Fehmi Koru - Bilgiler
08/12/2009 20:18
Gazeteci-Yazar. Uzun yıllar Zaman Gazetesi'nde Ankara temsilciliği ve köşe yazarlığı yaptıktan sonra son iki yıldır bu görevi Yeni Şafak Gazetesi'nde sürdürüyor.ABD Harward Üniversitesi mezunu.Dış literatüre vakıf olmasının yanında, bilişim teknolojisine yakınlığı ile biliniyor. Taha Kıvanç takma adıyla kulis yazıları yazıyor.

Çok bilinen sır: Fehmi Koru

Cemal A. Kalyoncu

Aksiyon 11 Mart 2000

"Ben çok iddialı olduğum konularda yanıldığımı zannetmiyorum; ama iddiasız olduğumda da zaten iddiasız olduğumu, yazdıklarımın ihtiyatla karşılanması gerektiğini mutlaka belirtirim... Mizacen fazla kavgacı birisi değilim. Zorda kalmasam, ihtiyaç olduğunu düşünmesem hiç bir zaman başkası ile kalem kavgasına girmem... Hikmet Çetinkaya ile karşı karşıya gelişim Türk basını açısından büyük bir talihsizliktir."

Arşiv gazeteciliğin en temel özelliğidir. Bu ille yazılı olmak zorunda değildir, hafızalarda yer eden küçük ayrıntılar da birer arşiv bilgisidir gazeteci için.

Emin Çölaşan, 26 Kasım 1996'da gazetesi Hürriyet'in kendisine sansür uyguladığının ispatlanması halinde hemen o gün bu mesleği bırakacağını yazar: "...Eğer gazetemin benim yazılarımdan, cümlelerimden ve hatta sözcüklerimden birine sansür uyguladığını kanıtlarsa, kanıtlamanın da ötesinde bir tek belirtisini gösterirse, ben bu mesleği o gün bırakırım."

Önceki gün baktım Emin Çölaşan hala Hürriyet'teki yazılarına devam ediyordu. Çölaşan'ın o yazısının devamı da var. Sürükleyici bir yazı olduğu için, kopamadım: "Çünkü onurlu ve şerefli bir gazeteci, yazısındaki her sözcüğün sahibidir. Bir tek satırına sansür uygulanması bile, onun derhal istifa etmesini gerektirir. (...) Eğer basında yazılarının sansür edilmesini kabul edip içine sindiren 'köşe yazarları' varsa (!) onlar zaten haysiyetsizdir."

Aradan dört yıl geçer. Çölaşan'ın yazısı gazetesi Hürriyet tarafından sansür edilir. Çölaşan internetin azizliğine uğrayacaktır. İnternetteki yazı ile Hürriyet'teki yazı birbirini tutmamaktadır. Ama sansür hiç kimse tarafından farkedilmez. Bir kişi hariç: Taha Kıvanç.

Doğrusunu söylemek gerekirse sansür bütün gazetelerde vardır ve her gazetecinin başına her an gelebilen birşeydir. Ama Çölaşan'a uygulanan sansürü farklı kılan, onun dört yıl önce yazdığı yukarıdaki satırlardır. Taha Kıvanç, Emin Çölaşan'a, uygulanan sansür olayını belleği ve arşivi sayesinde 'yakalayıp' gözler önüne sermiştir.

Taha Kıvanç için basındaki en iyi hafiyelerden birisidir demek de yerinde bir tespittir sanırım. Onu başarılı bir hafiye-gazeteci kılan özelliklerin başında onun çok okuyan, en küçük ayrıntıları dahi gözden kaçırmamaya çalışan, sürekli gözlemleyen ve daha önemlisi bilgisayar teknolojisinin çok iyi bir kullanıcısı olması gelmektedir. Türk basınında bilgisayarı ilk kullanan gazetecilerden biri belki de ilki olmasının ona verdiği desteği, çok işine yarayan arşivleme ve bilgiye kolay ulaşma aşamasında olmaktadır. Hafızasının kuvvetli olması da Kıvanç'ın işinde bu kadar başarılı olmasının sebeplerinden bir tanesidir. Bütün bunlar ortaya bir hafiye gazeteci portresi çıkarır.

Baba oğul gazeteci!!

Bunların sonucunda Türk basınının en çok taklidi yapılmayı hak eden yazarıdır da Kıvanç. Babası ve kardeşi olduğunu iddia eden Reha Baha Kıvanç isimleri ile birebir taklit edilir. Taha Kıvanç'ın bu kadar kıskanılmasının sebebi Türk basınına getirdiği ve 'kulis' adını verdiği tarzdır esasında: "Kulis Türk basınında daha önce bilinen bir yazı türü değildi. Ben yabancı basını yakından izlediğim için Anglosakson basınında var olan bir yazı tarzını taşımak istedim Türk basınına." Peki ne vardı Kulis'te? "Burada çatık kaşlı olmayan yumuşak bir yaklaşımla, bilgi kırıntıları, haber kırıntıları, okunan kitaplarda karşılaşılan önemli, ama kimsenin o ana kadar farketmediği ayrıntılar, seyredilen bir film, katılınan panel... Bütün bunları, yani hayatın içinden oluşumları bir sütuna taşıma işini ben başlattım. Bu alışılmış bir şey değil, aslında kolay taklit edilir bir şey de değil." Taha Kıvanç haklıdır. Bu kadar geniş alanda kulis yazmak tek kişinin harcı değildir. O yüzden başka gazetelerde ona öykünerek başlatılan uygulamalarda, ekonomik, siyasi, kültür kulisleri yazılır, ama herbirini ayrı ayrı kişiler yazar. Taha Kıvanç işte bunu getirir Türk basınına, her şeyden yazan bir kulis yazarıdır o. Bu yüzden midir bilinmez, biraz komploculuk da vardır onda. Komplocudur; ama bu komplocu yanı ihtiyatı elden bırakmasına neden değildir: "Ben çok iddialı olduğum konularda yanıldığımı zannetmiyorum; ama iddiasız olduğumda da zaten iddiasız olduğumu, yazdıklarımın ihtiyatla karşılanması gerektiğini mutlaka belirtirim."

Kavgayı sevmez ama...

Taha Kıvanç'ın bir özelliği daha vardır. Kıvanç'ın kalem kavgaları oldukça meşhurdur. Onunla kavga etmemiş gazeteci sayısı çok değildir: "Ben aslında mizacen fazla kavgacı birisi değilim. Zorda kalmasam, ihtiyaç olduğunu düşünmesem hiç bir zaman başkası ile kalem kavgasına girmem. Zaten Türkiye'de kalem kavgalarının tadı da kalmadı." Kıvanç, Can Ataklı, Bekir Coşkun, Serdar Turgut ve daha birçok isimle kalem kavgası yapar. Kavga ettiği iki kişi daha vardır ki... "Hikmet Çetinkaya ile karşı karşıya gelişim Türk basını açısından büyük bir talihsizliktir." Kalem kavgasına giriştiği diğer bir isim ise Emin Çölaşan'dır. 1990'lara kadar iyi arkadaş olan ikilinin arası, Çölaşan'ın 'kendisi gibi düşünmeyenleri karalamaya başlaması' ile bozulur.

Taha Kıvanç aslında gerçek bir isim değildir. Gerçeği Bülent Şirin'dir. O zamanki sahibi Alaaddin Kaya'nın teklifi üzerine, çıkmaya başladığı Kasım 1986'da başına geçip daha sonra onüç yılını geçireceği Zaman gazetesinde Kulis'i başlatan Bülent Şirin'dir. Şirin kısa zamanda tanınır ve ilgiyle okunur. Ancak, bir süre sonra deşifre olduğu için Şirin kimlik değiştirmek zorunda kalır: "Şirin benim kızımın adı, Bülent de sevdiğim bir isim. Bülent Şirin imzalı kulislerin benim tarafımdan yazıldığı çok yaygın bir bilgi haline gelince ben de yazıları kestim." Aradan bir süre geçtikten sonra o alandaki ihtiyaç sürdüğü için isim değiştirilerek yazılara devam edilir. Taha Kıvanç böyle çıkar ortaya: "Taha benim oğlumun adıdır." Aslında Bülent Şirin de gerçek değildir. Bu isimlerin baş kahramanı anne ve baba tarafı da Yugoslavya Prizrenli esnaf bir ailenin çocuğu, gazeteci Fehmi Koru'dur. Kendisine göre Taha Kıvanç'ın Fehmi Koru olduğunun anlaşılması ile Türkiye'nin en çok bilinen sırrı deşifre edilmiş olur.

Aile, Prizren'den gelme

Prizrenli Hüsnü Bey, çocuklarıyla beraber Türkiye'nin daha doğrusu İzmir'in yolunu tutar, kolonyacılık yapar. Daha sonra çocuklar da baba mesleği olan kolonyacılığı devam ettirirler. Muzaffer Bey (Fehmi Koru'nun babası) de kardeşleriyle beraber bu işle meşgul olur. Diğer taraftan bir başka Prizren'li, Durak Efendi (Ütin) de, Yugoslavya'daki hayat şartlarının elverişsiz olması sebebiyle Türkiye'ye gelir: "Babam Türkiye'de doğdu, annem ise orada doğup buraya geliyor. Ama her ikisinin aileleri de Prizrenli." Ütin ailesi burada daha iyi şartlarda yeni bir düzen kurarlar kendilerine. Kısmet bu ya, Hüsnü Bey'in oğlu Muzaffer ile Durak Bey'in kızı Ganimet Hanım tanışıp evlenirler. Çiftin adını Fehmi koyacakları bir çocukları gelir dünyaya 1950'de; onu da sonraki yıllarda Vecdi ve Naci takip eder .

Okul çağı geldiğinde ailesi onu Kemal Reis İlkokulu'na kaydeder önce. Koru iyi bir öğrencidir: "Birşey olacağım belli idi ama ne olacağımı ilkokulda düşünmemiştim." Sonrasında İzmir İmam Hatip Lisesi'nde devam edecektir tahsil hayatı. Burada Zaman'ın eski Genel Yayın Yönetmeni Abdullah Aymaz'la olan beraberliği İzmir Yüksek İslam Enstitüsü'nde de devam edecektir. Koru, faal bir üniversite dönemi geçirir. Üniversiteyi bitirdiği 1972'nin sonlarında İstanbul'a gelen Koru Fatih Gençlik Vakfı'nın kuruluşunda çalıştıktan sonra sanayi alanıyla iştigal eden özel bir şirkette çalışma hayatını sürdürür. 1975'te ise, 28 Şubat sürecinin de etkisiyle akreditasyon listelerinden çıkaracakları Fehmi Koru'ya askerler ocaklarının kapılarını açarlar.

Tuzla Piyade Okulu'nda askerliğini kısa dönem olarak yapar. Dönüşte yine kitap kokan işler yapmaya devam eder. Akyay-Kaynak Yayınları'nı arkadaşlarıyla kurarak aralarında Necip Fazıl'ın kendi sesiyle okuduğu şiirlerinden oluşan bir plağın da bulunduğu eserler yayınlar. 1977-78 yıllarında dil öğrenmek için gideceği İngiltere ise daha sonraki hayatında faydalarını göreceği bir pencere açacaktır Koru'ya. Dil öğrenmesini ona, Turgut Özal söylemiştir. Koru, Özal'la, 1977 seçimlerinde siyasete ilk giriş denemesini yapacağı sırada tanışmıştır. Daha sonraları, gazetecilik okumak üzere bir kez daha gideceği İngiltere'den dönünce, bu sefer Arapça öğrenmek için 7-8 ay kalmak üzere Suriye'ye gider. Suriye'deki dönemi ise "onun İslam dünyası ile ilgili fikriyatının oluşacağı" dönem olacaktır. İngiltere'de ve daha sonraki yıllarda gideceği Amerika'da Batı toplumlarını yakından tanıma imkanı bulur Fehmi Bey.

Amerika'ya gidişi ise Ege Üniversitesi'nde kimya doktoru olan eşi Nebahat (Karagülle- Nebahat Hanım başörtüsü yüzünden üniversiteden ilk atılan öğretim üyesidir) Hanım'a MIT (Massachusetts Institute of Technology)'den araştırmalar yapmak üzere bir davet gelmesi ile gerçekleşecektir. Eşiyle beraber gideceği Amerika'da, o da aynı üniversitenin Uluslararası Araştırmalar Merkezi'nde araştırmacı olarak çalışacaktır. Koru, bir imkansızı başarır burada. Amerika'nın en önemli üniversitelerinden Harvard'a, üçyüz kişinin arasından kazanan 4 kişiden biri olarak girer. Sonrasında 1982'de Türkiye'ye döndüğünde 9 Eylül Üniversitesi'ne Arapça okutmanı olarak girecekken, 12 Eylül sürecinin bir yansıması olarak, hakkında hazırlanan rapor yüzünden bu atama gerçekleşmez. Bu dönemde Arabia ve Crescent adlı dergilerde yazmaya başlar.

Fehmi Bey, bu kadar çeşitli yerlerde yazılar yazmıştır; ama bu gün ona sorarsanız yazmak yerine o okumayı tercih edecektir: "Okumaktan çok hoşlanan bir insanım. Yazmak mı okumak mı deseler ve bana bıraksalar okumayı tercih ederim." Milli Gazete'nin ardından Ekrem Pakdemirli'nin onu, başında bulunduğu HDTM'ye basın müşaviri yapması ile gazete ve yazı işinden bir müddet uzak kalır. Buradan, başında Yusuf Özal'ın bulunduğu DPT'nin İslam Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Bölümü'ne (İSEB) "O konular zaten benim konularımdı." diye düşündüğü için geçer ve burada çalışmaya başlar. Onu buraya talep eden, bir uçak yolculuğu sırasında tanıdığı, şimdi Viyana büyükelçisi olan Yaşar Yakış'tır. Yakış, o dönemde İSEB'in başındaki kişidir. Koru, devlette kısa süren bu vazifesinden 1986 Ağustos'unda ayrılır. Ayrılmasına vesile olan, o yılın kasım ayında yayın hayatına başlayacak Zaman gazetesidir. Koru, Zaman'da çok uzun yıllar (13 yıl) kalacaktır: "Bizim kesim her gazete ve dergide yazdığım için ismimi biliyordu. Ama Türkiye genelinde ismimin duyulması Zaman Gazetesi ile oldu." Onu diğer gazetelerden gelen teklif (Akşam) bile Zaman'dan ayıramaz. 1998'in Eylül ayında ise ayrılık zamanı geldiğinden olacak, yazıları birden kesiliverir: "Gazetelerde ben şahsen her zaman özgür bir ortamda çalıştım. Zaman gazetesi de bu yönden en geniş özgürlüğü sağlayan bir gazete idi ben çalışırken." Koru, istenmediği hissine kapılınca Zaman macerası sona erer.

1980'de evlendiği Elektrik Yüksek Mühendisi Süleyman Karagülle'nin kızı Nebahat Hanım'la evliliğinden beş çocuğu (sırayla Mehmet Yasin, Zeynep Alemşah, Fatma Şirin, Ahmet Taha, Ömer Faruk) olan Fehmi Koru'nun, kendisine çevre sağlayan önemli dönüm noktalarından biri de kayınpederinin kurduğu Akevler Kooperatifi'dir.

Bugünlerde 'One Column Ahead' (Türkçesi Bir Sütun İleri) adlı bir İngilizce kitabı çıkacak olan Koru, yazdıkları İngilizce kitaplaşan ilk Türk gazetecisi de olacaktır. Unutmadan ekleyeyim; çok iyi bir Türk sanat müziği ve halk müziği repertuvarı olan Koru'nun sesi de fena değildir.

İşte size Türkiye'nin en çok bilinen sırrı Fehmi Koru'nun hiç bilinmeyen bir sırrı daha: Fehmi Koru da, Taha Kıvanç, Bülent Şirin ve diğerleri gibi gerçek birisi değildir aslında.

Bu da benim teorim.

YORUM YORUM YORUM

Yeter Söz Milletindir !

14 Mayıs düşünceleri

Fehmi Koru

Yeni Şafak 14 Mayıs 2001

Şu anda ülkemizde olup bitenlerin insanı inciten, yaralayan bir yönü olduğu kuşkusuz... Bağımsız bir ülkede, halkın temsilcisi bir parlamentonun ve parlamento içinden çıkmış bir hükümetin razı olması asla düşünülemeyecek gelişmeler yaşanıyor: Doğru dürüst tartışılmadan milli değerlerin haraç mezat satılmasıyla sonuçlanacak yasalar baskılarla çıkartılıyor...

Ekonomik kriz, Türkiye'yi, dışarıya muhtaç hale getirdi; düşülen çukurdan çıkabilmek için ihtiyaç duyulan 'yardım', ancak yasa değişikliği yapılırsa gelecek... İstenen, sadece ekonomiyi yeniden düzenleyen, özelleştirmeyi kolay ve pürüzsüz hale getiren yasalar değil; 'yapısal değişim' ana başlığı altına girecek ne kadar 'değişiklik' varsa, bu vesileyle, gündeme getiriliyor. En ufak bir tereddüt veya yüksek sesli "Acaba?" sorusu, Washington'dan mektup veya Dünya Bankası ile İMF'den azar işitilmesine sebep oluyor...

Bu duruma tahammül çok güç. Bizim gibi, hantal devlet yapısından kurtulmanın gereğine inanmış, daha demokrat, hak ve özgürlüklerin genişçe uygulandığı, hukukun üstünlüğü ilkesinin yerleştiği bir ülke özlemi içinde olanlar bakımından da durum değişmiyor; sonuçta, 'yapısal değişim' o özleme uygun bir ülke ortaya çıkaracak olsa bile, bunun kol bükerek, iradeler ezilerek yerine getirilmesi hoşumuza gitmiyor.

Duyulan rahatsızlığın bir sebebi, Türkiye'de 28 Şubat'la daha yeni restore edilmiş 'Kemalist gelenek' elbette. Demokrasi vurgusu düşük olsa, temelde 'halk için olması' şartıyla 'halka rağmen' uygulamalara izin verse de, bağımsızlık ve dış etkilenmelere kapalılık bakımından olağanüstü duyarlı bir gelenek bu. Kemalist olmayan, hatta 'resmi ideoloji' ile başı dertte bulunan kişi ve kesimleri dahi derinden etkilemiş bu gelenek, şimdi, kendisine ait 'halka rağmen, halk için' yönteminin, kendi temel ilkelerini zedeleyecek biçimde kullanılması karşısında şaşkın...

Bugün olan-bitenlere, milli iradenin baskı ve korkutmalarla eğilip büküldüğü 28 Şubat'ın doğal bir devamı olarak bakmak mümkün. Tek değişiklik baskı ve korkutmanın niteliği ile onları uygulayanların kimliğinin değişmiş olması; yoksa olan hemen her şey, ufak farklarla, 28 Şubat'ta 'doğal' görülenlerle akraba uygulamalar... 'İrtica' ile 'ekonomik kriz' yer değiştirdi; baskının kaynağı 'yerli' değil... Yerine getirilmesi istenilenler 'tehdit' bahanesiyle dayatılıyor, itirazlar 'güç' duvarına çarpıyor; tıpkı 28 Şubat'ta olduğu gibi...

İçinden geçtiğimiz süreçte 28 Şubat'ın doğrudan etkileri kadar, belki onlardan fazla, yan etkilerinin de kalıcı rolü bulunuyor. 28 Şubat toplumu dayatmalara açık hale getirdiği gibi, direniş reflekslerini de köreltti. Bir yan etki de, "Bana her türlü baskıyı lâyık görenler şimdiki dayatmalara müstahaktır" kanaatinin halkta yaygınlaşmasıdır... İşin, tabii, ekonomik krizden çıkış için akla ilk gelen toplumsal dayanışmaya, yurtdışındaki yerli kaynakları devreye sokmaya dönük 'engelleyici' bir yönü de var; 28 Şubatçı kabuller, bu tür tedbir ve tekliflerin telâffuzuna bile engel... "Yurtdışı imkânları seferber edelim", ya da "Herkes kolundaki bileziği, parmağındaki yüzüğü versin de bu çukurdan beraberce çıkalım" dense, kendilerinden fedakârlık talep edilenlerden "Derhal" cevabı gelmeyeceği biliniyor... Oysa, 'yeşil sermaye' diye aşağılanarak dışlanmış halk oluşumlarının önü açılsa, ya da 'irtica' töhmetiyle sindirilmiş sivil toplum harekete geçirilse, ekonomik sorunlar büyük çapta çözülebilir...

Halkın "Yeter, söz milletindir" sloganıyla iktidara yükselişinin yıldönümünde iyice göze batan gerçek şu: Kendi dinamiklerini 'tehdit', kendi halkını 'düşman' gören bir anlayış, kriz durumunda, ister istemez gözünü dışarıya çevirecektir; tıpkı bugün olduğu gibi... Dışarısı da, halkıyla arası açık bir yönetime uygulanacak baskının istenen sonucu almaya yarayacağını çok iyi bilir; bu sebeple de, kapısına düştüğümüz devletler ve uluslararası kurumların krizden vazife çıkartmasını yadırgamamak gerekiyor...

28 Şubat'ın yanında yer alanların, bugün, "Bağımsızlık elden gidiyor" veya "Ülke değerleri haraç mezat satılıyor" diye yakınmaları tam bir samimiyetsizlik; zaten onların fazla bir şikâyetleri de duyulmuyor... Hassasiyet gösterenler, rahatsızlık duyanlar, homurdananlar, ne gariptir, 28 Şubat'ın sillesini yiyenler...

Böyle bir ülkeye, isteyen, istediğini kolayca yaptırır; yaptırıyor da.

YORUM YORUM YORUM

yeni oluşum için

O formül

Fehmi Koru

Yeni Şafak 6 Haziran 2001

Türkiye'nin, şartların hiç beklenmedik anda değişebildiği, 'kendine özgü', sürpriz-sever bir ülke olduğu ihtiyat payını gözardı etmeden kaydedeyim: Bugünden baktığımızda, yelpazenin solunda Kemal Derviş etrafında bir derlenip toparlanma olabilecek gibi; solda 'yeni oluşum' niyeti seslendirenlerin çoğu "Derviş'li formül içinde yer alma" niyetindeler... Dalgalanma böyle bir sonuç verirse, 'sol', bir dahaki seçimde önemli bir başarı elde edebilir...

Esas sorun yelpazenin sağında. Orada da beklentilerin üzerinde odaklandığı bir kişi var: Tayyip Erdoğan... Ancak Erdoğan'ın kişiliği etrafında buluşmayı o kadar da kolaylaştırmıyor. Bu 'olumsuz' bir unsur değil, sadece bir gerçekliğin tespiti. İçinden çıktığı hareket manevra sahasını sınırlıyor Erdoğan'ın; sistem de onun için tuzaklar kurma peşinde. Partileşmeyi hedefleyen Tayyip Erdoğan'ın siyasi zemini gerçek anlamda bir 'mayınlı tarla'...

Böyle bir ortamda başlatılacak çıkışların, özellikle hazırlık aşamasında, çok dikkatli yapılması gerekiyor. Ülke derin bir ekonomik krizin etkisiyle savrulurken bile, krize düşülmesinde önemli katkı payı bulunan 28 Şubatçı kabullerden vazgeçmeye yanaşmayan etkili çevrelerin siyaset üzerindeki gölgesi sürüyor. Temelini yolsuzluk ekonomisine dayayan kirli siyasal yapı, elindeki muazzam maddi imkânlarla, her olumlu çıkışı, her köklü altüst oluşu önlemek veya rayından saptırmak üzere alesta bekliyor.

Çıkışta, esas sorun, bazılarının sandığı gibi, kitleleri etrafında buluşturmayı sağlayacak bir 'toplumsal proje', bir program değil. Değil, çünkü, bugün içinde debelenilen sorunların parlak fikir yoksunluğundan kaynaklanmadığını, dünyanın içinden geçtiği dönemeçte farklılıkların fikirlerden çok kadro etrafında odaklandığını kitleler biliyor. Ayrıca, son iki yıldır, önemli hukuk adamlarının çeşitli vesilelerle yaptıkları kapsamlı konuşmalarda çerçevesi çizilen fikirler, sağda çıkış yapacaklar için de bir başlangıç noktası oluşturuyor. Daha kestirmeden söyleyelim: Yeni bir oluşum için 'ortak paydalar' belli...

İş geliyor ve 'kadro' noktasında düğümleniyor.

Garip olan şu: Tanım kolaylığı yüzünden 'sol' diye ifade etmek zorunluluğu duyulan kesim dışında kalan ve aynı zorunluluk sebebiyle 'sağ' denilen kesimde 'kadro' içerisinde yer alabilecek çok sayıda değer var. Bunların bir bölümü mevcut partilerde ve kulaklarını "İsrafil'in suru" istikametinde kabartmış durumdalar. Bir bölümü kirli siyasetin dışladığı değerler... Mevcuda bakıp siyasetten uzak durmayı yeğlemiş olanlar var bir de. 'Kadro' bunların hepsini içermek zorunda. Hatta, değişik adlar taşıyan partileri, daha çıkışta kendi içine almayı denemek de akıllı bir siyasi tavır olacaktır. Partiler, partililer, dışlanmış veya hiç denenmemiş değerlerle oluşacak bir kadro hareketi kitleleri arkasından sürükleyebilecektir.

Bu hedefi gerçekleştirmenin yazmak kadar kolay olmadığı açık. Psikolojik faktörlerden kişilik farklarına kadar nice engel var bu hedefin önünde. Her şeyden önemlisi de, yola çıkmaya hazırlanan çok sayıda 'lider adayı' bulunması; bırakın daha uzaklardan dâvet edilmesi gereken değerleri, Tayyip Erdoğan'ın hemen yanında duranlardan bile koltuğu kendisine daha fazla yakıştıranların var olduğu biliniyor. Tarihimiz zorun nerede yattığını gösteriyor zaten: İddialı isimleri bir lider etrafında toplamak... Şehzade kavgalarının devletin dirliğini bozacak aşırılığa varabildiği, bunu önlemek için kardeş katline fetva verilebildiği topraklarda siyaset yapıldığı unutulmamalı.

Dün, esas olanın, "Ülke çıkarları ve günün şartları gerektiriyorsa kendini aşabilmek, bugünkü küçük başarıya razı olmayıp basit bir geri hamleyle yarınki büyük başarıyı yakalamayı akıl edebilmek" olduğunu bu sebeple vurguladım. "Küçük olsun, benim olsun" da bir yoldur, ancak RP/FP deneyimi de 'dükkâncılık'tan vazgeçildiğinde kitlelere ulaşılabildiğine işaret ediyor. Kemal Derviş'i sağda siyaset yapanlardan daha şanslı kılan, onun, dünyayla ve Türkiye'deki kavga çıkarmaya hazır odaklarla barışık görünen yüzü... Kitleler, büyük kavgalar verilmesi gerekmeden iktidara ulaşmanın yolunu bulmasını bekliyor muhtemel liderden ve kim bunun akılcı formulünü bulabilirse onun etrafında halkalanmaya kendini hazırlıyor...

Tayyip Erdoğan ve onunla beraber hareket edenler işte o formülü bulmak zorundalar...

Önceki
Önceki Konu:
Tuncer Gülensoy
Sonraki
Sonraki Konu:
Yıldırım Aktuna

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu
Popüler Sayfalar:
Son Ziyaretler: