Alm. Anbetung, Fr. Priére (f), İng. Worship. Kulluk etmek, tapmak, tapınmak. İslâmiyette ibâdet, bütün varlıkları yaratan Allahü teâlâya karşı saygı göstermek, O’nun emir ve yasaklarına uymaktır.
Tapınmak duygusu ve ihtiyâcı, insanoğlunun rûhî yapısında tabiî olarak vardır. Târih boyunca gelmiş, geçmiş bütün insan topluluklarında görülen ortak özelliklerden biri de, kendi inançlarına göre bir tapınaklarının, ibâdet usûlü ve şekillerinin olmasıdır. Gerçekten yeryüzünün her yerinde yapılan kazılarda, eski insanların mâbedlerinin, ibâdet usûllerinin, esaslarının izlerine rastlanıldığı gibi, bugün de dünyânın neresine gidilirse gidilsin en muhteşem yapıların başında mâbetlerin geldiği ve buralarda insanların saygılı davrandıkları görülür. İnsanlar sâhib oldukları inancın koyduğu usûllere göre bu mâbetlere koşmakta, inandıkları varlığa tapınarak huzûr bulmaya, âcizlik, yeis (ümitsizlik), sıkıntı ve kederlerden kurtulmaya, ümit, neşe ve kuvvet kazanmaya çalışmaktadırlar. Bütün insanlarda ortak olan bu hâl, insanlığın, “kendilerinden üstün, dileklerini kabul edecek, onları korktuklarından koruyacak ve istediklerine kavuşturacak bir varlığa” inanma ve tapınma ihtiyâcının ifâdesidir. Bu ihtiyâç, o kadar kuvvetlidir ki, târih boyunca bütün diktatörler, zâlimler ve zulme dayalı rejimler bile başka şeyleri ortadan kaldırabildikleri hâlde bunu yok edememiş, tebealarının dînini ortadan kaldıramamış, belki yerlerine başka inançlar ve tapınma şekilleri koyabilmişlerdir.
Târihte ve şimdi görülen, ateist (tanrısız) denilen insanlar da aslında tamâmen tapınma duygusundan yoksun değillerdir. Bunlar, bilhassa peygamberlerin bildirdiği ilâhî dinlere inanmadıkları, bu dinlere ve inananlarına şiddetle düşman oldukları için “ateist” olarak vasıflandırılmaktadır. Ateistler, “madde”ye inanmakta ve onu ilâhlık mertebesine çıkarmaktadır. Madde hakkında sâhib oldukları inanç ve görüşler, onlar için bir din gibi mukaddes sayılmış ve maddenin hâkimiyeti karşısında takındıkları saygılı ve teslim olmuş hâlleri de tapınma şeklini almıştır. İnsan olarak ateistler de, aşağı bir şekilde, inanma-tapınma ihtiyâcını madde ile karşılayıp tatmin olmaya çalışmaktadırlar.
İnsanlık, bu inanma ve tapınma ihtiyâcını gidermek için târih boyunca pekçok çâreye başvurmuştur. İlk insan ve ilk peygamber olan hazret-i Âdem’in ve daha sonra gelen diğer peygamberlerin bildirdiği ilâhî dinlerden ve bu dinlerde emredilen ibâdetlerden ayrıldıkça şaşkına dönmüşler, kendi elleriyle ortaya çıkarttıkları inanç ve ibâdet boşluklarını doldurmak, düştükleri buhran ve huzursuzluklardan kurtulmak için hayâlî şeylere, güneşe, aya, yıldızlara, rüzgâra, ateşe, şeytana ve bunların taştan, topraktan yapılmış sembollerine tapınmışlardır. Ortaya çıkarılan inanç ve ibâdet şekillerinin bir çoğu garip, gülünç ve saçmalıklarla dolu olurken, bâzıları da insanların diri diri yakılması, işkence ve eziyetler çektirilmesi, vahşî hayvanlara parçalattırılarak uydurdukları tanrılara kurbân edilmesi gibi zulüm ve vahşetlere veya türlü türlü ahlâksızlık ve rezilliklere bürünmüştür. Hattâ, insan, varlığının en derin yerlerinden gelen bu ibâdet ihtiyâcını giderebilmek için, kendisi gibi bir insan olan ana ve babalarına, krallara, zâlim diktatörlere, büyücülere vs. tapınmış, her şeyiyle onlara kul ve köle olarak insanlık haysiyet ve şerefini hiçe sayıp hak ve hürriyetlerini kaybetmiştir.
İnsanların düştükleri bu vahîm yanlışlık ve bayağı işler, her devir ve her yerde Allahü teâlânın gönderdiği peygamberler, aleyhimüsselâm ve hak dinler vâsıtasıyla düzeltilmiş, îmân ve ibâdette hak olan mâbuda (Allah’a) yönelmeleri emredilmiştir. Nitekim Allah’a kulluk hakkında Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “Yalnız sana ibâdet (kulluk) ederiz ve yalnız senden yardım isteriz.” (Fâtiha sûresi: 4) buyrulmaktadır. Böylece sayıları kesin olarak bilinmeyen peygamberler, aleyhimüsselâm, insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınmak karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır. En son hak din olan İslâmiyette, en büyük ve en son peygamber olan hazret-i Muhammed tarafından tebliğ edilmiş, îmân, ibâdet ve ahlâk esasları ile insanlar, mânen ve maddeten yükselmeye, üstünlük ve şeref sâhibi olmaya, dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşmaya dâvet edilmişlerdir. Böylece insanlar, âlemlerin ve bütün mahlûkların yaratıcısı olan ve bütün iyilikleri, nîmetleri gönderen, hiçbir varlığa benzemeyen, mekânlı ve zamanlı olmayan, gücü her şeye yeten, doğmamış, doğurulmamış ve bir olan Allahü teâlâya ibâdet etmeye, ancak O’na boyun bükmeye, O’na duâ etmeye, O’ndan yardım istemeye, O’na sığınmaya çağırılmışlardır.
İnsanın, görünür ve görünmez bütün nîmetleri gönderen Allahü teâlâya gücü yettiği kadar şükretmesi kulluk vazîfesidir. Aklın emrettiği bir vazîfe bir borçtur. Fakat Allahü teâlâya yapılması gerekli bu şükrü yerine getirebilmek kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar yok iken sonradan yaratılmış, zayıf, muhtaç, ayıplı ve kusurludur. Allahü teâlâ ise hep var, sonsuz vardır. Ayıplardan, kusurlardan uzaktır. Bütün üstünlüklerin sâhibidir. İnsanların Allahü teâlâya hiçbir bakımdan benzerlikleri, yakınlıkları yoktur. Böyle aşağı kullar, öyle bir Yüce Allah’ın şânına yakışacak şükür yapabilir mi' Çünkü, çok şey vardır ki, insanlar onları güzel ve kıymetli sanır. Fakat Allahü teâlâ bunlardan râzı değildir, beğenmez. Saygı ve şükür sandığımız şeyler, beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki insanlar kendi kusurlu akılları, kısa görüşleri ile Allahü teâlâya karşı şükür, saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükretmeye, saygı göstermeye yarayan vazîfeler, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir.
İşte, insanların Allahü teâlâya karşı, kalp ve beden ile yapmaları ve inanmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk vazîfeleri, Allahü teâlâ ve O’nun sevgili peygamberi tarafından bildirilmiştir. Allahü teâlâya şükür, O’nun peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti, Allahü teâlâ kabul etmez, beğenmez. Çünkü insanların iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir.
Demek ki, aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükür etmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır. O’nun yoluna “İslâmiyet” denir. Muhammed aleyhisselâma uyan kimseye “Müslüman” denir. Allahü teâlâya şükretmeye, yâni Muhammed aleyhisselâma uymaya “ibâdet etmek” denir.
Allahü teâlâya tâzim ve saygı, O’na kulluk vazîfelerini yerine getirmekle olur. İbâdetlerin neler olduğunu sâdece bilmek kâfi değildir. İbâdet, Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmaktır. Allahü teâlânın rızâsı, yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği haramlardan kaçınmaktadır. İbâdet görevini yerine getirebilmek, Allahü teâlânın nelerden râzı olduğunu bilmeye bağlıdır. İlimsiz ibâdet olmaz. Câhil olanın yaptıklarına ibâdet denmez, sapıklık denir. Nitekim hadîs-i şerîfte; “İlimsiz ibâdet, dalâlettir, sapıklıktır.” buyruldu. Câhil, ne yaptığını bilmeyen kimsedir. Bütün insanların yaratılmasındaki maksat, Allahü teâlâya ibâdet etmektir. Bunu,Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde haber vermektedir. Allahü teâlâ, Zâriyât sûresi 56. âyet-i kerîmesinde meâlen; “İnsanları ve cinleri, ancak beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için yarattım.” buyurdu.
İbâdet üç şekilde olur: Beden ile, mal ile, hem beden ile hem de mal ile olur. Birincisi, namaz ve oruç gibi, ikincisi zekât gibi, üçüncüsü de hac gibidir. Namaz gibi ibâdetlerde başka birisi vekil yapılamaz. Allah’ın emrettiği namazı herkesin kendisi kılması lâzımdır. Oruç da böyledir. Mal ile yapılan ibâdetlerde başka birini vekil etmek câiz olur. Zekâtını vermek için başka birini vekil yapmak mümkündür. Üçüncüsü olan hac, hem bedenî bir ibâdet, hem de mal ile olan bir ibâdettir. Hac vazîfesini yapamayan birinin, başka bir Müslümanı kendi yerine gödermesine izin verilmiştir.
Müslümanlığın farz kıldığı ibâdetlerin faydası, insanlara yâni o ibâdetleri yapan fertlere ve cemiyetleredir. Yoksa Allahü teâlâ insanların ibâdetine muhtaç değildir. İnsan namaz kılmakla, oruç tutmakla hem Allah’a karşı kulluk vazîfesini yapmış, hem de kalbini her türlü kötülüklerden temizlemiş olur. Çünkü namaz ve oruç insanı rûhen yükseltir ve kötülüklerden alıkoyar. Aynı şekilde Allah’ın emrettiği gibi malının zekâtını vermek ve muhtaçlara yardım etmekle de hem Allah’a karşı kulluk, hem de insanlara karşı insanî vazife yapılmış olur.
Yirmi dört saatte bir saat tutmayan bir zamânı, Allahü teâlânın emrini yapmak için ayırmamak ve zengin olup da malın kırkta birini Müslümanların fakirlerine vermemek, mübahları bırakıp da haram ve şüpheli olana uzanmak, insanlar için büyük bir suçtur. İnsan ve cin şeytanları, bugün Allahü teâlânın affını ve merhâmetini ileri sürerek insanları aldatmakta, ibâdetleri yaptırmayıp, günahlara sürüklemektedir. Halbuki bu dünyâ imtihan yeridir. İslâmiyetin emrettiği ibâdetleri yapmak, bu imtihanda muvaffak olmak için lâzımdır (şarttır). İbâdetleri yapmayanlara âhirette çok acı azaplar yapılacağı Kur’ân-ı kerîmin pekçok yerinde tekrar tekrar bildirilmektedir. Bir Müslüman Allahü teâlânın haram ve yasak ettiği şeylerden, O yasakladığı için kaçınınca ve emrettiği şeyleri O emrettiği için yapınca ibâdet yapmış, kulluk vazîfelerini yerine getirmiş olur. İslâm dînindeki ibâdetlerin neler olduğu ve nasıl yapılacağı hakkındaki geniş bilgi İhlâs Holding A.Ş’nin yayınladğı Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabında geniş olarak vardır.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.