Mûsâ aleyhisselâmın ümmetinden ve akrabâlarından olduğu hâlde, zenginliği yüzünden kibirlenip, Mûsâ aleyhisselâma karşı çıktığı için yerin dibine batan kimse. Babasının ismi Yasher idi. Önceleri fakir ve güzel huyluydu. Tevrât’ı güzel okurdu. Hazret-i Mûsâ buna duâ etti ve kimyâ ilmini öğretti.
Kârûn, hazret-i Mûsâ’ya îmân etmeden önce İsrâiloğullarının başında Mısır Firavun’unun temsilcisiydi. İdâresi altında bulunanlara zulüm ve eziyet ederdi. Mûsâ aleyhisselâma inandıktan sonra, kendisini ilim ve ibâdete verdi. Ondan pekçok şeyler öğrendi. Hazret-i Mûsâ ve kardeşi hazret-i Hârûn’dan sonra, İsrâiloğullarının en bilgilisiydi. Tevrât’ı ezbere bilir ve çok güzel okurdu. Şeytanın vesvesesine kapılıp ibâdeti terk etti.
Dünyâ malı toplamaya başladı ve gittikçe hırsı arttı ve çok mal toplamak gayretine düştü. Mûsâ aleyhisselâmdan kimyâ ilmini öğrenmiş ve hayır duâsına kavuşmuştu. Kavuştuğu bu nîmetlerin kıymetini takdir edemedi. Bildiklerini dünyâ malı toplamak için kullandı. İnsanlara hizmet etmeyi hiç aklına getirmedi. Zenginliği ile dillere destân olup, darb-ı mesellere geçti. “Kârûn gibi zengin.” sözü, onun sâhib olduğu mal sebebi ile ortaya çıktı. Mallarını hazînelere doldurdu. Hazînelerinin anahtarlarını, kırk katır taşırdı.
Kârûn zengin olunca, fakirliğindeki iyi, güzel hasletleri kaybetti. Taşkınlık yaptı ve haddi ziyâdesiyle aştı. Böylece zulüm ve haksızlık yapmaya başladı. Zînetlerle süslü elbiselerle dışarı çıkar, göğsü ilerde, salınarak kibirle yürür ve elbiseleri yerlerde sürünürdü. Nitekim Kasas sûresinin 79. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kârûn, zînet ve ihtişâmı içinde kavminin karşısına çıktı.” buyrularak, onun bu hâli haber verildi. Sonradan gördüğü için, eyeri altından beyaz bir ata biner, iki yanına, süslü elbiseler ve zînetlerle donatılmış yüzlerce köle ve câriyeler alır, halka gösteriş yapardı. Bunun da ötesinde İsrâiloğullarına ve Mûsâ aleyhisselâma karşı kibirlenir, işlerine karışarak muvaffak olmamaları için çalışırdı. Fakirleri aşağı görür, mal ve mülkünün çok fazla olmasına rağmen, cimriliğinden kıyıp birazını bile onlara veremezdi. Nasîhat edenleri, hiç dinlemezdi. Hattâ, duâsı ve öğrettiği ilim sâyesinde, mal ve mülke kavuşmasına vesîle olan hazret-i Mûsâ’nın sözünün bile, İsrâiloğulları tarafından dinlenmesine tahammül edemez oldu.
Kârûn’un yaptıkları ve Müslümanların ona nasîhatleri, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle beyân buyruldu:
Kârûn, Mûsâ’nın (aleyhisselâm) kavmindendi. Fakat o, onlara (İsrâiloğullarına, mal sebebi ile zulüm ve kötülükte bulunup, hazret-i Mûsâ’ya muhâlefet ederek ona) karşı azgınlık etmişti. Biz ona, anahtarlarını taşımak bile, güçlü kuvvetli bir cemâate ağır gelen hazîneler verdik. O vakit kavmi (nden îman edenler) ona şöyle dediler: (Ey Kârûn!) Dünyâ malı ile şımarma! Çünkü Allahü teâlâ dünyâ malı ile şımaranları sevmez. Allahü teâlânın sana verdiği zenginlik ve servet ile, âhıret yurdunu (yâni Cenneti) iste! Allahü teâlânın sana ihsân ettiği gibi, sen de O’nun kullarına (mal ile) ihsân et. (Dünyâdan da nasîbini unutma.) Yeryüzünde fesâd arama, isteme. Çünkü Allahü teâlâ, fesâd çıkaranları sevmez. (Kasas sûresi: 76-77)
Kârûn, müminlerin yaptığı bu nasîhatleri kabul etmedi. Şımarıklığının yanında, Allahü teâlânın kendisine verdiği nîmetlere nankörlüğünü git gide arttırdı. O dereceye geldi ki, utanmadan nîmeti kendinden bildi ve âyet-i kerîmede meâlen şöyle dediği bildirildi: “Bu servet, bana ancak bende olan ilim mukâbilinde verilmiştir, dedi.” Âyet-i kerîmenin devâmında Allahü teâlâ, meâlen; “O (mâdem ki âlimdi), kendisinden önce geçen asırlardaki nesillerden kuvvetçe ondan daha üstün, cemiyetçe (malca, yâhut cemâatçe, sayıca) daha çok olan kimseleri, Allahü teâlânın hakîkaten helâk etmiş olduğunu bilmedi mi' (Kıyâmette) mücrimlerden günahları sorulmaz.” buyurdu. (Kasas sûresi: 78)
Kârûn, zînet ve ihtişâmı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ hayâtını arzu edenler; “Ne olurdu, Kârûn’a verilen (servet) gibi, bizim de olsaydı. O, hakîkaten büyük nasîb sâhibidir” dediler. Kendilerine (berekete ve âhiret hâllerine dâir) ilim verilenler de; “Yazıklar olsun size! Îmân edip, sâlih amel işleyenlere Allahü teâlânın verdiği sevâb, (Kârûn’un malından ve dünyâdan) daha hayırlıdır. Bu sevâba ancak günahlardan sakınıp, tâate sabredenler kavuşur” dediler. (Kasas sûresi: 79-80)
Kârûn, Mûsâ aleyhisselâma muhâlefette daha da ileri gidip, altından binâ yaptı. İsrâiloğullarını yanına çekmeye çalıştı. Onlardan bir kısmı, ona iltifât etmeye, ziyâfetlerine gitmeye, sözlerine kanmaya başladı. Şatafat ve malına imrenip, onun gibi zengin olma hülyâlarına düşenler oldu. Hattâ bâzıları emrine girerek, dediğinden çıkmaz oldu.
Mûsâ aleyhisselâm ona nasîhat ederek, yaptıklarına son vermesini istedi. Allahü teâlâdan zekât emri gelinceye kadar bu hâl böyle devâm etti. Allahü teâlâ, müminlere zekâtı farz kılınca, Mûsâ aleyhisselâm, Kârûn’a vereceği zekâtın miktârını söyledi. Fakat Kârûn eve dönüp, mal ve parasını hesâb edince, vereceğini çok buldu. İsrâiloğullarından, kendisi gibi olanları etrâfına toplayıp, Mûsâ aleyhisselâma karşı çıkardı.
Bir fâhişeye bol, para ve mal vâd ederek Mûsâ aleyhisselâmın kendisiyle zinâ ettiğini söylemesini istedi. Ertesi gün, Kârûn, İsrâiloğullarını topladı. Sonra Mûsâ aleyhisselâma geldi. İsrâiloğulları toplandı, seni beklerler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, dinlerinin esaslarını, şerîatlerinin hükümlerini onlara bildir.” dedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, onların yanına gitti. Anlatmaya başladı. “Hırsızlık yapanın, elini keseriz; iftirâ edene, seksen sopa vururuz; zinâ eden bekâr kimseye, yüz sopa vururuz; evli olan kimse zinâ ederse, ölünceye kadar onu taşlarız.” buyurdu. Kârûn; “Ya bu işi sen yapmış olursan'” dedi. Mûsâ aleyhisselâm; “Ben de yapsam durum aynıdır!” buyurdu. Kârûn; “İsrâiloğulları, senin filân kadınla düşüp kalktığını söylüyorlar.” dedi. “Ben mi'” buyurdu. “Evet!” dedi. “Onu çağırın bakalım ne diyor' Şâhitlik ederse, yâhut îtirâf ederse, dediği gibidir.” buyurdu. Çağırdılar. Gelince, Mûsâ aleyhisselâm ona; “Ey kadın! Ben sana, bunların dediği gibi bir şey yaptım mı'” buyurdu. Sonra peygamberlik nûru ile ona bakıp; “Mûsâ’ya ve İsrâiloğullarına denizi yarıp yol yapan ve Mûsâ’ya Tevrât’ı indiren Allahü teâlâ hakkı için doğru söyle.” dedi. Allah için doğruyu söylemesine yemin verince, Allahü teâlâ kadına tevfik ve yardım verdi. Kadın kendi kendine; “Bugün tövbe ile söze başlamam, Allah’ın peygamberine eziyet etmemden iyidir.” diye düşündü ve; “Hayır, onlar yalan söylüyorlar. Ama Kârûn bana, benimle zinâ ettiğin iftirâsını söylemem için çok para verdi.” dedi. Bu sözleri söyleyince, Kârûn şaşırdı, ne yapacağını bilemedi. Orada bulunanları bir müddet sessizlik kapladı. Mûsâ aleyhisselâm hemen secdeye kapandı, ağlayarak; “Yâ Rabbî! Senin düşmanın bana eziyet etti, beni rezîl ve rüsvâ etmek isteyip, çirkin bir fiille suçladı. Ey Allah’ım, onun cezâsını ver.” diyordu. Allahü teâlâ, hazret-i Mûsâ’ya başını secdeden kaldırmasını emir buyurdu. Yere de, Mûsâ aleyhisselâmın isteğine uymasını emretti. Mûsâ aleyhisselâm; “Ey İsrâiloğulları! Allahü teâlâ beni Firavun’a gönderdiği gibi, Kârûn’a da gönderdi. Ona uyan onunla kalsın, benimle olan ondan ayrılsın.” buyurdu. İki kişi hâriç hepsi Kârûn’dan ayrıldı. Sonra Mûsâ aleyhisselâm; “Ey toprak! Onları yut!” buyurdu. Dizlerine kadar yuttu. “Ey toprak onları yut!” buyurdu ve bellerine kadar yuttu. Sonra; “Ey toprak onları yut!” buyurdu. Boyunlarına kadar yuttu. Sonra; “Ey toprak onları yut!” buyurdu. Toprak onları içine alıp, kapandı. Böylece yerin dibine geçtiler. Kârûn ve arkadaşlarından hiçbir eser kalmadı.
Allahü teâlâ, Kârûn’u ve iki arkadaşını yere geçirince, İsrâiloğulları, kendi aralarında fısıldaşıp; “Mûsâ aleyhisselâm, Kârûn’un evini, mal ve hazînelerini elde etmek için ona bedduâ etti.” dediler. Mûsâ aleyhisselâm, bunun üzerine Allahü teâlâya duâ edip, evini, malını ve hazînelerini de yere geçirmesini istedi. Bunun üzerine, Hak teâlânın emriyle Kârûn’un sarayı, mal ve hazîneleri de yerin dibine geçti. Nitekim Allahü teâlâ, Kasas sûresi 81. âyetinde meâlen; “Nihâyet biz onu (Kârûn’u) ve sarayını yere geçiriverdik. Artık Allahü teâlânın azâbından onu kurtarmaya yardım edecek hiçbir cemâatı da yoktu. Kendisi de o azâbı men etmeye kâdir değildi.” buyurdu.
Kârûn helâk olunca, Mûsâ aleyhisselâmın nasîhat edip, Allahü teâlânın azâbıyla korkuttuğu müminler, Allahü teâlâya hamd ettiler. Önceden Kârûn’un malını, saltanatını ve yaşayışını temennî edenler, pişmân oldular. Allahü teâlâ bunu bildirerek, aynı sûrenin 82. âyetinde meâlen; “Dün onun mal ve saltanatını temennî edenler; Vay, demek ki, Allahü teâlâ dilediği kimsenin rızkını genişletiyor ve daraltıyor. Eğer Allahü teâlâ bize lutf etmeseydi, bizi de yere batırmıştı. Vay, demek hakîkat şu ki, kâfirler aslâ kurtulmayacak, demeye başladılar.” buyurdu.
Allahü teâlâ, peygamberi, Mûsâ aleyhisselâmı ve müminleri her belâ ve sıkıntıdan kurtardı. Düşmanları olan Firavun’u, Hâmân’ı ve Kârûn’u helâk eyledi. Nitekim Ankebût sûresi 39. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kârûn’u Fir’avn’ı ve (onun vezîri) Hâmân’ı da helâk ettik. Gerçekten Mûsâ (aleyhisselâm), onlara apaçık delillerle gelmişti de, onlar yeryüzünde kibirlenip baş kaldırmışlardı (îmân etmemişlerdi). Azâbımız onlara ulaşıp kurtulamadılar.” buyurdu.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.