Eshab-ı Kehf - Bilgiler
17/04/2014 14:00
Îsâ aleyhisselâmdan sonra, din düşmanları her tarafı kapladığı bir zamanda, dinlerini korumak için her şeylerini terk edip, hicret eden ve Efsûs (Tarsus)taki mağarada medfun bulunan yedi kişi ile Kıtmîr adındaki köpekleri. Kur’ân-ı kerîmde Kehf sûresinde kıssaları uzun bildirilmektedir.

Eshâb-ı Kehf denilen îmânlı gençler, Efsûs yâni Tarsus şehri ahâlisinden idiler. Bunlardan altısı sarayda vazîfeli, hükümdâra yakın kimselerdi. Hazret-i Ali’nin rivâyetine göre Eshâb-ı Kehf’in adedi yedi olup, bunların altısı hükümdârın müşâvere heyetinde idi. Onun sağında ve solunda bulunurlardı. Sağındakiler Yemlîha, Mekselînâ ve Mislînâ idi. Bunlara “Eshâb-ı yemîn” denmiştir. Hükümdârın solunda bulunanlar ise, Mernûş, Debernûş ve Şâzenûş’tur. Bunlara da “Eshâb-ı yesâr” denmiştir.

Hükümdâr o târihte Roma imparatorlarından Dimityanus veya Dokyanus olup, rezil, zâlim bir kimseydi. Putlara tapardı. Sonra tanrılığını îlân etti.Putperestliği kabul etmeyen az sayıdaki mü minleri yakalatıp parçalattıktan sonra şehrin kapılarına astırdı. Hükümdâr bir ihbâr üzerine saraydaki bu îmânlı gençlerin durumlarını öğrendi. Büyük bir öfke ile onları çağırıp tehdid etti. Fakat onlar, îmân yolunda sebât gösterip, şirki ve putperestliği kabul etmediler. Üstelik Dokyanus’u îmâna dâvet ettiler. Eshâb-ı Kehf bu hak sözleri Dokyanus’a sarayda, hazır olan bir topluluk içinde söylediler. Çünkü Dokyanus bunları oradaki topluluk içinde putperestliğe çağırmıştı. Onlar da, saray erkânı içinde büyük bir cesâretle: “Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi’dir. Fânî (yok olucu) şeyler nasıl yaratıcı olabilir.” dediler. Hükümdâr onların eski günlerine dönmeleri için zaman tanıdı. Bu da îmânlı gençlere Allahü teâlânın bir lütfu oldu. Çünkü bu bekleme esnâsında birbirleriyle istişâre ederek, hicret imkânını elde ettiler. Dinlerini korumak için gerekli hazırlıkları gizlice yapıp, şehre yakın bir dağ cihetine gittiler.Yolda giderken Kefeştetayyuş ismindeki bir çoban onların hâlini anlayıp îmân etti ve yedincileri oldu. Çobanın köpeği Kıtmîr de onlara katılıp, arkalarından tâkib etti. Dağa yaklaştıklarında çobanın gösterdiği bir mağaraya girdiler. Onlar mağarada Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu dileyerek duâda bulundular. Allahü teâlâ bu husûsu Kur’ân-ı kerîmde Kehf sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirmektedir:

O zaman o genç yiğitler mağaraya sığınmışlardı da: “Ey Rabbimiz! Bize tarafından bir rahmet (dinde hidâyet, günâhlarımızı da mağfiret et ve helâl rızık) düşmanlarından emniyet ver ve işimizden (dînimizi korumak için kâfirlerden ayrılıp, mağaraya ilticâ ettiğimizden dolayı) bizim için muvaffakiyet hazırla (o sâyede rüşd ve hidâyete ermiş, böylece çok sevâba kavuşmuş olalım).

Diğer taraftan zâlim hükümdâr Dokyanus, Efsûs’a gelip, onları sordu. Kaçtıklarını haber verdiklerinde, babalarını, onların getirilmesine zorladı. Babaları; “Bizim malımızı alıp, dağa doğru gittiler.” dediler Dokyanus adamları ile gidip, o mağarayı bulunca; “Burada ölsünler!” diye mağaranın ağzını kuvvetlice kapattırdı. Dokyanus’un yakınlarından iki mümin, gençlerin isimlerini ve hâllerini bir taşa nakşedip, mağaranın duvarına koydular. Bu mağara Betâhlus Dağının güney tarafında idi. Güneş doğarken ve batarken oraya vurup, rütûbet olmazdı. Allahü teâlâ, meleklerle onları sağ ve sol taraflarına döndürürdü. Köpekleri dirseklerini kapının eşiğine uzatmıştı. Ölü değillerdi. Uyurken de gözleri açıktı. Nefes alırlar; saçları, tırnakları uzardı.

Allahü teâlâ, kemâl-i kudretiyle ceset ve elbiselerini değiştirmedi. Uzun müddet uyuduktan sonra onları uyandırdı.

Eshâb-ı Kehf’in mağaradaki uyku müddeti Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:

Bunun üzerine biz, nice yıllar mağarada onların kulaklarına (hâricî şeyleri işitmelerine mâni perde) vurduk. (Nice yıllar tam bir sükûn içinde uyuttuk). (Kehf sûresi: 11)

Onlar mağalarında üç yüz sene eğleştiler. (Buna) dokuz (yıl) daha kattılar. (Kehf sûresi: 25)

Cenâb-ı Hak bu uzun uykudan sonra Eshâb-ı Kehf’i uyandırınca, onlar henüz yattıkları günde bulunduklarını sandılar. Eshâb-ı Kehf’in uykudan kalkmaları, birbirleriyle konuşmaları ve içlerinden birini şehre göndermeleri Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir:

Biz, onları (uyuttuğumuz gibi, kudretimizle ceset ve elbiseleri bu uzun zamanda değişmeksizin) uyandırdık ki, hâllerini bilsinler. (Birbiriyle soruşup hâllerini ve Allahü teâlânın kendilerine ne yaptığını öğrensinler de cenâb-ı Hakk’ın kudretine olan yakînleri, îmânları artsın. Öldükten sonra dirilmenin ne olduğunu ve bunun bir örneğini görsünler. Allahü teâlânın kendilerine olan nîmetlerine şükretsinler.) Onlardan birisi (Mekselîna) dedi ki: “Ne kadar zaman (yatıp) eğleştiniz!” (Zîrâ onların mağaraya girmeleri güneş doğarken idi. Uyanmaları guruba yakın olmakla cevapta bâzıları) “Bir gün, yâhut günden bir mikdâr uykuda kaldık.” dediler. (Tekrar uzamış kıllarına, tırnaklarına bakıp) birbirlerine; “Ne kadar eğlendiğimizi Rabbimiz daha iyi bilendir. Şimdi siz birinizi bu gümüş para ile şehre (Tarsus’a) gönderin de baksın, onun hangi yiyeceği temizse (daha helâl, daha güzel, daha bol, daha ucuz ise) ondan bir rızık getirsin. Çok nâzik hareket etsin. Sizi hiçbir kimseye sakın hissettirmesin.” dediler. (Kehf sûresi: 19)

Bunlar şehre gidip yiyecek getirecek kimsenin (Yemlîhâ’nın) elbise değiştirerek hâlini kimseye bildirmeden gidip gelmesini uygun gördüler.

Bunların en olgunu ve akıllıları olan Yemlîhâ, bu vasiyetleri kabûl edip şehre geldiğinde çok değişmiş bir başka âlem buldu. Hayret etti. İçi burkuldu. Nihâyet ekmekçi dükkanına girdi. O parayı yâni Dokyânus zamânında, onun adına olan sikkeyi ekmekçiye verince, ekmekçi bu adamın hazîne bulduğunu sandı ve hemen elden ele göstererek polise vardı. Yemlîhâ’yı tutup, “Bulduğun hazîneyi ver.” diye tehdid ettiler. Yemlîhâ dedi ki: “Ben hazîne bulmadım. Dün bu altını evden aldım. Bugün çarşıya getirdim.”

Babasının ismini sordular. Söyledi. “Burada o isimde kimse yoktur.” deyip, yalan söylüyorsun dediler. Çok sıkıldı. “Beni Dokyânus’a götürün, o benim işimi bilir.” Bu sözünü de alaya alıp; “Dokyânus öleli üç yüz seneye yakın oldu. Sen bize hikâye mi anlatıyorsun'” dediler.

Velhâsıl pâdişâhları olan Sâlih Melik Tendrus’a götürdüler. Bu pâdişah mümin idi. Vaktindeki insanların çoğu, cesetlerin haşrını inkâr ederdi. Pâdişâh onlara bu hususta ne kadar nasîhat ettiyse, fayda vermezdi.

Yemlîhâ, başından geçenleri o pâdişâha anlatınca, pâdişah; oğlu, eşrâfı ve yakın adamlarıyla birlikte, mağaraya geldiler. Yemlîhâ varıp arkadaşlarına haber verdi. Pâdişâh dahi yetişip, önceki hâlleri üzerine yazılan taşı getirip okudular. İsimleri ve hâlleri anlaşıldı. Onlara selâm verip cevap aldı. Hepsinin boynuna sarılıp, vedâ ederken, tekrar eskisi gibi uykuya vardılar.

Resûlullah efendimiz zamânında, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali, Eshâb-ı Kehf’e gittiler. O zaman Eshâb-ı Kehf uykudan uyanıp onları gördüler. Resûlullah’a îmân ettiklerini bildirdiler ve selâm gönderip duâ istediler.

Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdî zamânında yine uykudan kalkıp, onun yanına gidip askeri olacaklar ve yardım edeceklerdir. Köpekleri Kıtmîr dahi Cennet’e girecektir.

Peygamber efendimiz Eshâb-ı Kehf hakkındaki hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur: Eshâb-ı Kehf, (hazret-i) Mehdî’nin yardımcıları olacaktır ve Îsâ (aleyhisselâm) bunun zamânında gökten inecektir.

ESHÂB-I KİRÂM; Peygamberimizin arkadaşları. Kadın veya erkek, çocuk veya büyük bir Müslüman, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizi çok az da olsa bir kere görürse, kör olan, bir kere konuşursa ve îmân ile vefât ederse buna “Sâhib” veyâ “Sahâbî” denir. Birkaç tânesine “Eshâb” veya “Sahâbe” yâhud “Sahb” denir. Peygamberimizi, kâfir iken görüp de, Resûlullah’ın vefâtından sonra îmâna gelen veya Müslüman iken, sonra mürted olan (Müslümanlıktan çıkan) sahâbî değildir. Sahâbî olduktan sonra mürted olup, Resûlullah’ın vefâtından sonra, tekrar îmâna gelen, sahabi olur. Peygamber efendimiz cin sınıfına da peygamber olduğu için, cin de sahâbî olur.

Eshâb-ı kirâm, dînî hükümler husûsunda en mûteber otoritedir. Çünkü Kur’ân-ı kerîmi, Peygamberimizden öğrenip, kendilerinden sonrakilere öğretmişler ve açıklamışlardır. Peygamberimizin yaptıkları ve söyledikleri hakkında bilgiler, bunların bizzat görerek ve duyarak naklettikleri şeylere dayanır. İşte bunların bütün olarak naklettikleri hükümler, hadîs-i şerîflerin temelini teşkil etmiştir. İslâmiyette İcmâ-ı ümmet, yâni âlimlerin sözbirliği, ancak Eshâbın zamânında tam ve mükemmel bir şekilde gerçekleşmiştir. Ayrıca Eshâbın herbiri, dinde sözü senet, vesîka olan müctehid âlimlerdendir. Sonra gelen müctehidlerden üstündür.

Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâmın üstünlük sırasını üçe ayırmıştır:

1. Muhâcirler: Mekke şehri alınmadan önce, Mekke’den veya başka yerlerden, vatanlarını, yakınlarını terk ederek, Medîne şehrine hicret edenlerdir. Bunlar, Resûlullah’ın yanına îmân ile gelmiş veya gelince îmân etmişlerdir. Amr bin Âs hazretleri bunlardandır. (Bkz. Muhâcir)

2. Ensâr: Medîne şehrinde veya bu şehre yakın yerlerde ve Evs, Hazrec adındaki iki Arap kabilesinde bulunan Müslümanlara Ensâr denir. Çünkü Peygamber efendimize ve Medinelilere her türlü yardımda ve fedâkârlıkta bulunacaklarına söz vermişler ve sözlerinde durmuşlardır. (Bkz. Ensâr)

3. Diğer Eshâb-ı kirâm: Mekke şehri alındığı zaman ve daha sonra Mekke’de veya başka yerlerde îmâna gelenlerdir. Bunlara Muhâcir ve Ensâr denmez. Yalnız sahâbî denir. Eshâb-ı kirâmın en üstünleri, Resûlullah’ın dört halîfesidir. Bunlardan sonra en üstünleri Aşere-i Mübeşşereden (Bkz. Aşere-i Mübeşşere), yâni Cennet ile müjdelenmiş olan on kişiden, geri kalan altısı, (Talhâ, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Saîd bin Zeyd, Ebû Ubeyde bin Cerrâh) ve hazret-i Hasan ile hazret-i Hüseyin’dir. Bunlardan sonra en üstünleri ilk Müslüman olan kırk kişidir. Bunlardan sonra en üstün Bedr Gazâsında bulunan üç yüz on üç sahâbidir. Bunlardan sonra üstün olan Uhud Gazâsında bulunan yedi yüz kahramandır. Bunlardan sonra üstün olan, hicretin altıncı senesinde, ağaç altında Resûlullah’a: “Ölmek var, dönmek yok!” diye söz veren bin dört yüz kişidir. Bu sözleşmeye “Bîat-ı Rıdvân” denir. (Bkz. Bîat-ı Rıdvân)

Eshâb-ı kirâmın adedi: Mekke fethinde on bin, Tebük Gazâsında yetmiş bin, Vedâ Haccında doksan bin ve Resûlullah vefât ettiği zaman yeryüzünde yüz yirmi dört binden fazla sahâbi vardı. Bu konuda başka rivâyetler de vardır.

Eshâb-ı kirâmdan en son vefât edenler şunlardır: Ebdullah bin Evfâ, 705 (H.86) senesinde Kufe’de vefât etti. Abdullah bin Yesr, 706 (H.88) senesinde Şam’da, Sehl bin Sa’d, 709 (H.91) senesinde 100 yaşında Medîne’de, Enes bin Mâlik 711 (H.93) senesinde Basra’da, Ebu’t Tufeyl Âmir bin Vâsile, 718 (H.100) senesinde Mekke’de vefât ettiler.

Peygamberimizin vefâtından sonra, Dört Halîfe devrinde de Eshâb-ı kirâm, İslâm dînini yaymak, cihâd etmek husûsunda sözlerine sâdık kaldılar. Sözlerinden dönmediler. Hepsi ittifak hâlinde, yerlerini, yurtlarını terk ile Arabistan’dan çıkıp, her tarafa yayıldılar. Gidenlerin çoğu, geri dönmeyip, gittikleri yerlerde ölünceye kadar cihâd etti ve İslâm dînini yaydı. Böylece az vakitte çok memleket alındı. Fethedilen yerlerde İslâmiyet hızla yayıldı.

Eshâb-ı kirâmın hepsi âdildir. İslâmiyeti bildirmekte hepsi ortaktır.Kur’ân-ı kerîmi onlar topladı. Hadîs-i şerîfleri Peygamberimizden onlar nakletti.

Eshâb-ı kirâmın, İslâm dînine yaptığı hizmetlerini, örnek yaşayışlarını, fazîletlerini, hepsinin isimlerini ve hâl tercümelerini yazan birçok eser telif edilmiş, yayınlanmıştır. Bunlardan İbn-i Sa’d’ın, Tabakât-ül-Kübrâ’sı, İbn-i Abdilberr’in El-İstiâb’ı, İbn-i Esir’in, Üsüd-ül-Gâbe’si, İbn-i Hacer-i Askâlânî’nin El-İsâbe’si, Türkçe olarak İhlâs A.Ş.tarafından yayınlanan “Eshâb-ı Kirâm” kitabı çok kıymetlidirler. Arapça ve Farsça çok eser yazılmıştır.

Peygamberlerden ve meleklerin üstünlerinden sonra, bütün yaratılmışların en üstünü, Eshâb-ı kirâmdır. Herbirinin ismini hürmetle, saygı ile söylemelidir. Birinin adı söylenince “radıyallahü anh=Allah ondan râzı olsun” denir. İkisi için “radıyallahü anhümâ=Allahü teâlâ o ikisinden râzı olsun” Birkaçı veya hepsi söylenince “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmâîn” veya kısaca “radıyallahü anhüm=Allah onların hepsinden râzı olsun” denir. Eshâb-ı kirâmın herbiri, bu ümmetin hepsinden üstündür. Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanan herkese, yâni her Müslümana, hangi ırktan, hangi memleketten olursa olsun, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti denir. Şu anda Müslümanlar O’nun ümmetidir. Eshâb-ı kirâm Şam’ı fethettikleri, şehre girdikleri zaman, Hıristiyanlar bunları görünce, güzel hallerine şaştılar ve bunlar Îsâ aleyhisselâmın Eshâbı olan Havârîlerden daha üstündür diyerek yemin ettiler. Düşmanın da şâhid olduğu bu üstünlük, gerçeğin, hakîkatin kendisidir.

Sahâbenin fazîlet ve üstünlüğü ile ilgili âyet-i kerîmelerde meâlen buyruluyor ki:

Siz ümmetlerin hayırlısısınız. (Âl-i İmrân sûresi: 110)

Önce Müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ bunlar için, Cennetler hazırladı. Bu Cennetlerin altından nehirler akmaktadır. Bunlar Cennetlerde sonsuz olarak kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100)

Muhammed (aleyhisselâm) Allahü teâlânın Peygamberidir. Ve O’nunla birlikte bulunanların (yâni Eshâb-ı kirâmın) hepsi kâfirlere karşı şiddetlidirler. Fakat birbirine karşı merhâmetlidirler. Bunları çok zaman rükûda ve secdede görürsünüz. Herkese (dünyâ ve âhirette) her iyiliği, üstünlüğü, Allahü teâlâdan isterler. Rıdvânı (yâni Allahü teâlânın kendilerini beğenmesini) da isterler. Çok secde ettikleri yüzlerinden belli olur. Onların halleri, şerefleri böylece Tevrat’ta (ve İncil’de) bildirilmiştir. İncilde de bildirildiği gibi, onlar, ekine benzer. İnce bir filiz yerden çıkıp kalınlaştığı, yükseldiği gibi, az ve kuvvetsiz oldukları hâlde, az zamanda etrafa yayıldılar. Her tarafı îmân nûru ile doldurdular. Herkes filizin hâlini görüp, az zamanda nasıl büyüdü diyerek şaşırdıkları gibi, hâl ve şânları dünyâya yayılıp görenler hayret etti ve kâfirler kızdılar. (Fetih sûresi: 29)

Eshâb-ı kirâm hakkındaki bâzı hadîs-i şerîfler:

Eshâbıma sövmeyiniz! Eshâbımdan sonra gelenlerden bir kimse dağ kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin bir avuç arpa vererek kazandığı sevâba veya yarısına kavuşamaz.

Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz.

Eshâbıma düşmanlık etmekten sakınınız. Allah’dan korkunuz! Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. Onları inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, elbette Allahü teâlâyı incitir.

Ümmetimin en iyisi benim bulunduğum zamanda olanlardır. Onlardan sonra en iyisi onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra da en iyisi daha sonra gelenlerdir.

Beni gören ve beni görenleri gören bir Müslümanı Cehennem ateşi yakmaz.

Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler, Eshâb-ı kirâmın üstünlük ve fazîletini açıkça göstermektedir.

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu