711-1791), İbrâhim Müteferrika (1674- 1745) ve Muhayyelât isimli, eski masal ile Batılı hikâye arasına yazılmış, orijinal eserin sâhibi Giritli Aziz Ali Efendi (ölm. 1789) belli başlı isimlerdir.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından sonra Tanzimât hareketleri günlük hayatta olduğu gibi edebî hayatta da büyük değişmelere sebeb oldu. Batılı medeniyetlerin tesiri altında gelişen bu edebiyât cereyânına “Batı Tesirinde Türk Edebiyâtı” adı verilir. Ortak İslâm kültür ve medeniyeti tesirindeki Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı) yanında, Batı tesirindeki Türk Edebiyâtı da kendi şekil ve muhtevâsı içinde gelişmiş ve yeni kültür, medeniyet ve lisanları (Fransızca)nın îcâblarını alıp kullanmıştır. Böylece daha 19. asrın başlarında çözülmeye başlayan Divan Edebiyâtı asrın sonlarında yerini yeni cereyan (akım)lara bırakmış ve “klâsik” oluş hüviyetini kaybetmiştir.

On dokuzuncu yüzyıl sanatkârları arasında mahallîleşme akımının temsilcisi Enderunlu Vâsıf (ölm. 1824); üslûb nazım tekniği ve mesnevîleri ile tanınan Keçecizâde İzzet Molla (1785-1829; Mihnet-Keşân, Gülşen-i Aşk); Tanzimât nesir dilinin öncüsü sayılan ve Âdem Kasîdesi’yle meşhur Âkif Paşa (1787-1845); dil ve tekniği kuvvetli Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey (1786-1859) ve nihâyet “Encümen-i Şuarâ” adıyla bilinen Klâsik Türk şiiri geleneğinin son temsilcileri Leskofçalı Gâlib (1828-1867); Yenişehirli Avni (1826- 1884) ve Hersekli Ârif Hikmet (1840-1903) ve Recâizâde Celâl zikredilebilir.

Nesir alanında tıp ve târih yazarı Şânizâde Atâullah (1711-1826) lügatlarıyla tanınan Mütercim Âsım (1755-1819; Arapça-Türkçe Kâmus Tercümesi ve Farsça-Türkçe Burhân-ı Kâtî’); antolojik mâhiyette eser müellifi Mehmed Emîn (Silâhdârzâde Tezkiresi) ve son tezkireci Fatin (Hatîmetü’l-Eş’âr) hatırlanan ilk isimlerdir.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından sonra Batılı eğitimi görmüş “Aydın Kesimi Türk Edebiyâtı” temsilcileri, klâsik-gelenekçi edebiyât ve kültürümüzle bağlarını kopardılar ve hattâ cephe alarak “Klâsik Türk Edebiyâtını” Batı ölçüleriyle tenkid ettiler. Nâmık Kemâl, Divan Edebiyâtını “realiteyle ilgisiz, sun’î ve boş” sayar (1866; Tasvîr-i Efkâr’da makâle). Ziya Paşa, Şiir ve İnşâ makâlesinde Divan Edebiyâtını millî olmamakla suçlar; ancak bir süre sonra yazdığı Harabât isimli Dîvân şiiri antolojisiyle Divan şiirini över. Tanzimâtçılarda bu “ikilikli tavır” şekil ve muhtevâda devâm etmiştir. Daha ileri zamanlarda aruz-hece tartışması, millî edebiyât akımının ortaya çıkması ve dilde sâdeleşme hareketleri Klâsik Türk Şiiri (Divan Şiiri)ni maddî sâhada artık kullanılmaz hâle getirmiştir. Ancak, “klâsik”in sonralara kalıcılığı, tesir güzelliği ve çarpıcılığı 20. asır Türk edebiyâtının büyük şâirlerini zaman zaman cezbetmiştir. Dîvân şiirinin tür ve nazım şekillerini çok başarılı kullanmasından dolayı, Yahyâ Kemâl’i (ölm. 1958) Klâsik Türk şiirinin son temsilcisi sayanlar olmuştur.

Edebî Türler

Divan Edebiyâtında tür ve nazım şekli hep birbiriyle karıştırılmıştır. Tür denilince, yazılan manzûmenin veya nesrin hangi konuda yazıldığı anlaşılmalıdır. Yâni tür, “konu”dur, “mevzu”dur. Şekil ise şiirin dış yapısına hâkim olan fizîkî husûsiyetlerdir.

Klâsik Türk Edebiyâtı (Divan Edebiyâtı)nda kullanılan dînî tasavvufî ve ahlâkî nazım eserlerinin türlerini şöyle sıralayabiliriz:

Tevhid, münâcât, nât (kasîde şeklinde); mevlid, hilye, tercüme ve tefsirler, yüz ve kırk hadis tercümeleri, siyerler, Muhammediye, maktel, mev’ize, Esmâül-Hüsnâ şerhleri, kasîde-i bürde tercümeleri ve fıkıh, kelâm akâid, tecvid.

Bunlardan başka, münferit hikâyeler, dînî, tasavvufî, ahlâkî ve “nâme” başlığı altında toplanan değişik konulu, mesnevî nazım şekliyle yazılmış eser ve türler de şunlardır:

Gazavatnâme, surnâme, sâkinâme, maârifnâme, kıyâfetnâme, siyâsetnâme, sefâretnâme, sergüzeştnâme, nasîhatnâme, pendnâme, mîrâcnâme (mirâciye) menâkıbnâme; münâzara tarzında rind ü zâhid, beng ü bâde, beng ü çağır, gül ü mül, bahar ü şifâ; bir şehrin güzelliğini tasvir eden şehrengizler, makam sâhibi şahısları anlatan târifâtlar (târifnâmeler); çeşitli konularda (aşk, dînî, târihî, hayâlî vb.) yazılmış Leylâ vü Mecnûn, Hüsrev ü Şirin, Yûsuf ü Zelîha, Hüsn ü Aşk, Cemşid ü Hurşîd, Süheyl ü Nevbehâr, Vâmık u Azrâ, Cân u Cânân; beş mesnevînin bir araya gelmesi ile meydana gelen hamseler.

Kasîde nazım şekliyle yazılan diğer türler: Hicviye, mersiye, hezl (tenzil; mîzâh, güldürmece tarzında).

Divan Edebiyâtında nesir eser türlerinin başlıcaları da şunlardır:

Münşeât (resmî yazılar ve mektuplardan toplanmış eserler; Münşeâtü’s-Selâtin, Feridun Beyin, 16. asır gibi), târihler, vak’anüvis târihler, nesir hamseler, tezkireler (çeşitli meslek sâhiplerinin hayatlarını ve eserlerini anlatır; tezkîretü’l-evliyâ, tezkîretü’l-meşâyih, tezkîretü’ş-şuarâ, tezkîretü’l- hattatîn gibi), dînî ve tasavvufî nesir eser türleri de manzum türlerle müşterektir: Tazarrunâme (Sinan Paşanın), tefsirler, şerhler, siyerler, evliyâ menkıbeleri, evliyâ tezkireleri, peygamberler kıssaları, makteller.

Ahlâkî nesir türleri: Kelile ve Dimne Tercümesi (Kul Mes’ud’un), Kâbusnâme Tercümesi (Mercimek Ahmed’in), Ahlâk-ı Alâî (Kınalızâde Ali’nin).

Seyâhatnâme türleri: Seyâhatnâme (Evliyâ Çelebi’nin), Sefâretnâme (Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin) gibi.

İlmî nesir türleri: Konuları çeşitli olup Cihannümâ (Kâtib Çelebi’nin) bir örnek verilebilir.

Nazım Şekilleri

Nazım şekli; bir manzûmenin şekil yönünden, dış yapısı bakımından incelenmesidir. Muhtevâ (konu, mevzu, nesre çevirme, açıklama, edebî sanatlar) bu incelemenin dışında bırakılır. Bir şiirin nazım şekli yönünden incelenmesinde sırayla şu hususlara uyulur:

1) Nazım şekli (mesnevî, koşma gibi), 2) Nazım birimi (beyit, dörtlük), 3) Kâfiye dizilişi (AA,BA, CA; aaba, ccca), 4) Kafiye çeşidi (-ar- tam kafiye, -lar gibi rediftir.), 5) Vezni (aruz veya hece oluşuna göre).

Türk, İran ve Arap edebiyâtlarında müşterek olan nazım şekillerinde nazım birimi beyittir. Nazım şekilleri beyitlere göre kurulur. Başlıca nazım şekilleri şunlardır:

Kasîde, gazel, mesnevî, rubâî, tuyuğ, kıt’a müstezâd, şarkı, musammatlar (murabba, muhammes, müseddes gibi), tardiyye, terkib-i bend ve tecri’-i bend gibi. (Bkz. Nazım Şekilleri)

Vezin

Divan şiirinde vezin aruzdur. Arap şiirinin vezni olan aruz; İranlılar yoluyla bize geçmiştir. Uzun (kapalı) ve kısa (açık) hece esâsına dayalı cüzlerin yanyana kullanılmasıyla meydana gelen kalıplara aruz kalıpları denir.

Divan şiirinin ilk devrinde aruzun Türkçeye uygulanmasında aruz kusurları olan imâle ve zihaflar fazla yer almıştır. Bu zamanda daha ziyâde hece ölçüsüne yakınlık gösteren vezinler kullanılmıştır.

Klâsik Türk şiirinde en çok kullanılan aruz kalıpları; recez, remel, serî’, hafîf, muzârî, müctes, mütekârib’dir. (Bkz. Arûz)

Dil ve Üslûb

Divan Edebiyâtının dili, 15. yüzyıla kadar Arap ve Acem dillerinin tesirinden uzak kalmış, bu asırla birlikte Arapça ve Farsça kelimeler Türkçeye önemli miktarda girmiş ve kullanılmıştır. Sonraları şiir ve nesirde kullanılan bu kelimelerin belâgat kâidelerine bağlı bir edebî sanat anlayışı içinde kullanılmasıyla üslûbun esâsı meydana getirilmiştir. Üslûba tesir eden başlıca edebî sanatlar şunlardır:

Cinas, tenâsüb, mecâz, mecâz-ı mürsel, telmih, tevriye, hüsn-i ta’lil, tecâhül-i ârif, mübalağa, teşbih, istiâre, teşhis ve intak, telmih, tezat, seci’, aks, rücû’ vs. (Bkz. Edebî Sanatlar)

Klâsik Türk Edebiyâtında rastgele benzetme ve hayal kullanılmaz. Şâirler, insanın iç ve dış dünyâsındaki güzelliklerini ve tabiatı belli bir benzetme ve tasavvurla çizerler. Şiirin özünü, çekirdeğini, esâsını mazmunlar teşkil eder. Mazmun, “beyitlerdeki gizli mânâ” demektir. Mazmun, değişmez kalıp hâlinde vardır, hükümdür; bütün mesele, mazmundaki gizli mânâyı, hükmü çözmektir. Bu sebeple her şâir, kendine has üslûbu (aklı, malzemesi) ile bir mazmunu (hükmü) sanatlı biçimde ortaya koymaya çalışır. Bir bakıma yaradılışın sırrını, maddeye bakarak çözmeye uğraşır. Mazmunu “çözmek” demek “maddeye bakıp mânâyı anlamak” demektir. Meselâ; yanak ve yüz, şekli ve rengi göz önünde tutularak sabah, güneş, mum, gül, ateş, ayna, ay sûretindedir; saç kokusu, rengi ve şekli ile misk, anber, ud, sünbül, ejder, zincir, perişan, kâfir, kemend, bulut, tuzak ve dar ağacıdır. Şarab ilâhî aşktır. Sâkî, vahdet şarabını sunan pîrdir. Bu mazmunlar Divan Şiirinde kalıplaşmıştır. Tamâmen mecâzî mânâya bürünmüşlerdir. (Bkz. Ebedî Türler)

Önceki
Önceki Konu:
Alma - Ata
Sonraki
Sonraki Konu:
Tenasüh

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu