Alm. Zins (-en pl.) (m), Fr. Intérê (m), İng. İnterest. Bir para alacaklısının, borçlusundan istediği ve ana paraya eklenmesi gereken para miktarı. Kazanç getirmesi için yatırılan bir paranın yıllık olarak önceden belli olan, ana paranın üzerindeki fazlalık. Klâsik tanımıyla fâiz, ödünç para alanın, aldığı parayı kullanmadan dolayı ödünç verene ödediği fazla bedeldir. Târihin değişik devirlerinde, değişik şekilde uygulanan ve bütün dinlerce yasak edilen fâiz, Avrupa’da 17. asırdan îtibâren uygulanmaya başlamıştır. Sermâye, arz, talep dengesi esas alınarak çeşitli iktisatçılar, değişik fikirler ileri sürmüşlerdir. Modern iktisatın temelini atan John Keynes değişik bir görüş ile fâizi îzâh etmiştir. Ona göre insanlar çeşitli sebeplerle ellerinde hazır para tutmak isterler. Elde hazır para tutmanın bâzı avantajları vardır. İnsan elinde tuttuğu parayı başkasına verdiği zaman fedâkârlıkta bulunur. Keynes’e göre, bu fedâkârlığın bedeli ise fâizdir.
Tabii ki, bu bedelin, kişileri ellerinde hazır para bulunmaktan caydırıcı seviyede olması gerekecektir. Böylece Keynes, fâiz haddi ile elde para tutma arzusu arasında sıkı bir ilişkinin varlığını kabul etmektedir. Elde para tutma arzusu, iktisatta “likidite tercihi” olarak anılmaktadır. Buna göre, likitide tercihi güçlenirse fâiz haddi yükselecek, bu tercih zayıflarsa fâiz haddi de düşme eğilimi gösterecektir.
Fâizin çeşitli dinlerdeki durumu şöyledir:
Yahûdîlik: Burada ödünç vermenin esas gâyesi, din kardeşine yardımdır. Bu da bedelsiz ve karşılıksız yapılmalıdır. Din kardeşliği, zarûret içinde olanlara yardım, fakirlere, yoksullara karşı duyulan merhamet, sevgi başlıca ödünç verme sebepleridir. Bundan dolayı zenginlerin yoksullara fâizsiz ödünç vermeleri gerekir. Tevrat’ta, fâizle ödünç vermenin yasaklığına dâir hükümler vardır. Burada, “Kardeşin yoksul düşerse ona yardım et, fâiz alma, kâr alma.” ibâreleri açıkça yazılıdır. Fakat bu açık hükümlere rağmen Yahûdîliğin doğru olarak tatbik edildiği yıllar hâriç hiçbir zaman fâizden vazgeçilmemiştir. Bugün İsrail topluluğunda da milletlerarası ticâret ve bankacılık kuralları uygulanmaktadır.
Hıristiyanlık: Bütün ilâhî dinlerde olduğu gibi Hıristiyanlıkta da fâiz yasaktır. Îsâ aleyhisselâm havârilerine menfaat beklemeden borç vermelerini emrederdi. Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği emirlerin tam olarak kitaplara geçmemesi veya bunların çok kısa zamanda ortadan kaldırılması ilâhi emirlerin unutulmasına sebeb oldu. Kiliselerin bu hususta tutumları ise değişik oldu. Kilise papazları, âlimler, ilk zamanlar fâizle büyük bir mücâdeleye girdiler. Fâiz ve tefeciliği kesin olarak yasak ettiler. Bu zamanda fâiz ve tefecilik ayrımı yapılmadı. Ortaçağda fâizle ödünç verme kesinlikle yasak edildi. Zamanla bu mücâdele gevşedi. Fâizle ödünç verme klâsik bir kural hâline getirildi. On altıncı yüzyıldan itibaren bu yasak yavaş yavaş kalkmaya başladı. Bugün Hıristiyan âlemi fâizi kabul eder ve bütün işlemlerini bu esas üzerine oturtarak yürütür.
Roma hukukunda ise, M.Ö. 342 yılında bir kânun ile fâiz yasaklanmıştı. Fakat bu yasak uzun zaman devam etmeyip, Roma Cumhûriyet devrinin sonunda fazla alınmaması için sınır konulmuştu. Roma hukukunda fâiz, sermayenin bütünü üzerinden aylık hesaplanırdı. Yunanistan’da da ilk önceleri sınırlanmıyan fâiz, bazı zamanlarda azamî had ile belirlenmişti.
İslâmiyet: Fâizin azı da çoğu da yasak edilmiştir. Ödünç vermekte, rehinde ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin ötekine karşılıksız olarak vermesi şart edilen mal, İslâm dînince fâiz kabul edilmektedir. Dünyâda tek bozulmayan ilâhî din olan İslâmiyetin ana kaynaklarında; fâizin ne olduğu, inananların bu âfete bilerek veya bilmeyerek düşmemeleri için çok geniş olarak izah edilmiştir. Kur’ân-ı kerîmin birçok âyet-i kerîmesinde bu yasak açıkça anlatılmaktadır. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Fâiz yiyen kimseler, kendisini şeytan çarpmış olan nasıl kalkarsa, mezarlardan öylece kalkarlar. Bu halde olmaları, “Alış veriş aynen fâiz gibidir.”, demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alış verişi helal ve fâizi (ribayı) haram kılmıştır. Bundan böyle, kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelip fâiz yemekten sakınırsa, daha önceki fâiz ona bağışlanır ve bundan sonra onun işi (af edilişi) Allah’a aittir. Kim de haram olan bu fâizi helâl diye yemeye dönerse, işte onlar Cehennemliktir. O ateşte ebedî (sonsuz) olarak kalacaklardır. (Bakara sûresi: 273)
Allahü teâlâ, fâizle geleni mahv eder ve sadakaları (zekâtları) verilen malı arttırır. (Bakara sûresi: 276)
Ey îmân edenler! Fâiz yemeyin. (Âl-i İmrân sûresi: 130)
Yok eğer bu fâizi terk etmezseniz, biliniz ki, Allah’a ve Peygamberine karşı harbe girmişsiniz. Eğer fâiz almaktan tövbe ederseniz, ana paranız sizindir. Böylece ne zâlim olursunuz, ne de zulme uğramış bulunursunuz. (Bakara sûresi: 279)
Peygamber efendimiz bu hususla ilgili olarak buyurdular ki:
Hiçbir mal fâizle artmaz ve hiçbir mal sadaka vermekle azalmaz.
Mirac gecesi, bir takım insanları bana gösterdiler, karınları ev gibi idi. İçleri yılan dolu olup, dışarıdan görünüyorlardı. Ey Cebrail bunlar kimlerdir, dedim. Fâiz yiyenlerdir, dedi.
Karşılığında bir menfaat şart kılınan her türlü borç fâizdir.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.