Alm. Rasse (f), Fr. race (f), İng. race. Irsî yol ile atalarından kendilerine geçen genetik, biyolojik vasıf ve karakterler gösteren insanlar topluluğu. Irk kelimesine biyolojik bir terim de denilebilir. İnsan ırklarının renk ve fizikî şekil esas alınarak birbirlerinden üstünlüğünü temel alan felsefeye de “ırkçılık” denilmiştir.
Irk terimi, zooloji ve botanikte son derece açık ve anlaşılabilir olmasına rağmen, insan topluluklarının sınıflandırılmasında çok karmaşık bir durum kazanır. Bu sebeple de insan ırkları bâzan boylarla, milletlerle, hattâ dil gruplarıyla karıştırılır. İnsanoğlu yeryüzünün her tarafında yaşamıştır. Mevcut şartlar ve aradan geçen uzun yüzyıllar, topluluklar üzerinde çeşitli tesirlerde bulunmuş, bunların fizîkî yapısında değişiklikler meydana getirmiştir.
İnsan türünün özelliği yâni beyaz, sarı, siyah derili gibi çok çeşitli olması, insanların yeryüzünde yaygın bulunmasındandır. İnsanların karakterlerine göre insan grupları ve bu grupların vücuda getirdiği ırklar vardır.
Irk biyolojik bir terim olup, millet, kavim; dil ise târih, kültür ve toplum ile ilgili terimlerdir. Kavim ve millet insanlardan meydana geldiğine göre, ırk esas temel olmaktadır. Bir milleti teşkil eden fertlerin bütünü ana bir ırka ve onun tâli ırklarına mensub olabildikleri gibi, bu topluluğun içine başka bir ana ırkın mensupları da karışabilir.
İnsan ırkları organik ve biyolojik bir gerçektir. Bu realitenin varlığını ve devâmını sağlayan başlıca âmil bütün canlı varlıklara hükmeden verâsettir. Verâset değişmedikçe ırk da değişmez. Beyaz, sarı ve siyah derili insanlar eski devirlerden beri olduğuna göre, ırkî verâsetin değişmediğine hükmetmek gerekir.
İnsan ırklarını ayırdetmek için birçok karakterler vardır. Bu ayrılıklar deri renginde, saçlarda ve gözlerdedir.
Bugün ırkların sınıflandırılmasında başvurulan bir usûl de, kafatasının yapısını esas tutar. Bunda da kafanın tepeden bakılınca görünümü esas alınır. Kafa uzunluğunun genişliğe oranına göre ırklar ayrılır. Kafatasının uzunluğu 100 ise genişliğe oranı 75’ten aşağı olan tipteki kafalara “dolikosefal” (yâni uzun kafa), oran 80’den yukarı ise “brakisefal” (yâni kısa kafa), bunların ortalaması olan gruba da “mezosefal” (orta kafa) adı verilir.
Yeryüzünde bulunan insanlar, üç grup ırktan meydana gelirler.
1. Kara ırk (Mlenoderm): Bu ırka mensup insanların derileri ile gözündeki iriste ve kıllarda melanin denilen kara madde vardır. Alt çene kemiğinin ileri doğru uzun olması, yassı burun olması, kafanın ön-arka çapının nisbi uzunluğu, yâni dolikosefal olması, bedeninde çok az kıl bulunması, kıvırcık saç, kalın dudaklar ve küçük kulakların olması gibi özellikler taşır. Afrika zencileri bu ırka mensupturlar.
2. Sarı ırk (Ksanthoderm): Bu ırktan olan insanların derileri sarımtrak veyâ bakır rengindedir. Bu ırkın başlıca karakterleri şunlardır: Yüzün kısalığı ve enliliği, elmacık kemiklerinin büyüklüğü, gözün ve kılların koyu rengi, beden kıllarının azlığı, saçların kabarık ve dik oluşu, boynun kısa oluşu, kafanın brakisefal oluşudur. Sibiryalılar, Moğollar, eskimo ve Amerika kızılderilileri bu ırka mensupturlar.
3. Beyaz ırk (Leukoderm): Bu ırktan insanlar Avrupanın tamâmında, Afrika, Amerika ve Asyanın bir kısmında bulunurlar. Diğer ırklar gibi bâzı kesin vasıfları yoktur. Saçlar düz, dalgalı veya buklelidir. Hiçbir zaman kıvırcık değildir. Beden, boy, kafa ve yüz ölçüleri, göz ve deri rengi, burun şekillerinde oldukça çok değişen vasıflara rastlanır. Irk farklarını küçümsemek yanlış olduğu gibi, bunları büyütmek de doğru değildir. Çünkü her ırk belirli bir ortama uymuş durumdadır. Fakat başka bir ortama da uyabilir.
Irkçılık: Bilim adamları ırk kavramının M.Ö. 14 ve 15. yüzyıllara kadar uzandığını ifâde etmektedirler. Mısır’da Firavunlar devrine âit mezar duvarlarındaki resimlerde, o zamandaki ırk anlayışını görmek mümkündür. Bu resimlerde yerliler (Mısırlılar) başka renkte, yabancılar başka renkte tasvir edilmiştir. M.Ö. 200 yıllarında Çin’de Çi-in hânedanı devrinde de insanları deri rengine göre farklı gruplara ayırmışlardır. Eski Yunan târihinde bunlara benzer kabîleci anlayışlarla karşılaşılır. Yunanlıların ırk ve renk ayrımları, “eşitsizlik” anlayışına dayanır. Yunanlılar birlikte yaşadıkları kendi toplumlarını üstün görerek diğer toplumlara “Barbar” demişlerdir. Yunanlılardaki bu tabakalaşma ileride diktatoryaların ve köle sisteminin kurulmasına sebeb olmuştur.
İsveçli botanikçi Linneaus, insanları Afrikalı, Amerikalı, Asyalı, Avrupalı olarak sınıflandırırken, kendisinin “Avrupalıları Asyalılara, Amerikalıları Afrikalılara tercih ettiğini”belirtmiş ve böylece ileride doğabilecek bir ırkçı doktrine kapı açmıştır. Bir müddet sonra Freiderich Blumenbach (1776-1840) “İnsanlığın başlangıcında üstün ve âri olan tek bir toplumun bulunduğunu (Kafkasyalılar), daha sonra gelenlerin bu tek ırktan türemelerine rağmen tabiî faktörler (iklim, hayat şartları vb.) yüzünden farklılaştıkları” tezini ileri sürerek, Linneaus’un açtığı yolda yürümüş ve onun tezini desteklemiştir.
On yedinci yüzyılda Fransız bilgin Bernier, ırk kavramına bâzı açıklamalar getirmiş, bunu müteâkiben natüralistler tarafından da antropolojik mânâda ırk kavramı kullanılmıştır.
Târihte bir ırkı diğer ırklardan üstün görerek, bu üstün ırkın mensuplarının diğer ırktan olanlara göre fazla haklara sâhip bulunması gerektiğini savunan kimseler ortaya çıkmıştır. Bu siyâsî cereyana ırkçılık denir. İnsanları ırklara göre sınıflandırarak belirli bâzı ırkları diğerlerine üstün tutan ırkçı görüşler, aşağı saydıkları diğer ırklara, kendilerine hizmetçi olmalarını teklif etmişlerdir. Bu ırkçılar, zaman zaman dünyâ politikasına hâkim ve tesirli olmuşlardır. Hattâ düşüncelerini, uygulama alanına bile dökmüşlerdir.
Genetiğe göre yeryüzünde yaşayan bütün insanların renkleri, ırkî husûsiyetleri ve kısmen psikolojik yapıları, üreme hücrelerinde bulunan kromozom iplikleri üzerindeki “genlere” bağlı olarak değişmekte, farklılık göstermektedir. Genler, her canlı varlığın ve insanın özelliklerine etki eden ve o canlının türüne tam benzemesini sağlayan baş faktördür. Mikroskopla görülemeyecek kadar küçük olan bu kimyevî maddelerin böylesine önemli bir işi nasıl başardıklarının îzâhı, bugünkü fen bilgilerimize göre özetle şöyledir:
“Genler, bütün canlılardaki cinsiyet hücrelerinde bulunan atomların, ultramikroskobik bir şekilde düzenlenmiş olmalarından ibârettir. Yapı projesini, geçmişlerin sicilini ve her canlının kendisine has özelliklerini genler muhâfaza etmektedirler. Genler, insan da dâhil olmak üzere bütün hayvanların şeklini, iskeletini, kıllarını, saçını... ve kanatlarını tesbit eder.”
Bütün genlerin görevleri aynıdır. Bu genler ırkları meydana getirmekte olup, bu olayın tâyininde insanın elinde hiç bir kuvvet yoktur.
Genetik bilimi, insanın “çok kökenli” olduğunu ileri süren ırkçı teorilerin aksine, insanın “tek kökenli” olduğunu ortaya koymuştur. Irklar da bu tek türün bir alt türü, diğer bir tâbirle tek türün farklı “variation”larıdır.
Değişik ırklara ve renklere ayrılmalarına rağmen, bütün insanlar, aynı genetik yapıya sahiptirler ve aynı “gelişim devreleri”nden geçerek olgunlaşırlar. Farklı ırklar, kendi aralarında evlenerek üreyebilmektedirler. Hiç şüphe yoktur ki, bütün insan ırkları, bir tek türü ifade ederler. Yâni bütün insanlar, Âdemoğulları’dır.
Âdemoğullarının, böyle değişik renklere ve ırklara ayrılmasının sebep ve hikmeti elbette, henüz tam mânâsı ile bilinememektedir. Ama, şüphesiz, değişik renkler, farklı iskelet yapıları ve kan grupları, bir tek türün “variation”larıdır. Yâni, biyoloji dili ile ifâde edilirse, insanlar “monojenik” tirler ve tek kaynaktan çıkıp dağılmışlardır.
Irkların nasıl teşekkül ettiği konusu, ayrı bir araştırma sahasıdır ve bu konuda önemli yayınlar da yapılmaktadır. Irkların teşekkülü, ister İbn-i Haldun ve Lamarck gibi düşünerek “coğrafî ve kozmik etkiler” ile, ister Darwin ve taraftarları gibi “tabiî eleme” (séléction natural) ile yahut “mutation”lar ile açıklansın, ırklar, dâimâ bir türü ifâde ederler.
Bu hususu, bütün canlı tabiatta müşahade etmek mümkündür. Aynı tür bitki ve hayvanlar arasında da değişik renk ve biçimlere, yâni ırklara rastlamak, her zaman mümkündür.
En son araştırmalar ve incelemeler göstermiştir ki, bir tür, şu veya bu sebeplerle, farklı ırklara bölünebilmekte ve fakat başka bir türe dönüşememektedir. Çünkü, buna, “veraset kânunları”engeldir. “Bir türe mensup fertler, öteki türden fertlerle kendiliklerinden çiftleşemezler, çiftleşseler bile döl meydana getiremezler; döl meydana getirseler bile, bu döl yaşama gücünden mahrumdur; döller yaşasalar bile kendi aralarında üreyemezler, kısırdırlar. Türlerin vasıflarının sâbitliğini sağlayan bu mekanizmadır”.
Şu halde “ırk”, ırkçıların düşündüğü gibi kültürel, etnik, dile bağlı, psikolojik nitelikler taşıyan bir kavram değildir. Tam mânâsı ile biyolojik bir kavramdır.
Irkçılığın târihî seyri: Irkçılık anlayışları, mîlattan önceki çağlara kadar uzanmaktadır. Eski çağlardaki ırkçılık, genel olarak eşitlik veya eşitsizlik olarak değil, içtimâî yaşayışı düzenleyen tipik kabîleci anlayışlar şeklindeydi. Ancak Yunanlılarda durum farklıdır. Meselâ meşhur Yunan filozofu Eflâtun (Platon)un aşağıdaki ifâdeleri dikkat çekicidir:
“Yunanlı olmayanlar, aşağı adamlardır. Bunlar için en büyük şeref Yunanlılar tarafından idâre edilmektir. Çirkin, hasta ve cılız olanlara da yaşama hakkı tanınmamalıdır”. Eski Yunanlılar, kendilerinden olmayan kavimlere “Barbar” diyorlardı. Avrupa’da ortaçağa kadar ırkçı doktrinlerde fazla değişiklik olmamıştır.
Rönesans ve reform hareketleriyle birlikte başlayan ilimde, fende inkişaf ve coğrafî keşifler sonucunda, Avrupalılar o zamâna kadar bilinmeyen yerlere gittiler. Bu hal, aynı zamanda farklı ırkların birbirleriyle tanışması demekti. Ancak bu tanışma Müslüman milletlerdeki gibi müsbet yönde olmadı. Zîrâ Avrupalılar asırlarca kısır düşünce çerçevesinden dışarı çıkamadığı için, yeryüzünde kendilerinden başka insanların olabileceğini hiç düşünmemişlerdi. Nihâyet Amerika ve Afrika’da fizyolojik yapıları ve içtimâî yaşayışları kendilerininkinden farklı olan insanlarla karşılaştıklarında şaşkına döndüler. Bu insanlar da iki ayağı üzerinde yürüyebiliyor ve konuşabiliyordu. Ne var ki, Avrupalı zihniyete göre bunlar insan değil, olsa olsa köle olabilirdi. Değer yargıları, renkleri, siyah ve sarı olan bu insanları, insan olarak kabûl edemiyordu. Bir İspanyol bilgininin Güney Amerika yerlilerini gördüğünde söylediği şu sözler enteresandır: “Köle seviyesinde, mantıksız kimseler, insanlar, maymunlardan ne kadar farklı ise, İspanyollardan o kadar farklı varlıklar.”
Gene batı dünyâsının ünlü politikacılarından Thomas Moore’nin şu ifâdesi de onun insan haysiyetine olan saygısının derecesini göstermesi bakımından gâyet açıktır:
“Bütün zahmetli ve iğrenç işler kölelere verilsin!”
Irkçı düşünce sâhipleri Allah’ın beyazlara dünyâyı yönetme ve uygarlık yayma gücünü verdiğini, diğerlerini de aşağılığa ve sefâlete mahkum ettiğini iddiâ eder. Bu iddiâ, dîni kılıf yapmaktan başka bir şey değildir.
Gene batılı ırkçı düşünce sâhiplerine göre; târih dâimâ üstünlerle, aşağıların savaşlarına şâhit olmuştur. Halbuki dünyâ târihinde vukû bulan savaşların çoğunun dînî sebeplere bağlı olduğunu bizzat târih söylemektedir.
Batılının bu anlayışı, koloniciliğin tipik bir sembolü olmakla berâber; on sekizinci yüzyılda, kapitalizm ve emperyalizmin meydana çıkışı ile ırk kavramı bugünkü mânâda eşitlik-eşitsizlik doktrinine dönmüştür. Irkçılık, kapitalist sistemin yardımları ile renk farklılığı veya üstün soy gibi düşünce satıhlarını aşarak, mâli yönden de insanları sınıflaştırma yoluna girmiştir.
Yirminci yüzyılda Amerika’da vukû bulan zenci aleyhtarı faâliyetler, kendi târihi içinde ırkçılığın ulaştığı en yüksek noktalardan biridir. Bunun yanısıra Almanya’da Naziler (Hitler), İtalya’da Mussolini, Doğuda İslavlar, asrımız ırkçılık faâliyetlerinin başını çekmişlerdir. Hattâ G. Afrika Cumhuriyeti bunu resmîleştirerek, ırk ayrımını içtimaî ve siyâsî kurumların temel ilkesi olarak kabûl etmiştir.
Birleşmiş Milletlerin 1948’de yayınladıkları İnsan Hakları Beyannâmesi’nde, bütün insanların ırk ayrımı gözetmeksizin eşit haklara sâhib olduğu kabûl edilmesine rağmen, ırkçılık faaliyetleri devâm etmektedir.
Irkçılığın tenkidi: Târifinden de anlaşılacağı üzere, ırkçılık bir aldatmacadan ibârettir; biyolojik, genetik ve antropolojik açıdan kendine bir temel ararken; “ârî ırk”, “genetik kalite”, “saf kan” gibi teorilerle biyoloji, genetik ve antropoloji ile tenâkuza düşmüştür.
Üstün ırk olduğunu savunanlar, bu üstünlük ve özel haklarını ırklarının saflığına borçlu olduklarını zannetmektedirler. Halbuki saf ırklar yeryüzünden silineli çok zaman olmuştur. Biyoloji, insanların çağlar boyunca birbirleriyle münâsebet hâlinde olduğunu ve birbirleriyle kaynaştığını, bunun sonucunda âri bir ırkın varlığının söz konusu olmayacağını kabûl eder. Buna mukâbil ırkçı düşünce ise, saf ırk, insanlık farkı arayışları içinde dönüp dolaşmaktadır.
Irkçı ideolojiye göre; insanları birbirine bağlayan duygular millet olmak, aynı kültürü paylaşmak, aynı dili konuşmak, aynı dîne sâhip olmak... vb. değil, ırk ve kan birliğine sâhip olmaktır. İnsanları birbirinden ayıran yegâne fark da ırktır. Ahlâk ve fazîlet değerleri ise ırka tâbi olup, eğer kişinin âit olduğu ırk, ârî bir ırksa o kişi, yüksek ahlâklı ve seciyeli, eğer değilse, ahlâksız ve âdi demektedir.
Irkçı düşünce ilimden uzak olmasına rağmen, ilmi ve ilim adamlarını sömürerek kendine âlet etmiştir. Irkçılığa âlet olan bilimler (veya teoriler) arasında en başta geleni Darwinizm’dir. Yanısıra antropoloji, fizyoloji, psikoloji, sosyoloji, filoloji gibi ilim dalları da çeşitli şekillerde ırkçılığa âlet edilmiştir. Irkçılık sâdece kafalarda ve kitaplarda kalmamış; dünyânın çeşitli yerlerinde örnekleri görüldüğü gibi pratikleşip, resmîleşerek devlet sistemi olarak kabul edilmiştir. Yakın târihte ırkçı devletlerin misalleri mevcuttur. Irkçılığı temel alan devletler; târih, millet, kültür gibi kavramları yozlaştırdığı gibi demokrasiye ve insan haklarına da karşı olmuşlardır.
Irkçı devlet; millî kültürü sâdece kan bağının bir realitesi; ırkî saflığı medenî terakkinin temeli; ilmi, gayr-i ilmî teorilerin âleti; milleti devletin kölesi kabûl ettiği için, o bu hâliyle devlet sistemi olmaktan da esâsen çok uzaktır. Çünkü devlet, millet için vardır. Devlet, millî menfaatleri koruduğu gibi, hangi ırktan, milletten olursa olsun, insan haklarını ve hukûkunu çiğnemez.
Ayrıca ırkçı devlet, fertleri hâiz oldukları öz değerleri ile değil de, daha önce belirlenmiş bâzı kategoriler içinde yer almış olmaları bakımından ele aldığı ölçüde “totaliteryalizm”e de yaklaşmaktadır.
Kısaca ırkçılık, hiç bir yönden savunulamayacak durumda, insan şeref ve haysiyetine kasteden, parçalayıcı, bölücü; medenî milletlerin kabûl edemeyeceği çağdışı bozuk bir felsefeden ibârettir. İnsanı, insan olarak kabûl etmek, insanlığın bir gereğidir.
Fen bilgilerinin bu sınıflamalarından başka, İslâm dîninde de ırklar hakkında bilgi verilmektedir.
İslâmiyette ırk ve ırkçılık: Kur’ân-ı kerîmde, bütün insanlar ve bunların mensup olduğu ırkların bir tek anne ve babadan (hazret-i Âdem ile Havvâ’dan) meydana geldiği bildirilmektedir. Bunların çocukları, torunları, torunlarının çocukları ve torunları şeklinde çoğalarak, zamanla ırkların teşekkül ettiği, tefsir kitaplarında yazılıdır. Daha sonradan kendilerine gönderilen peygamberlere ve dinlere inanmayan, azgınlaşan insanlara Allahü teâlânın azap olarak gönderdiği Nûh tufanından sonra insanlar, Nûh aleyhisselâmın oğullarından ve gemiye binerek kurtulan çok az sayıdaki inananlardan çoğalarak yeryüzüne yayıldı. Nûh aleyhisselâm insanlığın ikinci babası sayılmaktadır. Hazret-i Nûh’un kendisine îmân etmiş olan üç oğlundan Sam’dan Arap, Fars ve Rum; Ham’dan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı; Yafes’ten de Asyalılar ve Türkler (Bkz. Türkler) meydana geldi. Bunlardan bâzıları Bering Boğazından geçerek Amerika’ya yerleştiler. Biyolojik yapıları birbirlerine benzeyen insanlarda ırk sınıflaması, sonradan ortaya çıkmıştır. İslâmiyette insanların ırklar ve bunlar içinde kavimler (milletler) hâlinde bulunduğu red edilmemektedir. Kur’ân-ı kerîmde; bunun böyle olmasının insanların nizam ve intizam içinde rahat yaşamaları için faydalı olduğu bildirilmiştir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerimde meâlen; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile dişiden yarattık (Yâni hazret-i Âdem ile Havvâ’nın çocukları ve torunları olmak üzere vücuda getirdik). Ve sizleri milletlere ve kabîlelere ayırdık (yâni, bir ana ve babaya mensup olan büyük tabakalara ve onun içinde çeşitli tâifelere ayrılmış bir halde teşkilâta kavuşturduk) ki, birbirinizi tanıyasınız, aranızdaki yakınlığı anlamış olasınız! (Birbirinize düşmanlık yapmak ve kendi topluluğunuz ile öğünmek için yaratmadık.) Şüphe yok ki, sizin Allah katında en kıymetli, en üstün olanınız, takvâsı en çok olanınızdır.” (Hucurat sûresi: 13) buyurmaktadır.
Dikkat edilirse, bu âyet-i kerîmede belli bir millete veya belli bir dînin inananlarına hitap edilmeyip, genelde bütün insanlar muhâtap alınmakta; insanların birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamaları ve böylece tanışmaları için milletlere, kabîlelere taksim olunduğu açıklanmaktadır. Yoksa bu tanışma; üstünlük ve bir diğerini tahkir ve zulüm için değildir. Çünkü insanlar; aynı kökten, hazret-i Âdem ve Havvâ’dan oldukları cihetle yaradılışta eşittir, yâni birdirler. Yine Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurulmaktadır:
“İnsanlar bir tek ümmetti. (Kimi îmân etmek, kimi küfre sapmak sûretiyle ihtilafa düşünce) Allahü teâlâ, müjde verici ve azab ile korkutucu peygamberleri gönderdi...” (Bakara sûresi: 213). İslâmiyet eşitlikten bahsederken yaradılıştaki eşitliği kasdeder. Yâni insanlar, insan olmak bakımından, siyah veya beyaz, zengin veya fakir, efendi veya köle hep eşittir. Lâkin ahlâk açısından, cömertlik, cimrilik, nâmuskârlık, dürüstlük, hilebazlık gibi kavramlar açısından insanları eşit tutmak, hepsini aynı kefeye koymak mümkün değildir. Eğer bu yapılırsa iyilere zulüm olur. Diğer dinlerde içtimâî sınıflaşmanın derecelerine göre peşin hükümler de farklılıklar gösterir. Hindu kast sistemindeki alt kast ve üst kast arası münâsebetler veya ABD ve bâzı ülkelerde beyazların içtimâî ilişkilerde zencileri fert olarak kabûl etmemeleri; siyahların beyazların bindiği otobüse binip binemeyeceği, aynı hastahânede kalıp kalamayacağı, beyazların gittiği lokantalara, kiliselere, berberlere gidip gidemeyeceği şeklinde yapılan tartışmaların hepsi, ırkçı peşin hükmün farklı tezâhürleridir. İslâmiyette ise peşin hüküm kesinlikle yoktur. İslâmiyette insanlar belli bir sınıf veya gruba mensup olmaları bakımından ele alınmayıp, tek tek değerlendirilir. Yâni İslâm, kişinin hürriyetini tanır. Bu, İslâmiyetin içtimâî sınıflaşmayı reddettiği mânâsına gelmez. Zîrâ bu çeşit sınıflaşma zarûrî ve faydalıdır. İnsanların ahlâk, bilgi ve kâbiliyetleri farklı olduğu müddetçe sınıfsız bir cemiyet düşünmek mümkün değildir.
İslâmiyette mühim olan, insanların böyle sınıflaşmalarda hâiz oldukları kudret ve imtiyazı diğerlerinin üzerinde nasıl kullanacağıdır. Nitekim İslâmiyetin reddettiği sınıflaşma da, insan akıl ve mantığına sığmayan ırkçı, marksçı, aristokratik vs... sistemlerin sınıf anlayışlarıdır. İslâmiyet herşeye lâyık olduğu değeri verir. Bu hususta Kur’ân-ı kerîmden iki âyet meâli şöyledir:
Biz ateşe atılmaya, ateşte yakılmaya en fazla lâyık olanı en iyi biliriz. (Meryem sûresi: 70)
Bu dünyâ hayâtında maîşetleri dağıtan, birini diğerine iş gördürmek için, birinin derecesini ötekinden üstün kılan biziz. (Zuhruf sûresi: 32)
Âlemlerin efendisi Peygamber efendimiz, hayatları boyunca insanlara, rengine veya mevkisine göre farklı muâmele yapmamıştır. O, insanları hâiz oldukları ahlâk nisbetince değerlendirmiştir. Kendisine bir Sahâbe-i kirâm; “İnsanların en hayırlısı kimdir'” diye sorunca; “Ahlâkı en güzel olan.” buyurmuşlardır.
Peygamber efendimiz, bütün Müslümanları kardeş îlân etmiş ve bu kardeşliği kan (soy) kardeşliğinden üstün tutmuştur.
Bu anlayışı, İslâmın beş şartından biri olan Hâc farizasında cemâatle kılınan namazlarda müşahhas olarak görmek mümkündür (Bkz. Hac). Her yıl muayyen bir vakitte yüzbinlerce müslüman Mekke-i mükerremeye akmakta, hac vazîfelerini îfâ etmektedirler.
Dünyânın dört bir ucundan gelen Çinli, Afrikalı, Amerikalı, Asyalı, Avrupalı, Arap, Acem; siyah, beyaz, sarı; yüzbinlerce Müslüman orada huşû içinde yanyana, omuz omuza ibâdet etmektedir. Orada gözün gördüğü her insan, hep tek tip elbise, yâni ihram giyinmiştir. (Bkz. İhram)
Dünyâda bir başka örneği görülmeyen ve büyük ibretlerle dolu bu manzara, kardeşliğin en güzel ifâdesi, insan birliğinin belki de en yüksek sembolüdür.
Ayrı ırkta, ayrı renkte, ayrı dilleri konuşan, fakat aynı îmânı paylaşan bu insanları biraraya getiren ve kardeşliği hiçbir fark gözetmeksizin ümmet anlayışı içinde kalblere nakşeden din, İslâmiyet olmuştur.
İsevîlik, Mûsevîlik, diğer inanç ve ideolojilerin hepsi ırkçılığa ve benzeri marazi cereyanlara âlet edildiği halde, 1400 yıl önce gelen İslâmiyet, ırkçılığa âlet olmadığı gibi, böyle bozuk ve sapık ideolojilere de en büyük savaşı açmıştır.
Bugün insanlar arasındaki dil, fizikî yapı ve renk farklarında, henüz fen bilginlerinin bulamadığı, tesbit edemediği bâzı incelikler vardır. Zamanla meydana çıkacak olan bu bilgiler hakkında, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Gökleri ve yerleri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin ayrı olması, onun varlığının delillerinden, belgelerindendir. Doğrusu, burada bilenler (yâni ilim adamları) için dersler vardır.” (Rum sûresi: 22) buyurmaktadır. Bu sözler, bugün genetik ile uğraşan ilim adamlarına İslâmiyetin yol gösterici bir işâretidir.
Netîce olarak, İslâmiyette insanların ve milletlerin birbirlerine üstünlüğü, biyolojik yapılarına göre değil; İslâmiyete inanmaları ve dînin emirlerine daha çok sarılmalarına göredir (Bkz. Takvâ). Irkçılığa dayanan üstünlük iddiası yasaklanmıştır. Bununla berâber milletlerin, târih boyunca uğrunda fedâkarlık yaptığı ve insanlığa öğretmeğe çalıştığı faydalı şeylerle iftihar etmesinin, öğünmesinin bir zararı yoktur.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.