J. Anton Keller - Bilgiler
08/12/2009 20:19
J. Anton Keller, İsviçre vatandaşı... 25 yıl boyunca “Good Offices Group of European Lawmakers” (Avrupalı Kanun Yapımcıları Good Offices Grup) adlı kuruluşun ve itibarlı bir kurum olan “International Committee for European Security and Co-operation”un (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Uluslararası Komitesi) sekreteriydi.

J. Anton Keller, Ayrıca BM’de de daimi temsilci. Tüm bunlar Amerika ve Avrupa'dan, Yakındoğu'dan, İsviçre'den kanun yapımcılarıyla çalışmayı ve BM insan hakları komisyonu’nda getir-götür işlerine bakmayı kapsar.

Keller, bir çok konuda çalışıyor. Kendisini, ‘genelci’ olarak tanımlıyor. Genelciliğini şöyle anlatıyor; “1960’ta hepimiz Zürih Federal Teknoloji Enstitüsü’nde bir avuç mimarlık öğrencisiydik. Nubya çölündeki anıtların (yükselen) Assuan baraj gölü sularından kurtarılması planlarının hiçbirinden memnun değildik. Biz de Nil'i bir yan vadiye çevirip suyunu orada biriktirme projesiyle geldik. Sonuçta benim tezim Nil nehrinde optimum su yönetimi üzerineydi. Bunun için eğitimimi değiştirip buna hidroloji, su hukuku ve ekonomisiyle, hatta (projeye) gerekli Gabgaba kanalının kazılmasında nükleer bombaların barışçı kullanımı konusunu da dahil ettim. Dolayısıyla, diyebiliriz ki, geçen yıllar içinde tam bir ‘genelci’ oldum.”

Bazıları Keller’e, kayıp davalar uzmanı, aykırı düşünür ya da çok şapkalı bir yönetim danışmanı derler. Bunun sebebi belki de onun (1979’da) Tahran ABD büyükelçilik rehine krizi, Falkland adaları krizi ve 1. Irak-Kuveyt Savaşı’nda uyguladığı paralel diplomasi faaliyetleri nedeniyledir. 12 torunu var.

HAKKINDA YAZILANLAR

İlginç iddia: Kuzey Irak'taki 63 aşiret lideri Türkiye'ye bağlanmak istiyor

Zaman 1 Kasım 2007

Kuzey Irak'ta bulunan 3.5 milyonluk nüfusun yüzde 70'ini oluşturan 63 aşiret lideri Türkiye'ye bağlanmak istiyor.

1925'te kurulan Musul Vilayeti 1992'de dönemin Cumhurbaşkanı Özal öncülüğünde Körfez Savaşı nedeniyle yaşanan bölünme ihtimalleri üzerine Ankara'da bir araya gelerek harekete geçti ve İsviçreli hukukçu J. Anton Keller'i BM daimi temsilcisi seçti.

Sabah gazetesinin haberine göre son dönemde yaşanan gelişmeler üzerine Konsey'in Türkiye ile konuyu görüşmek için toplanma kararı alması üzerine Keller İstanbul'da toplantı yapmak için girişimleri başlattı.

PASAPORTA EL KONULDU

Ancak Keller'in yapacağı toplantıya 63 aşiret liderini temsilen katılması beklenen Kuzey Iraklı 4 aşiretin liderleri Türkiye'ye gelemedi. Aralarında Almanya'da sığınmacı olarak yaşayan eski Dohuk valisi, Saddam dönemi eski Tarım Bakanı ve yazar Musul Vilayet Konseyi Genel Sekreteri Muhammed Sıddık Mahmut, Hollanda'da sığınmacı olarak yaşayan ve Kerkük bölgesindeki petrol yataklarında önemli bir paya sahip olan Mama Seny aşiretinin lideri Müşir Hadi Ahmet, Musul vilayetine ait tapu kayıtlarını elinde tutan ve şu anda Kuzey Irak'ta bulunan Surçi aşiretinden Nedim Surçi, Süleymaniye'de yaşayan ve tapu sicillerinden sorumlu olan Şeyh Saleh'in de bulunduğunu söyleyen Keller, Barzani yönetiminin bu kişilerin pasaportlarına el koyarak ve telefon iletişimlerini keserek Türkiye'ye gelmelerine engel olduğunu söyledi. Keller, Türkiye'nin acil olarak devreye girmesi gerektiğini belirtti. Keller bu durum üzerine Türkiye'de Başbakan Erdoğan'ın Başdanışmanı Prof. Ahmet Davutoğlu, MHP İstanbul Milletvekili Gündüz Aktan ile muhalefet partisi milletvekilleriyle görüşerek durum hakkında bilgi verip, aşiret liderlerinin Türkiye'ye bağlanma isteklerini iletti. Keller önceki gün ise Sosyal Bilimler Araştırma Merkezi'nin düzenlediği "Musul Vilayeti'nin Yeniden Doğuşu mu?" başlıklı bir panele katıldı. Emekli orgeneral Edip Başer'in de katıldığı toplantıda, "Türkiye'nin Musul'a müdahalesi için tarihsel, hukuksal ve sosyolojik zemininin bulunduğu" belirtildi.

Musul Vilayet Konseyi

1925 yılında Musul, Erbil, Dohok, Süleymaniye, Kerkük ve Diyala 'Musul Vilayet Konseyi' çatısı altında bir araya geldi. Kurtuluş savaşı bitince Türkiye 'Musul Vilayeti' ile ilgili durumu tartışmaya başladı. İlk sıkıntı 1922'de yaşandığı için konu o zaman görev yapan Milletler Cemiyeti'ne yansıdı. Cemiyet, 1925'te 'Bölge, Milletler Cemiyeti'nin kontrolündedir. Bölgede yaşayanların hakları belirlenmeli' kararı aldı. Musul Vilayeti, 1932 yılında Irak Krallığı'na bağlanırken iki önemli şart koşuldu: 'Birincisi, bölgedeki bütün halkların insan hakları nezdindeki kuralları güvenceye alınmalı. İkincisi bölgedeki aşiretlerin veya şahısların petrol ya da maden imtiyazları güvence altında tutulmalı'. Bu şartlarla Musul Vilayet Konseyi'ne imtiyaz verildi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Musul, Irak devletinin parçası oldu. Konsey, Körfez Savaşı'yla birlikte Irak'ta bölünmenin ilk ateşi yakılınca harekete geçti ve 1992'de İsviçreli hukukçu Keller'i BM nezdinde temsilci seçti.

Türkiye ile Irak arasında 1946 yılında imzalanan dostluk ve sınır anlaşmasına göre her iki ülkenin sınırları içinde bulunan 75 kilometrelik bir bölge içinde eğer komşu ülke o bölgede asayişi sağlayamıyorsa, saldırıya maruz kalan ülkenin sıcak takip yapabilme hakkını kabul ettiğini kaydeden Keller şöyle konuştu: "Dönemin Başbakanı Özal'ın Barzani ve Talabani üzerinde çok önemli bir etkisi vardı. Ankara'daki toplantıda Talabani ellerini masanın üzerine koyarak bu oluşuma destek olacağına dair yemin etti. Barzani ise Musul Vilayet Konsülü'ne destek olabileceği sözü verip diğer Kürt aşiretlerle birlikte hareket edeceği konusunda teminat verdi."

1992'de Özal'ın direktifiyle yapılan toplantının baş aktörlerinden olan eski Sakarya Milletvekili Yalçın Koçak da Türkiye'nin bölgeye müdahale hakkının olduğunu savundu. Koçak Musul Meselemiz, adlı bir kitapçık hazırlayarak Başbakan Erdoğan başta olmak üzere bir çok üst düzey yetkiliye gönderdi. Türkiye'nin Kuzey Irak politikasının odak noktasının Kerkük değil Musul olmasını öneren Koçak, Türkiye'nin o dönem Musul'u bağımsız bir Irak devleti olmadığı için şartlı olarak Irak Krallığı'na bıraktığını ifade etti.

xxxxxxxxxxx

Xxxxxxxxxxxx

Musul Vilayeti'nin Yeniden Doğuşu mu?

J. Anton Keller'la Söyleşi

(1. Bölüm)

Röportaj: Murat Sofuoğlu

Çeviren: A. Altay Ünaltay

Ekopolitik.org Türkiye ve tüm Orta-Doğu için hassas bir konuma sahip Kuzey Irak üzerine olan odaklanmasını Musul Vilayeti Konseyi’ni BM nezdinde temsil eden J. Anton Keller ile yaptığı röportajı ile sürdürüyor. İsviçreli bir hukukçu, diplomat ve arabulucu Keller dışarıdan bir gözlemci ve tecrübeli bir uzman kimliği ile Türkiye’nin Kuzey Irak ile olan rabıtasına hem hukuksal hem de sosyolojik bağlamda ışık tutuyor. Osmanlı Devleti’nin varisçisi olan Türkiye Cumhuriyeti için Kuzey Irak değil Musul Vilayeti olduğunu söyleyen ve Vilayet’in Irak’a 1926’da şartlı bir şekilde bağlandığını ve Türk devletinin Vilayet üzerinde uluslararası anlaşmalarca sabit meşru yasal haklara sahip olduğunu söyleyen Keller’a göre Türkiye sadece aktif bir diplomasi ile bile Kuzey Irak topografyasının taşlarını yerinden oynatabilir ve tüm dengeleri değiştirebilir. Keller’ın danışmanlığını ve temsilciliğini yaptığı Musul Vilayeti Konseyi Türk devletinin Kuzey Irak politikasının şekillenmesinde merkezi bir rol oynayabilir ve Türk devleti ile de işbirliği yapabilir. Keller sicili bozuk Kürt liderleri yerine Kuzey Irak sosyolojik realitelerini temsile daha layık liderlerin ve insanların Konsey’in bünyesinde bulunduğunu ifade ediyor.

Peki Türk milleti ve devleti Musul Vilayeti Konseyi’nin yükselen sesini duymaya ve kanayan yaralara parmak basmaya hazır mı? Veya son iki yüzyıllık tarihimizde defaten yaşadığımız gibi Kuzey Irak’ta da oldu-bittilere mi razı olacağız?

Ekopolitik(Murat Sofuoğlu): Musul Vilayet Konseyi nedir? Ve sizin onunla ilişkiniz nedir?

J. Anton Keller: Musul Vilayeti ve konseyinin oluşumu, gelişimi ve görünümü ile ilgilenen dışarıdan bir gözlemci ve danışman olarak, ayrıntılara girmeden önce kendimden bahsetmem daha uygun olacak. Ve baştan, burada ismi geçmeyen, ancak konuya katkıda bulunmuş herkesten, ayrıca kendilerine haksızlık ettiğime inanan diğerlerinden özür diliyorum. Şüphesiz bu benim niyetim değildir.

Kimileri şaka yollu bana kayıp davalar uzmanı ya da Edward de Bono usulü bir aykırı düşünür, çok şapkalı bir yönetim danışmanı falan derler. Muhtemelen bu benim Tahran ABD büyükelçilik rehine krizi, Falkland adaları krizi ve 1. Irak-Kuveyt Savaşı’ndaki paralel diplomasi faaliyetlerim nedeniyledir. Bundan kıymetli bir İsviçreli diplomatın ardından yazdığım anma yazımda bahsettim. 25 yıl boyunca “Good Offices Group of European Lawmakers” (Avrupalı Kanun Yapımcıları Good Offices Grup) adlı kuruluşun ve itibarlı bir kurum olan “International Committee for European Security and Co-operation”un (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Uluslararası Komitesi) sekreteriydim. Ayrıca BM’de de daimi temsilciyim. Tüm bunlar Amerika ve Avrupa'dan, Yakındoğu'dan, İsviçre'den kanun yapımcılarıyla çalışmayı ve BM insan hakları komisyonu’nda getir-götür işlerine bakmayı kapsar. Ben bir İsviçre vatandaşıyım, şarabı Coca Cola'ya tercih ederim ve en son bildiğim kadarıyla 12 torunum var.

Eğer tipik bir aykırı düşünür diye bir şeyden sözedebilirsek, o kişi muhtemelen sırtını arkaya yaslayıp her şeyi yeniden düşünmeye, geçmişte neler olduğunu araştırma ve bunlara yoğunlaşmaya ve böylelikle eldeki konuda yarın ne olacağını kestirmeye alışkındır. Bu tecrübenin amacı, eldeki seçenekler ve onların sonuçlarını bulmak, böylece, siyasi, ekonomik ve sosyal sorumluluk makamlarını işgal eden karar alıcılara destektir. Böyle bir kişi kolayca değerlendirilemez, siyasi, dini ya da diğer yelpazede bir yere oturtulamaz. Tek bir konuyla, inançla ya da etnik grupla “evlenmemiş olmak” kimi insanları kararsız ve rahatsız bırakabilir. Belki de bu (Abdullah) Öcalan'ı geçenlerde ismimi ve eserimi karalamaya itmiştir; oysa onunla hiçbir ilişkim olmadı.

Kendi kültürel köklerinden gelen şekliyle otoriter bir lider olan Öcalan’ın belki de gerçekten bağımsız zihinler ve kişilerle tanışacak imkânı olmadı. Yine de tarih, bana hiç kimseyi baştan mahkûm etmemeyi ve herkese durumunu ispata kadar şüphe hakkını tanımayı öğretti, yani değişen koşullar ve kişisel evrimci gelişim herhangi birini sorunun bir parçası olmaktan çözümün parçası olamaya getirebilir. Eğer Mehmet Dülger’le de konuşursanız, o size ne söylediğimi anlatacaktır.

Birçok konuda çalışıyorum. Her şeye önce teorik olarak bakar; konuya eldeki tüm bilgi kaynaklarıyla yoğunlaşırım. Bir genel resim olarak: 1960’ta hepimiz Zürih Federal Teknoloji Enstitüsü’nde bir avuç mimarlık öğrencisiydik. Nubya çölündeki anıtların (yükselen) Assuan baraj gölü sularından kurtarılması planlarının hiçbirinden memnun değildik. Biz de Nil'i bir yan vadiye çevirip suyunu orada biriktirme projesiyle geldik. Sonuçta benim tezim Nil nehrinde optimum su yönetimi üzerineydi. Bunun için eğitimimi değiştirip buna hidroloji, su hukuku ve ekonomisiyle, hatta (projeye) gerekli Gabgaba kanalının kazılmasında nükleer bombaların barışçı kullanımı konusunu da dahil ettim. Dolayısıyla, diyebiliriz ki, geçen yıllar içinde tam bir “genelci” (“generalist”: her konuyla ilgilenen, uzman ya da “specialist”in tersi, ç.n.) oldum. Bu mekanizmayı, bu özel düşünüş yöntemini kullanarak problemlere yaklaşabilir ve kimsenin varlığını düşünmediği bağlantılar bulabilirim. Bu tarz düşünüş bazen alışılmadık ama pratik düşünceler doğurabilir, her ne kadar bunlar bazen içinde yaşadığımız zamanın verili gerçeklerine aykırı olup, daha uygun koşullar beklemek durumunda olsalar da.

Irak da bu tür baş ağrıtan problemlerden olup, belki de onun (çözüm) zamanı yaklaşıyor. Irak her zaman aklıma gelmeye devam ediyor, çünkü ilgilendiğim makropolitik gelişmelerin giderek önem kazanan bir parçası o. Ve ona Osmanlı devleti, Filistin ve İsrail hesaba katılmaksızın bakılamaz. Irak’a ilişkin çözüm esas referans kaynaklarının adapte edilmiş yeni terimleri içerisinde bulunamaz. Ortada 30 Mayıs 1932’den kalma şu temel Irak belgesi varken (ki genel bir çözümün anahtarı olabilir), bu belge 1992’ye dek Kürt araştırmacılarca dahi bilinmiyordu. Dahası, oradaki güçler, henüz tamamen tüketmedikleri değişik yolların varlığına daha yeni zihinlerini açmaya başladılar.

1991 sonlarındaki ilk Körfez Savaşı’ndan sonra, Irak’ın nasıl kurulduğunu okumaya başladım. Kısa sürede kuruluş yıllarından kalma çok ilginç bir belgenin varlığını keşfettim. Çözüm bir tarihi atlastan geldi; burada Musul Vilayeti özel bir birim olarak gösteriliyordu. Tecrübelerim bana Milletler Cemiyeti’nin, Irak krallığı kurulmadan önce bir hayli sosyal, ekonomik, kültürel ve diğer araştırmalar yaptırdığını söylüyordu. Onun Türkiye ile sınırını çizen bir belge olmalıydı. Bundan 1923 Lozan Anlaşması'nda bahsediliyordu ve bu o dönem güçleri arasında çekişmeli bir konu idi. Irak, Milletler Cemiyeti’nin ilk çocuğu olduğu için, Milletler Cemiyeti Musul Vilayeti’ni oluşturan toplulukların değişik taleplerini dikkatle incelemiş olmalıydı. Onların ihtiyaç ve meşru talepleri görmezden gelinemezdi.

Sonuçta, 16 Ocak 1992’ de BM kitaplığı tekrar açıldığında, 1 saat içinde aradığım o anahtar belgeyi buldum. Bu buluştan sonra giderek daha çok insan Musul Vilayeti kavramıyla ilgilenmeye başladı. İlgili formel çekinceler, uluslararası azınlık koruma maddeleri, ve özel mülk garantileri 30 mayıs 1932 tarihli Irak temel Deklarasyonu’na yazılmıştı. Hala uluslararası hukukta bu geçerlidir; ve bu deklarasyon Irak'la ilgili olarak anayasa ve kanunların üstünde bir bağlayıcılığa sahiptir. Bu benim için çok şeyin açıldığı bir an oldu. Ama konuyla ilgili diğerleri için de sıkıntılı bir an idi, çünkü bu uluslararası garantileri tanıyacak, inceleyecek ve uygulayacak olan güçler buna çok ve çeşitli dirençler gösterme temayülündeydi.

-***-

Şimdi sorularınıza gelelim. Musul vilayeti ve onun her zaman hor görülmüş sakinleri hakkında kişisel görüşümle başlayayım. Şimdi kuzey Irak denen yer Firavun Akhenaton, büyük İskender ve muhteşem Süleyman'lardan (Kanuni) beri dini, kültürel ve ekonomik bir kavşak noktasıdır. Tanrı’nın izniyle ve oradaki toplulukların, liderlerinin ve komşularının yoğun çalışması, idealleri ve kararlılıkları sayesinde Musul Vilayeti, Ortadoğu'nun etrafında tekrar şekillendirildiği çekirdek olacaktır; onun gelenekleri, işleri kolaylaştırıcı mirası ve nüfusunun ihtiyaç ve meşru beklentilerine uygundur bu. Yalnız burada Osmanlı devleti’nin yeniden canlanmasından bahsetmiyoruz, ama Musul vilayet liderlerinin hala açık yolları takip ederek (örneğin Osmanlı tapu kayıtları gibi) bu (Osmanlı) tecrübe(sin)den olduğunca ilham almalarını bekliyorum. Bu perspektifin kuvveden fiile dökülmesine hizmet için bir Musul Vilayet Konseyi oluşturmaya niyet edilmiştir. Konsey” üyeleri, bu vilayete hizmet ve parlak geçmişini yansıtan güvenli, istikrarlı ve genel faydaya hizmet eden bir merkez oluşturmakta tüm katkılarını yapacaklarına söz vermişlerdir.

Kısaca bu eldeki imkan ve sorunların daha geniş bir açılımıdır. Şimdi tüm Ortadoğu'da savaşlar yaşıyoruz. Çok bilgili bir meslektaşım olan Richard Anderegg buna “Osmanlı mirasını paylaşma kavgaları” demişti. Ben onların tarihin çok daha derinlerine giden güçlü köklerini tanımak istiyorum. Bence, kimse Diadoch'ların (“varisler”, Büyük İskender'in varisleri, ç.n.) savaşlarını, (Firavun) Akhenaton'un varislerinin taht kavgalarını bilmeden burada neler olup bittiğini tam kavrayamaz. Bu, tabii ki, çok daha geniş bir perspektiftir; zihnimizi ve gözlerimizi açmamızı gerektirir. Ama daha sonra göreceğimiz gibi, eğer şimdiki Ortadoğu kördüğümünü çözmekte ciddi isek, kıymetli olacaktır.

Ama şimdilik, daha yakın tarihle yetinelim. Daha önceki yazılarımda sözettiğim gibi –ve imkan oldukça buna defalarca geri döndüm- hala Osmanlının parçalanışından kalma açık yaralar vardır. Bunlara geçici tedavi yapıldı, ama hiçbir zaman iyileşmelerine fırsat verilmedi. Belki bunun sebebi yönetenlerin hiçbir zaman bölgenin problemlerine uzun vadeli çözümler arayacak imkan bulamamış olmalarıdır; (bunun için) halkının tarihini, kültürel özelliklerini, temel ihtiyaç ve meşru isteklerini yeterince değerlendirememişlerdir.

Bu bağlamda, belirtilmeli ki, Musul Vilayeti Konseyi’nin Ankara’da 15 Mayıs 1992’deki deklarasyonunu yenileyen 20 Ekim 1992’deki 3. Deklarasyonu’nda, Musul Vilayeti Konseyi’nin “Musul Vilayeti’nin yüksek idari organı olarak kurulduğu, burada tüm yerli Araplar, Ermeniler, Süryaniler, Kürtler ve Türkmenlerin, kendi liderlerince eşitçe temsil edilme hakları olduğu” tanınmıştır.

500 yıl önce İsviçre de bugünün Kuzey Irak’ına benzer bir haldeydi. Bizde de birbirine rakip ve diğerlerinden iyi bir fikir çıkacağına inanmayan güçler vardı. Herkes kral olmak istiyordu. İşbirliği, diğerlerini kendinin eşitleri kabul etme, iktidarı paylaşma kültürünün gelişip kök salması ve İsviçre'yi bugünkü haline getirmesi yüzlerce yıl sürdü. Gerçi kuzey Irak’ta bundan çok uzağız, ama bu örneğe işaret edebilir ve gerekirse bu hedefin gerçekleşmesini hızlandırmak isteyenlere yardım edebiliriz.

Bu noktadan bakıldığında (kesin olmasa da), anlaşılmaktadır ki, uluslararası toplumun Kürtlere bağımsızlık vermesi meseleye faydalı olmayacaktır. En başta bu tarihin verdiği dersleri dikkate almamak, bölgesel istikrar sağlamak yerine tam tersini yapıp, hem Kürtlere hem de onların dindaş ve komşularına büyük zarar getirecek bir iş yapmak demek olacaktır. Onların yaralarını iyileştirmek, kendilerine gelmek, özyönetim kurumlarını oluşturmak ve toprak anlaşmazlıklarını şiddete başvurmaksızın çözmek için, en az 1 kuşak geçirmeleri gerekiyor. Musul Vilayeti’nin yerleşik Arapları, Süryanileri, Türkmenleri ve Yezidileri gibi, onlar da (Kürtler), bu kurucu toplulukların arasındaki merkezkaç güçleri bertaraf etmenin, özerk bir yapı ve özerk bir halk olarak uluslararası toplum tarafından tanınmak için vazgeçilmez bir temel olduğunun pek farkında değiller. Ben bunu tüm Arap, Süryani, Kürt, Türkmen ve Yezidi dostlarıma söyledim: Bu temel problemleri çözmekte kendileri dışındakilere güvenmemeliler, ve bu noktada Musul Vilayeti de dışarıda kabul görecek olmakla birlikte, sahte demokrasiye değil, bilgili, katılımcı ve sorumlu vatandaşa dayanan gerçek özyönetime giden yolda tek konsept olarak düşünülmemelidir.

Musul Vilayeti Konseyi çatısının ileriye dönük kabul edilmiş tek politik çözüm olduğunu kabul edersek, Barzani ve Talabani gibi şimdiki liderler bu formüle ne kadar uygun? Onlar niye Musul Vilayet Konseyi'ni dikkate almayı kabul etsinler?

Musul Vilayeti Konseyi bugün gerçek bir güç değildir. Ama bugünün liderleri Victor Hugo'nun şu sözünü bilir: “Hiçbir ordu zamanı gelmiş bir fikre karşı koyamaz.” Yani Musul Vilayeti Konseyi fikir halinde ve oluşum halinde bir güç olarak tasvir edilebilir. Bu durum Saddam'ın onun üzerinde çok uzun zaman kararsız kalmasından ve o gittikten sonra da dışarıdan empoze edilen koşulların Musul Vilayet konseptini uygulamaya uygun olmaması nedeniyle ortaya çıktı. Yine de, koşullar hızla değişmekte ve yukarıdaki hayal günümüzün gerçeği olabilir. Bugünün liderlerinin çabaları konusunda yorumda bulunmak ve onlara medya kanalıyla istenmeyen tavsiyeler vermek istemiyorum. İnanıyorum ki, zor koşullar altında yapabildiklerinin en iyisini yapmaktalar ve şimdi kendi bildikleri nedenlerle kendi bildikleri yollarında gitmekteler. Onlar parti üyeleri; tabi ki bir şeyler imzalamak durumundalar. Ancak hepsi bu kadar.

Kürdistan Muhafazakar Partisi'ne ne diyorsunuz, o da Musul Vilayeti Konseyi ile bağlantılı mı?

Evet, sınırlı bağlamda; başta da söyledim, bir KMP bağlantısı var. Kürdistan Muhafazakar partisi üyeleri –tabii eğer buna parti derseniz- Musul Vilayeti Konseyi’nin oluşumunda önemli rol aldılar. Bence, birçok parti, sülaleler gibi ve her yana hakim aşiret yapısına bakarsanız, onlara siyasallaşmış aşiretler demek daha doğru olacak. En azından onlar Batılı usulde siyasi partiler değiller.

Siyasi aşiret terimi herhalde Irak'ın çoğu yeri için doğrudur. Yoksa sizce bu kuzey Irak'a mı özgü?

Irak’ın çoğu için geçerli diye anlıyorum. Yine de, eğer iznim varsa bir eleştiri yapayım, ve bu bizim Batılı başkentlerdekilere yönelik olacak; onlar sürekli kendilerini aldattılar. Benim Iraklı dostlarım için, hiç kimse bunu kişisel almasın, ama benim yargım asli tarihi gerçeklerden gücünü alıyor. Iraklılara demokratik süreç ve kurumlara alışmaları için çok imkan tanınmadı. Onlar daha çok yabancı liderleri etkilemeyi öğrendiler, bunun için de iyi İngilizce konuşmaları gerekiyordu. Kendi parti ya da statüleri adına demokratik kavramlarla ilişkili terimler ya da bir şekilde demokratik terimlere sahipler. Bu da onların bir şekilde demokratik partiler olarak tanınmalarını sağlıyor. Dahası, kimi Batılı liderlerimiz ve onların danışmanları da var, ki ben onlara “düz dünya çocukları” diyorum, onlar dünyanın düz olduğuna inanıp ona göre iş görüyorlar. Her Iraklı topluluk kendi değer yapısına odaklıdır. Ve onların liderleri ancak yeni anlamaya başlamışlardır ki, başka toplumların da kendilerininki kadar meşru hakları vardır ve kendi olayları anlayış biçimleri tek ve zorunlu geçerli olan değildir; ne kendileri ne de başkaları için. Yani bir çeşit cehaletler çatışması yaşıyoruz.

Cehalet, mütemadiyen kandırma yöntemiyle dış dünyadan saklanmaya çalışılır. Saddam’ın demir pençeleri hüküm sürdükçe, bu iç tüketime yaramış olabilir. 1991’de bazı Kürtler, kendilerini birçok açıdan ortada buldular. “Caş” (eşek) terimi o zaman yayıldı, - 12 yıl sonra Baasçılar benzer bir siyasi-sosyal aşağılanmaya uğradılar. Bu (terim) körükörüne emirleri uygulayan demekti. Saddam'la işbirliğine giden Kürt aşiret liderleri için kötü bir isimdi. Onlar eşekti, Saddam onları kandırmıştı. Kimileri buna siyasi fırsatçılık dedi. Ama bu birçok vakada kaçınılmaz bir fırsatçılıktı. Türkiye ile ticari ilişkileri vardı. İstanbul’da evleri, ticarethaneleri vardı. Surchi ailesinden bahsediyorum.

Onların bizim Batılı toplumumuz bağlamında siyasi tecrübeleri yoktu. Aralarında ve Saddam'a karşı güç ve zor ilişkileri vardı. Her zaman Kalaşnikoflar bu dengeleri değiştirebilirdi. Arka planları budur. 1991 ayaklanmasında, Kürtlerin bazıları kendilerini diğer Kürtlerce parmakla gösterilir halde buldular, Saddam'ın istek ve kaprislerinin uşağı olarak.

Aslında bu durumdan çıkmak istiyorlardı; bunun için Kalakin'de Kürdistan Muhafazakâr Partisi denen partiyi kurdular. 29 Nisan 1992’de adı Muhafazakar Parti olan bir aşiret örgütü kurdular. Suudi Arabistan'dan maddi-manevi destek aradılar. Anlaşmalar yapmak istediler. Tüm yapmak istedikleri içinde bulundukları, aşiretlerinin ve Irak'ın bulunduğu durumu değiştirmekti. Ama gerek zihnen gerek de siyaseten daha ileriye gitmek için donanımlı değillerdi. Batı düşüncesi konusunda tek tecrübesi ve temeli olan kişi Muhammed Sıddık idi. O bir yazar ve şairdir. Gerçi –kendi iddiasına göre- Baas üyesi değildi, ama Saddam döneminde önemli siyasi görevleri oldu: Tarım bakanlığı, Saddam'a danışmanlık, Dohuk valiliği, bunlar 1991’de Saddam'a karşı dönmeden önceydi. Şimdi de konseyimizin kurucu üyelerindendir. Ankara toplantılarında da vardı.

Mayıs 1992’deki bu Ankara toplantısı nasıl oldu?

Bir İngiliz ve sürgündeki bir Kürtle ben Irak'a ilk ziyaretimi yapıyordum. Ankara’da Muhafazakâr Parti aşiret liderleriyle aynı otelde kaldık, onlar da Suudi Arabistan'a gidiyorlardı. Hiçbirimiz diğerlerini tanımıyor, ne yaptığını bilmiyordu, buluşma planımız da yoktu. Şansa inanırsanız, şans eseri buluştuk. Biz Irak dışından, onlar içinden geliyordu. Ankara’da Cumhurbaşkanı Özal'ın kardeşi, maliye bakanıyla (Yusuf Bozkurt Özal, o dönem maliyeden sorumlu devlet bakanı idi, ç.n.) buluşmamız vardı. Onunla birkaç yıl önce birkaç OECD “mülteziminin” (“taxmen”, mizah: anlayışsız bürokrat anlamında, ç.n.) Orwell'ci şemalarına karşı omuz omuza mücadele vermiştik. Ayrıca sayın Mehmet Dülger’i de ziyaret ettim, onunla bir önceki yaz Crans-Montana'da (İsviçre, ç.n.) bir forumda karşılaşmıştık. Neyse Ankara'da bir turistik otelde buluştuk. Grubumuzdaki Kürt Serdar Rüstem Pişdar’dı; onunla 1 yıl öncesi Cenevre'deki BM bürosunda yaptığım bir insan hakları araştırmasında görüşmüştüm.

Türkiye’den mi?

Hayır Iraklı bir Kürt, İranlı kökleri de var. Pişdari aşiretinden ve bana aşiret reisi olduğunu söyledi.

Serdar Pişdari kuzey Irak’ta mı yaşıyor?

Hayır, hala Londra'dadır, sürgündür. Kendini temize çıkarmış ve Saddam'la ilişkisinin olmadığını söylemiştir. İmajını da yenilemeye çalıştı; BM platformunda flaş haber olmak, TV klibi yapmak istedi, böylece “önemini” topluluğuna göstermek istiyordu. Ona “bak” dedim, “böyle oyunlar oynayamam. Ama belki sana başka şekilde yardım edebilirim. Yani belgeler arama, araştırma, veri analizi, ilişkiler kurma vs. gibi. Bu, şov yapmaktan ve kendi toplumunu aldatmaktan daha faydalı olur.” Kabul etti ve bir miktar aşama kaydettik -mesela Occidental Oil adında bir şirketin ilgisini çekmeyi başardık. Gezilerimizin masraflarını onlar ödediler.

Petrol şirketi bizimle ilgiliydi, çünkü BM'den bir izin almıştık, kuzey Irak'ın zengin petrol kaynaklarını çıkartmanın teknik fizibilitesini yapacaktık.

Yani, bu şirket aslında BM ile mi ilişkili miydi?

Hayır, hayır. O sıra bu şirketin BM ile ilgisi yoktu. Onların gelip petrol araştırması yapmak konusunda ilgilerini çekmeye ve Kürtlere kendi petrollerini çıkarıp evlerini Saddam'dan bağımsız bir şekilde ısıtmalarını sağlama konusunda yardıma etmeye çalıştık. 1932 Irak Deklarasyonu’nun özel mülklerin korunmasıyla ilgili bölümünü bulduktan sonra ilgilerini çektik. Buradaki garantiler tam onların hayallerine uygundu – belki onlara daha ilginç olan Saddam'ın burnu dibinden petrol çıkarıp götürmekti. “Buna bir şans verelim” dediler, “eğer zaten keşfedilmiş petrol sahaları varsa buralardan belki petrolün akmasını sağlarız.” Hatta bir portatif rafineri bile getirilecekti. Olayların temeli bu.

Böylece üçümüz Ankara'ya geldik. Serdar, Occidental Petrol temsilcisi ve ben. Yiyip içip konuştuk. Onlara ne istediklerini sordum. Bağımsızlık istiyorlardı, Irak Kürdistanı'nı kuracaklardı.

Bunu hangisi dedi?

Ömer Surchi, bütün grubun lideri. Aynı zamanda Kürdistan Muhafazakâr Partisi’nin kurucusu ve başkanıydı.

Onları Ömer Surchi mi Ankara'ya getirdi?

Evet. Davetsiz gelmişlerdi, hatırladığım kadarıyla, kendi paralarıyla. Surchiler çok zengin bir aileydi.

Hala hayatta mıdır?

Evet, hayatta.

Ömer Surchi hala siyaseten aktif mi, yoksa çekildi mi?

Anladığım kadarıyla artık siyaseten aktif değil. O sıra yaptıklarını saygıyla karşılıyordum. Onun ve ailesinin genelde katkılarını her zaman sitayişle yadedeceğim. Yine de kabul etmeli ki, o bana, kişisel yetenekleri ne olursa olsun, bu liderlerin çoğunun kendi aşiret ortamları dışında iş görecek temel tecrübelerden yoksun olduklarını gösterdi. Ne yazık ki, bu konulardaki yetersizlik ve eksikleri onları, istemeseler de, başkalarının oyuncağı haline getiriyor. Belki birçoğunun, ne olup bittiğini iyi bilmekle beraber, Saddam'ın hükmü altında başka seçenekleri yoktu; diğerleri bilmiyor da olabilirler. Tabii bu onların tamamen kendi çıkarları merkezli düşünüp, genel fayda öncelikli amaçları olmadığı ihtimalini de devreden çıkartmıyor.

Birinci körfez harbinden sonra, Saddam'la ilişkileri nedeniyle Ömer'in hassas bir durumda olduğunu sanıyorum. Gerçi bu durumu atlattı ve Celal Talabani'yle faydalı anlaşmalar yaparak kendisine olan güvenilirliği bir miktar geri kazandı. Diğer bir “silah arkadaşı” ve ayaklanmanın lideri Muhammed Sıddık, Ömer'e yeni partinin örgütlenmesinde yardım etti.

Temelde bu kişiler 1. Körfez harbinden sonra Saddam'a karşı direnişi yönettiler, değil mi?

(Evet) O da onlardan biriydi, birkaç kişiydiler. Şimdi her biri bu işi ilk kendinin başlattığını söylüyor.

Sıddık mı Ömer Surchi mi?

M. Sıddık kilit kişi idi. Sonuçta o Saddam'ın Dohuk valisiydi. Hatırı sayılır şahsi riskler üstlenerek taraf değiştirdi ve böylece ayaklanmanın lideri olarak tanındı.

Ömer Surchi'nin bu ayaklanmadaki rolü neydi? Ayaklanmayı kim başlattı? Martin von Brunesen'in (Kürt politikası uzmanı) yazılarında dediğine göre, Kürt ayaklanması, daha sonra Musul Vilayeti Konseyi denen örgüte dahil olanlarca başlatılmıştır. Bu doğru mu?

Dediğim gibi, kimin ne zaman neyi yaptığını değerlendirecek ve herkesin nispi rolünü yargılayacak konumda değilim. Bu ancak ciddi ilmi araştırma ile yapılabilir, ve bu da barış, istikrar ve huzurun bölgeye gelmesine katkıda bulunursa, ancak bağımsız bir komisyonun nezaretinde yapılmalıdır. Herşey iyi gittiğinde herkes bundan pay çıkarır. Bense hiç kimseyi haketmediği şeylerle ödüllendirir duruma düşmek istemem. Bu çok hassas bir konu. Bu tartışma dışında olmak istiyorum. Tüm diyebileceğim, şundan eminim ki, birçok diğer Kürt aşiret ve sülalelerinde Surchi aşireti üyeleri ayaklanmanın öncüleri ve başarıya katkıda bulunanlar olarak biliniyorlar.

Muhammed Sıddık ve Musul Vilayeti Konseyi’nin diğer kurucuları hayatta mıdırlar?

Evet, General Aziz Reşid Akrawy hariç; 1999'da öldü. Sıddık şimdi Süleymaniye'de. Diğerleri şunlardır: Şeyh Salar el-Hafid, Tahir Gazi Fatih, Muhammed Mahmud Haruni, İbrahim Ali Malo, Hüseyin Muhammed Osman, Said, Mahmud Halife ve Müşir Hadi Ahmed; Müşir Hadi Ahmed (Kerkük'te) Siyan ve Mama Seni aşiretindendir. Bu aşiret arazisi Kerkük petrol yataklarının yarısını kapsar. Bu durum Ahmed’i Kerkük petrol ve arazilerinin paylaşımı konularında en önemli kişi haline getirmektedir.

Müşir Hadi Ahmed Arapları, Süryanileri, Kürtleri ve Türkmenleri Kerkük'te barıştırarak petrol-arazi sorunlarını çözebilir mi?

Musul Vilayeti Konseyi’nin diğer üyeleri gibi o da bu işle ilgilidir ve bir danışman olarak ben de hedeften gözümü ayırmıyor, aralıksız, kararlı ve inançlı şekilde bu konu ile ilgili çalışıyorum.

Petrol konusunda Müşir'in konumu nedir?

Aslında, tüm Iraklı azınlıklara uluslararası garantilerce tanınan (toprak ve petrol mülkleri ile ilgili) haklar kesinleşmedikçe ve fiiliyata geçmedikçe durumu belirsizdir. Ama Müşir o inançta ki, tüm Arap, Süryani, Kürt ve Türkmenlerin meşru menfaatleri, yukarıda sözünü ettiğim 30 Mayıs 1932 tarihli Irak deklarasyonu temelinde yürütülecek görüşmelerle sonuca bağlanabilir. Hatta bu Saddam iktidardayken bile yapılabilirdi. Ve bu şimdi, kimi karar alıcıların isteksizliği kırıldıktan sonra çok daha yapılabilirdir. Ben sadece Amerikalı değil, Iraklı, İngiliz, Fransız, Türk ve diğer uluslardan kişilerin Milletler Cemiyeti ile alakalı herhangi birşeyi tanımaktaki isteksizliklerinden bahsediyorum. Gerçi artık daha az dogmatik ve sonuç almaya yönelikler, ama hala, şunu diyecek kafa yapısına varamadılar: Pekala iyi fikirler hep bizdedir demekten vazgeçelim. Belki eski politikacı ve diplomatların hepsi de ahmak değildi, belki bize kimi enstrümanlar bıraktılar ve onları kullanabiliriz. Ve belki de Musul Vilayeti Konseyi bağlamında geliştirilen fikir ve hazırlıklar araştırılmaya ve denenmeye değer – Sadrettin Ağa Han'ın 1992'de Sorbonne'da bir konuşmasında söylediği gibi.

Diyelim ki, Türk hükümeti Milletler Cemiyeti belgelerinde geçen Irak'taki arazi ve petrol hakkı taleplerine olan ilgisini yeniledi; bu nasıl bir etki yaratır?

İlgili taraflardan olarak, Irak arazilerinin Türk tapu sahipleri, Irak Türkmen toplumu ve Türk hükümetinin, BM masasına çatışan toprak taleplerini 30 Mayıs 1932 Irak deklarasyonunun 14. maddesinde geçtiği şekilde uluslararası garantiler ışığında nasıl çözeriz gibi konuları getirme hakkı vardır. Yol BM Genel Kurulu'ndan geçer, burada 24. no.lu, 12 Şubat 1946 tarihli BM Genel Kurul kararının nasıl takip edileceği konusunda karar verilebilir.

Fiiliyatta Süryaniler sonunda ayağa kalkıp ABD kongresinden Iraklı dini ve diğer azınlıklarla ilgili hatırı sayılır destek koparmayı başardılar. Dolayısıyla artık şunu tahmin zor değil: Kısmen Türk desteğiyle şimdiki Amerikan hükümeti dahi BM'de konuyla ilgili bir inisiyatif başlatabilir. Ama Türk hükümeti bu konuda askeri güç destekli bir diplomasi başlatmayı da uygun bulabilir. Böyle de olsa, uluslararası hukukta şartlar hala bu garantilere ve mülkiyet haklarına dayanarak aynen uygulanabilir. Ve bu yollar kurucu grupların hepsi için uygulanabilir bir çözüm sunar; Türkmenler de dahil. Ülkeyi terkeden aileler için de mülkiyet haklarının sonunda tanınacağına dair yeni bir ümit olur. Olayların bu seyrinde yalnız petrol ihracı ortak rıza ile merkezi yönetimce yapılmalı, bu arada tüm toprak talebi çatışmaları 1932 Irak Kurucu Deklarasyonu ve Musul Vilayeti bağlamında ortaya çıkan anlaşmalar temelinde yapılacak görüşmelerle çözülmelidir.

Şu sıra Türk hükümeti Irak'la sınırını nasıl güvenli hale getireceği ve Türkmen soydaşlarının meşru haklarını nasıl koruyacağı ile ilgili seçenekleri inceliyor. 1932 Irak Deklarasyonu burada askeri çözümlere kayma ya da konuyu diplomatik kanallarla çözme konusunda etkili olur mu?

Türkiye’nin şanlı ve uzun bir tarihi var ve onun şimdiki politik, askeri ve diplomatik karar alıcılar kuşağının dışarıdan gelecek bir nasihatine ihtiyacı yok. Yani, eğer şimdiki Iraklı muhataplarından memnunsalar, ve bu şekilde elde ettikleri anlaşmalar Türk tarafı için yeterliyse, inanıyorum ki, Irak-Türk sınırını, Türkmenleri ve Kerkük'ün gelecekteki statüsünü ilgilendiren bugünkü problemler, Irak-Türk sınır bölgesinde 60 yıl önce kabul edilmiş politik limitlerin ötesine yapılacak askeri müdahaleler olmadan çözülebilir.

Öte yandan, Cumhurbaşkanı Demirel, 1926'da dışarıdan empoze edilmiş Irak-Türk sınırının yanlış olduğunu Türk Parlamentosu’nda deklare eden ilk lider değildi, sonuncu da olmayacaktır. Ve kimsenin 3 Mart 1995'te I.C.E.S.C'nin (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği için Uluslararası Komite) BM insan hakları komisyonu'na sunduğu “Irak ve Musul Vilayeti’nde İnsan Haklarının Durumu” adlı bildiride kabul ettiklerini onaylamak için Türk davasını sahiplenmeye veya hükümetinden maaş almaya ihtiyacı yok:

“12 Şubat 1946'da kabul edilen 24.no.lu karar, bundan doğan uluslararası yükümlülükleri yerine getirecek güçler ve uluslararası hukuka göre Irak'ın hiçbir zaman tam hükümranlık kazanamadığı topraklar, özelde de Musul Vilayeti, ki Vilayet’in Irak'a bağlanması şartlı olup, bu bağ her zaman alınacak doğru, tarafsız ve geçici önlemler perspektifinde kaldırılabilir, geri alınabilir ve kendi halkının meşru çıkar ve talepleri ile uygulama alanı olan haklar ve BM şartlarının sağladığı çerçeveler içinde kayıtsız şartsız bir şekilde değiştirilebilir.”

Fakat şu daha sıkıntılı gerçeğe dikkat çekmek de tarafsız bir gözlemci için gereklidir: Bu bağımsız sivil değerlendirmeden mutlulukla faydalanan Türk hükümeti, o halde benzer sivil haberleşme kanallarını ve sivil sorun çözüm hizmetlerini de kabul etmek durumundadır. Bunların arasında başta geleni Musul Vilayeti Konseyi’nin masaya koyduklarıdır; onun üyeleri 15 Mayıs 1992 Deklarasyonu'nda:

“.. Türk hükümetini, Türkiye'nin “Kürt sorunu” konusunda iki tarafa da yararlı kalıcı bir çözüme ulaşmada ve erken bir ateşkesin temini konusunda Musul Vilayeti Konseyi’nin sağladığı iyiniyetli imkânlardan faydalanmaya davet ederler.”

Bu şartlar altında, Musul Vilayeti Konseyi’nin bir araştırmacısı ve danışmanı olarak, olmak istediğim kadar emin değilim ki, 1932 Irak Deklarasyonu değişik güçlerce yeterince iyi niyetle kullanılmış olsun. Dahası belki de deklarasyon paralel diplomasiye bir şans verildiğinde gereksiz olacak askeri harekatları meşrulaştırma bakımından da kullanılmış olabilir.

Sizin, kimi gayretli hükümet yetkililerinin özel gündemleriyle “seçmece”(cherry-pick) hareket etmeleri, gelecek vadeden bir fikrin sahiplerine yeterince danışamama ve böylece hem Türkiye, hem de Irak ve tüm Ortadoğu için tarihi bir fırsatı kaçırmaya neden olabilecekleri konusundaki endişenizi anlıyorum. Böyle bir siyasi bozgunu önlemek için teklifiniz nedir?

Belki de konuya az önce koyduğunuz perspektifte bakılmalı, sadece ilgili bakanlıklar değil, mukabil parlamento kurumları bağlamında da sorun ele alınmalıdır.

Türk hükümeti sonunda böyle “seçmece” bir hareketin ötesine gitmek isterse hangi yabancı ülke BM'de sürdürülecek inisiyatifler bakımından en uygundur?

Rusya; eğer satrancı ve diplomatik ilişki üçgenlerini iyi oynamayı ve sonuçta siyasal katalizatörlerden ve paralel diplomasiden iyi faydalanmayı beceriyorsanız. Bu uzun ince bir yoldur.

Ve Fransa, çünkü onun da Musul Vilayeti’nde tekrar canlandırılacak tarihi kökleri var. Dahası onun Türkiye'yi ilgilendiren kilit AB meselelerinde en güçlü lider olacağı görülüyor. Avrupa'nın Irak'taki stratejik petrol rezervlerine erişiminin sağlanması konusunda başarılı bir Türk-Fransız işbirliği muhtemelen Türkiye'nin AB ile ilgili gelecekteki her meselesi üzerinde mucizeler yaratacaktır. Aslında AB de bu haliyle varlığını sürdüremeyebilir; daha uygun bir yapıyla değiştirilebilir.1991'de (Fransız ve Çek) cumhurbaşkanları Mitterrand ve Havel tarafından önerilen Avrupa Konfederasyonu gibi.

Şimdi, kimdi hatırlamıyorum, 1994'te Bilkent Üniversitesi'nde hükümet danışmanı da olan bir profesörle konuşmuştum. Bana “onlar (Türk makamları) bu Musul meselesine girmek istemezler, çünkü bu mesele duygusal açıdan çok sıcak ve hala sıcaklık üretiyor” demişti; “bu bize karşı Arap şüphe ve (düşmanlık)duygularını harekete geçirir.” Sanırım durum o zamandan beri biraz değişti. Riske girmemek için sorun çözmemek mantığı artık başka bir bakışla incelenebilir. Irak'ta gün be gün kötüleşen durumla, ve körlerin dahi gözüne giren bulaşıcı etkileriyle, birçok Arap liderinin öncelikli endişeleri ciddi şekilde değişti. Artık Araplar, Irak'taki toplumsal istikrarı sağlayacak herhangi ciddi bir inisiyatifi memnuniyetle karşılar görünüyorlar.

Şu atasözünü bilirsiniz: “Eğer sen kendini bir çukurun içinde bulmuşsan kazmayı durdurma zamanın geldi.” Oysa bugünün Irak'ında birçok güç delicesine ve cehennem hızında kazmaya devam ediyorlar. Ve işgal kuvvetlerinin sorumluları da bundan hariç değil. Onlar hala kendilerini uygun çözümler ve yollar konusunda dogmatik yargılardan kurtarabilmiş değiller. En açık ve net seçeneklerden biri, problemin tarihsel köklerine bakmak ve bunun ışığında nihai hedefleri ve çıkış yollarını tanımlamaktır.

Yani demek istediğim, eğer Türk hükümeti diplomatik yolları kullanmakta kararlı olur ve toplumların kendi tarihsel köklerinden aldıkları ruh doğrultusunda giderse, o zaman Musul Vilayetiyle iyi ilişkiler kurmak için her şansı kullanmalıdır. Ve böylece kendini korkunç istikrarsız bir bölgede istikrar sağlayıcı bir güç olarak sunabilir. Bu benim için acaba türü bir soru değildir, kesindir; çünkü bu eşyanın tabiatına uygun olandır; doğan güneşin yükselmesi gibi.

Bu bağlamda ve 1994'te BM insan hakları komisyonu'na sunulan “Irak için çatışma çözüm yolları önerileri” adlı raporda tarif edildiği gibi, belki Haşimi ailesi Irak'ta kurtarıcı bir rol üstlenebilir. O sıralar çölde söylendiği gibi, patika yol etrafında birçok seçenek vardır; bunların biri de birleşik bir Irak-Ürdün krallığıdır. Buna şimdiki güçler muvafakat eder mi, bunu göreceğiz. Ama daha bu noktaya gelmedik.

Aynı şekilde, 1932 Irak Deklarasyonu da bir yol sunuyor. Burada Musul Vilayeti ortak paydadır. Konu BM Genel Kurulu'na getirilmeli, burada uluslararası azınlık hukuku ve mülkiyet garantileri, şimdiki kördüğümün çözülmesi için kilit araçlar olarak tanınmalıdır. Uluslararası Adalet Divanı'na çağrı yapılarak bu konuda tavsiye niteliğinde bir karar alması talep edilebilir. Bu noktada ilgilenilecek temel sorunlar şunlar olacaktır: Bu hak ve yükümlülükler nasıl izlenecektir? Nasıl yerine getirilecektir? Nasıl hayata geçirilecektir? Ve kim tarafından? BM Güvenlik Konseyi'nce mi, Genel Kurul'un kendisince mi, BM Yedd-i emin Konseyi'nce mi yoksa başka bir BM organınca mı?

Bunlar BM düzeyinde muhtemel eylemler için eylem ortakları arasında konuşulması gereken meselelerdir. Bir kez Genel Kurul'a ilgili kararları aldırdınız mı, Türkiye perde arkasındaki asıl aktör olabilir, hatta perde önünde de olabilir. Bundan önce Türkiye, Rusya Fransa ya da bir başkası olsun, bu eylem planı için kendi ortaklarını seçmek isteyebilir. Belki Türkiye Genel Kurul ya da Güvenlik Konseyi içinde ve dışında gerekli istişareleri yaptıktan ve uygun hazırlıkları tamamladıktan sonra tek başına harekete geçmeyi de tercih edebilir.

Peki ya Barzani ve Talabani? Türkiye dediğiniz gibi bir kampanya başlatırsa onlar ne yapacak? Tahminleriniz nedir?

Söylediğim gibi, Türk hükümeti, ve dışişleri bakanlığındaki kişiler bilgili ve Türk toplumunu oluşturan değişik kesimlerle (Kürtler kastediliyor, ç.n.) uzun tecrübelere sahip insanlardır. Dolayısıyla onlar Talabani ve Barzani gibi kişilerle nasıl uğraşılacağını bilirler, velev ki bu sonuncular şimdi ve şimdilik yabancı bir ülkede iktidar gömleğini giymiş olsunlar.

Onlar da Türkiye'nin Kuzey Irak kampanyasına dahil edilecekler mi?

Bakınız! 1992'de Ankara'daydım ve Talabani'nin bürosunda bir toplantım vardı. Irak'ın şimdiki başbakan yardımcısı Behram (Behram Salih, ç.n.) danışmandı ve Talabani de toplantıda vardı. Musul Vilayet Şurası kurucularından Şeyh Salar el-Hafid de vardı. Talabani'ye Musul Vilayet Şurası'nı destekleyip desteklemeyeceği soruldu.

İlk tepkisi “tamam. Bu fikir sizden çok önce benim aklıma gelmişti” oldu. Ben de, “tamam, bana belgeleri gösterin. Hatta bana yalnız 'Musul Vilayeti' ibaresini gösterin” dedim. Çok açık ve tipik bir Kürt tepkisi verdi: “Ohoo, ben bu fikre senden önce ulaşmıştım.” Herkes diğerinden önde olmak istiyor. Bu normal bir insani tepki. Kötü tarafı ise, en azından dışarıda, bu baskın Kürt davranışının onlara sadece hoş olmayan bir ün kazandırması değil, dahası, güvenilir ortaklar olarak kabul edilmekte onları hep sıkıntıya sokmasıdır. Her halükarda alçakgönüllülük onların karakteri değildir. Orada herkes bir fikri ilk kendinin bulduğunu iddia eder. Kimi garip, ama insani nedenlerle, Kürtler özellikle başka bir Kürdün iyi bir fikrini kabul etmekte zorlanırlar, bunu kendilerine zül sayarlar.

İkinci olarak Talabani, “eğer bu fikri destekleyecek bir hükümetimiz olursa” dedi, durdu ve devam etti, “yok hayır, başka hükümete ihtiyacım yok, Türk hükümeti yeter” dedi. Sonra da “Türk hükümetine de ihtiyacım yok, bunu destekleyecek birkaç Türk generali yeter” dedi ve on parmağını yemin eder gibi masaya koydu: Bu Allah'a ve çocuklarımın başı üzerine yemin ederim manasında bir davranış.

Talabani bunun başarıya giden yol olduğuna emindi. Emindi ve, eminim ki, ne dediğini biliyordu, ve 13 yıl sonra da aynı görüştedir. Onun üst düzey bir arkadaşı ... ismini hatırlayamadım...

Kosrat? (Kosrat Resul, ya da Kazzaz ç.n.)

Evet Kosrat da, tamamen bu kanaatteydi.

Hangi kanaat?

O Musul Vilayeti projesi konusunu destekliyordu. Hem 2002, hem de 2004'te Irak'ı ziyaretimde Kosrat bana, neden bir konferans toplamadığımı sordu. 2004'te Bağdat, Basra ve Musul Vilayetleri için uzlaşma kararları hazırlamıştım; ve özellikle de bu uzlaşma konferansı için gelmiştim. Kosrat sıkı güvenlik önlemleri teklif etti ve Barzani'nin partisinden de aynı teklifi aldım. Davetleri yaptık ve iyi bir konferans çatısı kurmuştuk ki, konferansı BM çalıverdi. Aynı gündem ve aynı katılımcılarla, ama Konsey olmadan. Belki de bu yüzden konferans görünürde bir şey başaramadı.

Kosrat konferansa ciddi destek verdi mi?

Evet. Ve ona güveniyorum, gerçi Müşir, Haruni ve Konsey’in diğer üyeleri gibi o da İngilizce bilmiyordu. Ama tüm tarafların imzalarını aldık. Belki bunu söylememeliydim, ama bu kültürü az çok tanıyorsunuzdur. Birçok başkaları gibi, onlar da ikna edilebilirler, daha derin kavrayışlara sevkedilebilirler. Ve bunun için para da şart değildir. Başka birçok yolla onları ikna edebilirsiniz. Saddam işkence sopasını da siyasi havuç ikramını da kullandı. Diğerleri ise –ikna için- kötüleme, dedikodu ve bencilliklere oynadılar. Karşılıklı methiyeler de faydalı olabilir. Ve bu işe ister kol kapma, rüşvet, suiistimal, ya da sadece ikna deyin, bu o kadar da önemli değil.

Temelde, birine reddedemeyeceği bir teklif yaparsanız -mesela bu teklif, teklif edilenin şimdiki ve görünürdeki uzun vadeli meşru çıkarlarına doğru ve gerçek bir katkı yapıyorsa- bu teklifi reddetmek normal değildir. Ve eminim ki, Musul Vilayeti projesini imzalamış tüm bu Arap, Süryani, Kürt, Türkmen ve Yezidi toplumları ve parti liderleri, şartlar buna engel olmaktan çıkıp kolaylaştırıcı olduğu anda kararlarını izlemek ve geçerli kılmaktan mutlu olacaklardır; özellikle de, eğer bu karar kesin ve sağlam tarihi temellere dayanıyorsa. Uluslararası hukukta da köklerinin olması ve Musul Vilayeti'ni oluşturan toplumlara da çekici gelmesi işin cabasıdır. Bu nedenle ben onlara işin başında, bağımsız Kürdistan istediklerini söylediklerinde dedim ki, “bakın, bende bir şey var ki, o şey sizin toplumunuzu bahsettiğiniz yol için hazırlayabilir ve belki 10 kuşak sonra sizi oraya ulaştırabilir. Ama eğer bu yolda gitmekte ciddiyseniz, size bugün için Musul Vilayeti adında pratik bir model öneriyorum, tabii şu olmazsa olmaz tavsiyeyle birlikte: Asla Kürdistan ve bağımsızlık kelimelerini kullanmayın. Bunlar politik tabular. Bunları unutun, yazı ve konuşmalarınızdan çıkarın!”

İyi tavsiye.

Onlar “evet bunu istiyoruz” dediler. Ama ben onları temkine davet ettim: “Yalnız şimdi evet yarın hayır demenizi istemiyorum.”

Bu siyasal atmosferde “hakiki” kelimesi anlamını kaybediyor.

Kimin parti adında “hakiki” geçiyor ki? Kürdistan Demokratik Partisi hakikaten demokratik değil. Birçok diğerleri gibi o da bir siyasal aşiret. Yapıları sosyal ve etnik açıdan aşiret, sorumluluk ve iktidar ilişkileri de öyle. Ama onlar, daha da kötüsü hakiki bir etniksel aşiretin hakiki liderinin omuzlarına yüklü sıkıntılara ve toplumsal sınırlamalara da sahip olmayan siyasal aşiretler.

Temelde diyorsunuz ki, eğer Türk Hükümeti Musul Vilayeti projesini aktif araştırmaya başlar ve sonuçta uluslararası arenada tartışmaya açarsa Barzani, Talabani ve diğer Kürt liderleri olarak tanımlanan kişiler bu politik kampanyayı takip edecekler?

Hiç şüphem yok. Saddam bunu keşfedip acımasızca sömürdü. Bunu biz keşfetmedik. Saddam bunu biliyordu. Hala öyle bir zihin halindeler ki, şartlar uygunsa herhangi bir belgede imza için boş bırakılan yeri derhal imzalayabilirler; bu kadar basit. Yeter ki gösterilen şey ikna edici olsun, gerçekleşebilir olsun, çekici olsun ve beklenir kalıcı faydalar sağlayabilsin, o zaman kabul edeceklerine güvenebilirsiniz!

Ben gerçek güç ve fayda paylaşımı ve kalıcı anlaşma konusunda sıkı şartları olan bir şema çizdim; bu plan iç istikrar ve dini uyumluluğu da bölgede yaygınlaştırıyordu. Onlara sadece birbirlerini Kürt olarak değil, Arap, Süryani, Türkmen ve Yezidi olarak da aynı güç seviyesinde kardeşler olarak tanımaları gerektiğini söyledim. Kimse bunu tartışmadı, herkes başını salladı. Böylece Konsey’i bu toplumların en yüksek temsil organı olarak kurduk, 350 üyesi birbirine eşit idi. Bizim yapımız içinde yolu bloke eden bütün kaplanların boyları kesildi ve diğerleri ile aynı seviyeye indirildi; Barzani ve Talabani kendilerini Musul Vilayet Konseyi’nin diğer doğal(ex-officio) üyelerinden ne daha çok ne daha az temsil edilir halde buldular. O sıra onlar sırasıyla KYB ve KDP liderleri idiler. Böylece onlar ve onların halefleri de kendi örgütlerinin usulüne uygun seçilmiş temsilcileri olarak aynı ve özdeş Konsey hak ve yükümlülükleriyle birlikte eşitler içinde eşitler olacaklardı.

Bu arada Barzani ve Talabani kan (politik güç) kokusu aldılar. Bu nedenle şimdi onları razı edip el sıkıştırmak daha zor. Talabani'nin ne tilki olduğu bilinir, ama yine de onunla iş yapabilirsiniz. Barzani ise nispeten daha az uysaldır. Barzani'yle el sıkışırsanız, kiminle iş yaptığınızı iyi bilirsiniz. Aslında o (yalnızca) babasının oğludur. Nokta. Yani bu manada onunla iş yapmak daha zordur. Amerika'ya her gittiğinde Musul Vilayet Konseyi konusunu ve Amerikan hükümetinin Musul Vilayeti projesi ile ilgili ne düşündüğünü sorduğu söylenir. Ve o(Barzani) genelde cahil ve dünyayı düz zanneden ve partileri neyi buyurursa ona göre hareket eden politikacılarla buluştuğundan hiçbir zaman Amerika'dan hayati gördüğü yeşil ışığı alamadı. O bana her zaman başkalarının ona ne yapacağını söylemesini bekler göründü. Gerçi Mustafa Barzani'nin oğlu ama, bu efsanevi kişiliğin tarihi boyutları onda yok gibi gözüküyor. Ama yine de yanılıyor olabilirim ve eğer böyleyse buna hiç üzülmem. Ve bu eğer ortaya çıkarsa memnuniyetle de yanılgımı kabul ederim.

ADAM Sosyal Bilimler Araştırma Merkezi

http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=979&pid=905

Önceki
Önceki Konu:
Hasan Sarıçiçek
Sonraki
Sonraki Konu:
Süleyman Bağlan

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu