Alm. Instinkt, Naturtrieb (m), Fr. instinct (m), İng. instinct. Bir türün fertlerinde doğuştan bulunan, önceden öğrenilmemiş davranış kalıpları. Yuva yapma, yavrusuna bakma, mevsimi gelince göç etme, kış uykusuna yatma, yiyecek bulma gibi davranışların hepsi birer içgüdü çeşididir. İçgüdüye “ilham”, “sevk-i tabiî” veya “sevk-i ilâhî” de denir.
Yavru halindeyken yuvasından alınarak anne ve babasından ayrı yetiştirilen kuşlar, büyüdükleri zaman kendi cinslerine has yuvalar yaparlar. İçgüdü davranışları nesilden nesile geçen irsî bir geleneğin belirtileridir. Yumurtadan yeni çıkmış, birkaç günlük bir civciv toprağa bırakıldığında eşinip bir şeyler bulur ve gagalar. Bu, ona Allah tarafından ilhâm edilmiş, neslinin devamı için lüzûmlu bir içgüdü davranışıdır. İçgüdü davranışları yüksek yapılı hayvanlara doğru gittikçe değişir ve karmaşıklaşır. Sevgi veya nefret, yavru bakımı ve yılın bâzı mevsimlerinde göç etme mecbûriyeti gibi daha girift hisler de içgüdüdür. Yeni doğmuş memeli hayvan yavrusunu annesinin göğsünden süt emzirten, yeni yumurtadan çıkmış ördek yavrusunu suya çeken de bu içgüdüdür. İçgüdü kuvveti olmasaydı koyun, kurdun düşman olduğunu anlamaz ve ondan kaçmazdı. Yavrusunu da korumazdı.
Som balıkları yıllarca denizde yaşar. Fakat üreme vakti geldiğinde yüzlerce kilometrelik yolu kat ederek doğdukları tatlı su nehirlerine dönerek yumurtlarlar. Doğduğu nehrin kolunda yüzmekte olan bir som balığı yakalanarak nehrin başka bir koluna nakledilse, derhal yanlış yolda olduğunu sezerek geri döner ve asıl gideceği nehir koluna ulaşır. Yılan balıkları ise yumurtlamak için yaşadığı tatlı sulardan denizlere göç ederler. Binlerce kilometre kat ederek Bermuda’nın güney açıklarında denizin 7000 metre derinine inerler. Burada yumurtladıktan sonra ölürler. Yumurtadan çıkan yavrular bir müddet sonra ölmüş annelerinin geliş yolunu bularak sâhile varırlar.
Buradan da hiçbir kılavuz olmadan annelerinin yaşamış olduğu eski nehir, göl ve su birikintilerine ulaşırlar. Hayvanlar âleminde akıllara durgunluk veren, insanoğlunu hayret ve şaşkınlık içinde bırakıp, bunları yaratan hakkında derin düşüncelere daldıran böyle yüzlerce bilinen olay vardır. Biyolog Prof. Dr. Cecil Hamar, içgüdü için şöyle demektedir: “Baltimore kuşuna o üstün yuva yapma sanatını kim öğretti' Bu kuşların yaptığı yuvaların hepsi neden birbirine benziyor' İçgüdü mü diyeceksiniz' Belki böyle demekle sorudan kurtulmak mümkün ama, verilen cevap eksiktir elbette! Çünkü içgüdü dediğimiz şey nedir' Bâzılarımız canlıların öğrenme yoluyla değil de doğuştan kazandıkları bilgiler diyecektir. Halbuki buna Allah’ın canlılara ihsân ettiği kuvvet desek daha mantıklı davranmış olmayacak mıyız'..” Bir ormanda bir tilki belirince, sincap o zamana kadar ömründe tilki görmemiş olsa bile, en yakın ağaca sıçrar. Sincaba tehlikeyi haber veren o hareket tarzını tayin eden kimdir' Arılar bütün yapılacak şeyleri nasıl öğrenirler' İşçi arılar çiçeklerin yerini keşfetmeyi, balözü emmeyi, çiçek tozu toplamayı, bal petekleri îmâl etmeyi, larvalara bakmayı, düşmanlarını iğnelemeyi nasıl öğrenirler'
İçgüdü üstüne, batı bilim dünyasında iki-üç asırdan beri çalışmalar ve incelemeler yapılmaktadır. Batılı psikologlar ve ilim adamları içgüdünün varlığını kabul etmekte, fakat bunun mâhiyeti ve insandaki diğer sistemlerle münâsebeti hakkında farklı görüş, nazariye (teori) ve îzahlar (açıklamalar) ileri sürmektedirler. Bunlardan Freud içgüdüyü “id” olarak isimlendirmekte ve insan rûhunun iptidaî kuvvetleri ve güçler sistemi şeklinde târif ederek, rûhî enerjinin belli başlı kaynağını teşkil ettiğini öne sürmektedir. Ayrıca İd’in dış dünya ile ilgili olmadığı, zaman geçmesi ve tecrübeyle değişmediği, enerjisinin hareketli olduğu ve ruhun üst benlik dediği bölümü tarafından kontrol edildiği görüşleri de Freud’a âittir. Gene Freud’a göre bu İd; gerginliğe tahammül edemez, çabuk doymak ister, mantıksız, bencil ve zevk arayıcıdır. Freud’un görüşleri, başta çağdaşları olmak üzere bâzı batılı bilim adamları tarafından reddedilmiştir (Bkz. Freud). Diğer batılı psikolog ve biyologların içgüdü hakkında öne sürdüğü görüşler de başka meslekdaşları tarafından tamâmen kabul edilmemekte; içgüdü batı bilim dünyâsında henüz herkes tarafından kabul edilebilir îzah ve açıklamalara kavuşmamış müphem bir konu olarak durmaktadır. İçgüdünün mâhiyetini, ilim dünyası henüz çözememiştir.
İçgüdü çeşitli asırlarda yaşamış İslâm âlimlerinin kitaplarında da yer almıştır. Asırlarca önce yazılmış çeşitli kitaplarda canlılar hakkında bilgi verilirken her canlının sâhib olduğu içgüdülerden bahsedilmiş, bunların hikmetleri, mâhiyetleri ve işleyiş şekilleri üstüne bilgiler verilmiştir. İslâm âlimleri iç güdüye “sevk-i ilahî”, “sevk-i tabiî” veya “ilhâm” demekte ve şöyle açıklamaktadır:
Allahü teâlâ; her canlıya hayâtını idâme ettirecek, düşmanlarından korunacak, nesillerini devam ettirecek çeşitli kâbiliyetler vermiştir. Canlılar, doğdukları andan îtibâren türlerine mahsus belli başlı bütün temel husûsiyetleri üzerlerinde taşırlar. Hayatları boyunca bu temel hususiyetleri kaybetmezler. Böylece her tür, kendi husûsiyetleri ile kâinâtın nizâmı içinde kendilerine düşen vazifeyi yerine getirir. Meselâ; arıların şaşkınlık uyandırıcı hayatları hakkında Kur’ân-ı kerîm’de Nahl sûresi 68 ve 69. âyetlerinde meâlen şöyle buyrulmaktadır:
“Senin Rabbin, bal arısına da şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan kendine evler edin! Sonra meyvelerin hepsinden ye de, Rabbinin sana has kıldığı şaşırmayacağın yayılım yollarına çık! O arıların karınlarından renkleri muhtelif bal çıkar ki, onda insanlar için şifâ vardır.”
Bunun gibi diğer canlılara da Allahü teâlâ, kendi türlerine mahsus hususiyetler vahyetmiştir. Mahlukların içinde en yüksek olan insanda da çeşitli sevk-i tabiîler vardır. Ancak insandakiler daha karmaşık ve mükemmeldir. İnsanlarda da bulunan açlık, susuzluk, üreme, korunma, karşı cinse ilgi vs. gibi sevk-i tabiîlere uyup uymama husûsunda insan hayvandan ayrılır. Allahü teâlâ, hayvanların yaşayabilmeleri ve üreyebilmeleri için onlarda iki kuvvet yarattı. Bunlardan biri muhtac oldukları, lezzet aldıkları şeyleri istemek, onlara kavuşmak kuvvetidir ki, bu kuvvete şehvet denir. İkincisi, yaşamalarına zararlı olan, canlarını yakan şeylerden kaçmak, bunlara karşı savunmak kuvvetidir ki, bu kuvvete de gazab (gadap) denir. Allahü teâlâ, hayvanların yaşamaları, üremeleri için muhtâc oldukları şeyleri her tarafta bol bol yaratmış, bunlara kolayca kavuşmalarını ve bulduklarını kolayca kullanabilmelerini ihsân etmiştir.
Allahü teâlâ insanlarda da şehvet ve gazap kuvvetlerini yaratmış ise de, ihtiyaçlarına kavuşmaları ve korktuklarından korunmaları hayvanlarınki kadar kolay değildir. Her yerde bol bol bulunan hava ve su dışında diğer ihtiyaçlarını (gıdâ, elbise, silah, ilâç, mesken gibi) temin için insanlar çalışmak, uğraşmak zorundadır. Ayrıca beraber yaşamaları ve aralarında işbölümü yapmaları da bir mecbûriyettir. Çünkü insanlar, birbirlerine muhtâc olarak yaratılmışlardır.
Allahü teâlâ, insanlarda seve seve çalışabilmeleri, çalışmaktan usanmamaları için üçüncü bir kuvvet daha yarattı. Bu kuvvet, nefs denilen kuvvettir. Bu kuvvet ihtiyaç duyulan ve arzu edilenlere kavuşmak; gazap edilenlerle döğüşmek ve zararlılardan korunmak için insanı zorlar. Fakat insanın nefsi bu işinde sınır tanımayınca yaptığı işler hem aşırı, hem de zararlı olur. Meselâ hayvan susayınca temiz suyu kolayca bulur, içer ve doyunca artık içmez. İnsanı nefsi zorlayarak doyduktan sonra da içirir. Sığır, aç olunca, çayırda otlar. Doyunca yatar uyur. İnsan aç olunca çayırda otlayamaz. Bulduğu otlar arasında seçim yapması, seçtiğini soyup, temizleyip, pişirmesi lâzımdır. Nefis, bu yorucu, usandırıcı işleri seve seve yaptırır. Fakat hoşuna gideni doyduktan sonra da yedirir. Ayrıca, hayvan tabiatına uygun ne bulursa yerken, insan bunlar arasında en çok hoşuna gideni yemek-içmek için uğraşır.
İnsanlarda sevk-i tabiîlerini kontrol etmek, onları kararınca ve doğru kullanmak nefsin taşkınlıklarından kurtarmak, hâkimiyetini kırmak için ruh, akıl, îmân gibi kuvvetler de vardır. Bütün ilâhî dinlerdeki îmân, ibâdet ve ahlâk esasları nefsin arzûlarına uymayı sınırlar. İlâhî dinlerin bildirdiği emirlere ve yasaklara uymak, nefsi aşırı taşkınlıklardan korur. Ruh, bu îmân ile, insan bedeninde hâkim olur ve nefsin hâkimiyetine son verirse, bütün sevk-i tabiîler ve bunları çalıştıran nefis, aşırı zararlı ve taşkın olmaktan kurtulur, faydalı hâle gelir. Bu zaman akıl da, saâdeti felâketten, doğruyu eğriden ayırarak rûha yardımcı olur. Şehvet ve gadabın aşırı çalıştırılmasından meydana gelen zararları ve ebedî felâketi anlayarak bunları insana uygun kullanmaya gayret eder. Akl-ı selîm sâhibi bir insan içgüdülerini süzgeçten geçirir, onlara uygun ve lâzım olduğu kadar uyar. Yalnız içgüdülerine uyan insanlar, ya zekâ seviyesi düşük veya ruh hastası kabul edilmektedirler.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.