Ekonomik gelişme ile çevre sorunları arasında çok sıkı ve karşılıklı ilişkiler mevcuttur. Bu ilişkilerin birinci grubuna göre, ekonomik gelişme sebep, çevre sorunları ise neticedir. Günümüzde gittikçe artan sayıda insan, ekonomik büyümeyi dünyanın başlıca sorunlarından çevre bozulmasının temel nedeni olarak görüyor. Yeryüzünün bütün ülkelerinde ve bu arada Türkiye'de, ekonomik gelişme devam ettiği ve hızlandığı oranda çevre sorunları da artmakta ve genişlemektedir. Çünkü ekonomik gelişme öteden beri, Gayrisafi Milli Hâsıla'da yani toplam üretimde sağlanan artışla özdeş sayılmıştır. Her üretimin nihai gayesi de tüketim olduğuna göre, bir toplum, tüketimini artırıp çeşitlendirdiği ölçüde, gelişme halinde bir toplum kabul edilmiştir. Oysa, daha önce açıkladığımız üzere, üretim ve tüketim büyüyüp süratlendiği ölçüde de çevre sorunları meydana gelmektedir. Demek ki ekonomik gelişme sürecini çevre sorunlarına bağlayan halkalar, doğrudan doğruya üretim ve tüketim olguları olmaktadır. Öte yandan, çevre sorunları doğuran üretim ve tüketim faaliyetlerinin temelinde de kaynak tahsisinde ve teknoloji kullanımında etkinlik prensiplerine gerekli önemin verilmemesi yatar. Toparlarsak, çevre sorunları ekonominin üç temel sorunundan kaynakları artırma (ekonomik gelişme) sorununa, rasyonel hesaplara dayanmayan, dolayısıyla aşırı ölçüde bir öncelik tanınmasından ileri gelmektedir.
Tarihi olayların akışına bakılınca, çevre sorunlarının şöyle oluştuğu görülür: İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, tüm ülkelerin girişmiş olduğu büyük kalkınma hamleleri, iç ve dış rekabetlerin etkisiyle bir büyüme tutkusuna, her alanda bir yarış haline dönüşmüştür. Ne var ki bu tutku, en sağlam zemin olan "mevcut kaynakları en etkin biçimde ve tam kullanarak, iktisadi kaynakları artırma" zeminine oturmamıştı. Dünyada pek çok ülkeyi ve bu arada Türkiye'yi de peşinden sürükleyen başlıca sanayileşmiş ülkeler, "tüketim amacıyla üretim" yerine "üretim amacıyla tüketim" sürecini yaratmışlardı. Böylece, gerçek ve zorunlu ihtiyaçları tatmin edecek üretimler yerine etkinlik prensibinin gösterdiği istikametin tamamen aksi yönde, ülkeler ve dünya ölçeğinde gittikçe devleşen sermayeyi ve yatırımları çalışır ve prodüktif hâlde tutacak üretimler gerçekleştirmekten başka bir şey düşünülmez olmuştur. İktisadın temel prensiplerine aykırı şekilde oluşan bu gelişme süreci içinde, doğal olarak, daha önce açıkladığımız şekiller altında çevre sorunları da bütün korkunçluğu ile zuhur etmeye başlamıştır.
Bilindiği gibi ekonomik gelişme, dünyanın hemen her yerinde sanayileşme biçimini almıştır. Bu bakımdan gelişme deyince çok defa akla sanayileşme gelir. O hâlde, tarımdaki makineleşme ve modernleşme de - bu bile sanayileşmenin "koku"sunu taşıyor - bazı önemli sorunlar doğurmakla beraber, çevre bozulmasının asıl sanayileşmenin bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Yukarda üretim bahsinde, üretimle çevre sorunları arasında kurduğumuz tüm ilişkiler aynen sınai üretim için de geçerlidir. Özetlersek, çevre sorunları sınai üretimin hem "input" hem de "output" aşamalarında kendini gösterir. Öte yandan, sınai yatırım projeleri iyi değerlendirilmeyerek, kaynak kullanımı ile kuruluş yeri ve üretim teknolojisi seçiminde, çevre faktörleri ciddi şekilde hesaba katılmamaktadır. Meselâ Türkiye'de daha önce değindiğimiz gibi, birçok yerde hızla artan sınai yatırımlar, hep tarım toprakları aleyhine bir gelişme göstermiştir. Kontrolsuz bir şehirleşmeyi de beraberinde getiren hızlı sanayileşme, suyu, havayı, toprağı kirletip yeşil alanları yok ederken, aynı zamanda temel üretim unsuru olan insanın sağlığını, hayat ortamının huzurunu da bozmaktadır.
İkinci olarak, bir ülkede ortaya çıkmış ve iyice yayılmış olan çevre sorunları, bu sefer bir dizi tepkiler halinde ülkenin ekonomik gelişme süreci üzerinde olumsuz etkiler yapabiliyor. İktisadi analizlerde, ekonomik kalkınmanın temel kriterleri olarak, ekonominin toplam üretim miktarının alındığını biliyoruz. Böylece, üretim fonksiyonu analizlerin temel taşı haline gelmektedir. Bu takdirde, ülkede oluşmuş çevre bozulmasının, çeşitli elemanları ve her boyutu ile, toplumun üretim fonksiyonunu, toplam üretimini ve dolayısıyla ekonomik kalkınmasını tesir altına alacağı açıktır. Çünkü çevre bozulması üretimde kullanılan girdilerin miktar ve kaliteleri, üretim faktörlerinin verimlilikleri üzerinde çok olumsuz etkiler yapabiliyor.
Önce, tabiat faktörünü ele alalım. Bugün meselâ Türkiye'de sanayileşme, ulaşım ve yerleşme lehine, kısacası bugünkü ekonomik gelişme lehine, optimum bir bileşim düşünülmeden doğal kaynakların süratle tahribi ve yok edilmesi; yanlış kuruluş yeri, aşırı kullanım ve erozyon nedeniyle kaynakların üretim dışı kalmaları, gelecekteki toplam üretim fonksiyonumuzda bu girdilerin güçlükle temini, miktarca azalması ve kalitesizleşmesi sorunlarını doğuracaktır. İkinci olarak, sanayileşmenin bugün yarattığı çevre bozulması, bir süre sonra ekonomik gelişme üzerinde üretim fonksiyonunun diğer elemanı olan emek vasıtasıyla olumsuz etkiler yapacaktır. Daha önce değindiğimiz gibi, sanayi bölgelerimizde meydana gelen ve çevreye yayılan zararlı maddeler, bugün ve gelecekte insanlarımızın sağlığı üzerinde, dolayısıyla üretim gücü üzerinde menfi sonuçlar doğuracak boyutlara ulaşabilir. Çeşitli şekillerde oluşan ve insan kitlelerini etkisi altına alan katı ve sıvı sınai artıklar, kömür ve benzeri maddelerin oluşturduğu zararlı gazların insan sağlığı için büyük tehlikeler arzettiği bilinmektedir. Bir ülkenin toplam üretim fonksiyonunun iki ana faktörünü oluşturan tabiat ve insan faktörleri üzerindeki bu olumsuz etkilerin önlenmesi veya giderilmesi de zaten kısıtlı olan tasarrufların gittikçe artan boyutlarda bir yandan sağlık, diğer yandan çevre yatırımlarına ayrılmasını gerektirecektir. Bugünkü yanlış tercihlerimizin sebep olduğu bu gelişmeler, gelecekteki toplam üretim fonksiyonumuzu belirleyerek, ekonomik büyümemizi aksatacak ve sınırlayacaktır. Şu bakımdan ki, ekonominin diğer sektörlerindeki yatırımların finansmanı sağlık ve çevre yatırımlarının büyüklüğü ölçüsünde güçleşecek; dolayısıyla, bir yandan sektörel büyüme hızlarında yavaşlamalar, bir yandan da üretim maliyetlerindeki yükselme nedeniyle ülkenin rekabet gücünde gerileme meydana gelebilecektir.
Yukarda yaptığımız açıklamalar gösteriyor ki, klasik iktisadın refah anlayışına dayanan bir ekonomik gelişme, daima çevre sorunları ile atbaşı gitmekte; herkesin iyimser olduğu bir ilk aşamada bu süreç alabildiğine çevre bozulması yaratmakta ve buna göz yumulmakta; problemin bütün ciddiyeti ile hissedildiği ikinci aşamada ise, bizatihi çevre sorunları ekonomik gelişme sürecine sanki bir "boyunduruk" vurarak, önünde duvarlar örmektedir. O zaman akla "çevre koruma ile kalkınma arasında bir çelişki mi var?" sorusu gelecektir. Bu sorunun cevabı tamamıyla, toplumların iktisadi refahtan ve gelişmeden ne anladıklarına bağlı bulunmaktadır. Bir yazarın ifade ettiği gibi, eğer kalkınma kavramından geçen dönemlerin tüketim kalıplarına göre bolluk içinde yaşayan toplumlardan biri olmayı kastediyorsak, şüphesiz çevre ile kalkınma arasında bir çelişki vardır [25]. Buna karşılık, - yukarda açıkladığımız - "çağdaş" tüketim kalıpları tartışma konusu yapılır, sadece "klasik" anlamda bolluğun kalkınma demek olmadığını kabul edersek arada bir çelişki bulunmadığı sonucuna kolaylıkla varabiliriz. Ne var ki günümüzde, az gelişmiş ülkeler ve bu arada Türkiye, bu sonuncu anlayışa pek yakınlık göstermeyi istemiyorlar. Kendilerine Batı toplumlarını örnek alan bu ülkeler, yüksek tüketimli bir topluma geçişin yan etkilerine ilişkin olarak yine Batı'da oluşan kaygıları pek önemsememektedir. Bunun sebebi, ekonomik büyümeyi bir zorunluluk olarak gören bu ülkeler, kendileri ile gelişmiş ülkeler arasındaki gelişmişlik "uçurum"unu kapatmaya çalışıyorlar. Bu hedefe doğru yol almaya çalışırken, çevre koruma amacıyla yapacakları yatırımlarla arıtma teknolojilerinin gerektirdiği harcamaların, üretim maliyetlerini yükselterek, gelişme hızlarını yavaşlatacağından endişe ediyorlar. Oysa az önce belirttiğimiz gibi, bugünkü büyüme hızımız düşmesin diye göz yumduğumuz çevre sorunları, gelecek yıllarda büyüme hızımızı yine sınırlayabilir ve hedefe yol alışımız yine yavaşlayabilir. "Büyümenin sınırları" diye adlandırılan bu süreç, 1976'da yapılan Roma Klübü toplantısında dile getirilmiş ve bütün dünyanın dikkati bu konuya çekilmiştir.
Çevre sorunlarına, daha önce belirttiğimiz statik varsayımları aşarak, doğrudan doğruya kaynakların etkin kullanımı ile ilgili bir sorun olarak baktığımız zaman, çevre koruma ile ekonomik gelişme arasında görünürde mevcut olan çelişkiyi ortadan kaldırabilir ve hedefe doğru daha sağlam adımlarla ilerleyebiliriz. Şöyle ki, asıl hedef, daha geniş bir zaman perspektifi içinde, ekonomik gelişme ile çevre koruma arasında bir denge gözetilmesi olmalıdır. Bu takdirde sorun yine bir fayda-maliyet analizine dönüşecek ve en ideal tercih, çevre bozucu tesirleri minimum olan, buna karşılık mümkün olan en yüksek büyüme hızını sağlayan bir gelişme politikası lehinde oluşacaktır.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.