Alm. Kultur, Fr. Culture, İng. Culture. Bir milletin maddî-mânevî değerleri: Bir milletin bütün sanat faaliyetlerinin, inançlarının, örf ve âdetlerinin, anlayış ve davranışlarının, toplamı o milletin kültürüdür. Buna mânevî kültür veya hars denir.
Biyolojide bakterilerin sun’î olarak üretilmesi kültür (mikrop kültürü) olarak isimlendirildiği gibi, bir müsabaka veya antrenman öncesi yapılan ısınma hareketleri de kültür-fizik olarak adlandırılmaktadır. Dilimizde maddî kültür, mânevî kültür, kültürlü adam, kültür dâiresi, kültür çerçevesi, kültür kompleksi, kültür bütünleşmesi, kültür yayılması, kültür temâsı, kültür kaynaşması, kültür benimseme ve kültür değişmesi, millî kültür gibi çeşitli terkipler hâlinde kullanılan kültür kelimesinin umûmiyetle, dilimize Fransızcadaki “Culture” kelimesinden geçtiği kabul edilmektedir.
Kültür kelimesi aslında Lâtincede “toprağı işlemek, zirâat” demektir. Sonradan bu tâbir, Batı Avrupa’da “yüksek umûmî bilgi” mânâsı kazanmış ve Türkçeye de bu anlamda girmiştir. Kültür târihçileri, sosyologlar ve sosyal psikologlar kültürün ıstılahî (belirli bir sahadaki ilmî) mânâsını değişik ifâdelerle belirtmişlerdir.
C.Wisler, kültür; “Bir halkın yaşama tarzıdır.” derken, E.Sapir onu; “Atalardan gelen maddî, mânevî değerlerin tamamı” şeklinde târif etmiş, F. A.Wolf ise; “Bir milletin ferdlerinin iştirak hâlinde bulundukları mânevî hayat”ın kültür olduğunu ifâde etmiştir.
A.Yong, kültürün, “İnsanın tabiatı ve kendisini idâre etme yolu ile bizzat meydana getirdiği eser” olduğunu belirtirken, A.K.Kohen, “Umûmî olarak inançlar, değer hükümleri, örf ve âdetler, zevkler kısaca insan tarafından yapılmış ve meydana getirilmiş her şey”in kültür olduğunu ifâde etmiştir.
R.Thurnawald, “Kültür, tavırlardan, davranış tarzlarından, örf ve âdetlerden, düşüncelerden, ifâde şekillerinden, kıymet biçimlerinden, tesislerden ve teşkilâttan meydana gelmiş âhenkli bir sistemdir.” demiş, fakat E. B.Taylor onu; “bilgiyi, îmânı, sanatı, ahlâkı, örf ve âdetleri, ferdin mensubu olduğu cemiyetin bir üyesi olması îtibâriyle kazandığı alışkanlıkları ve diğer bütün mahâretleri içine alan gâyet karışık bir bütündür.” şeklinde târif etmiştir.
Ziyâ Gökalp ise; “Hars (kültür), yalnız bir milletin dînî, ahlâkî, hukûkî, adlî, estetik, lisânî, iktisâdî ve fennî hayatlarının âhenkli bir bütünüdür.” demiştir.
Kültürün doğuşu, insanın yaratılışı ile eş zamanlıdır. Şüphesiz kültürün meydana gelmesinde bütün insanların payı ve yeri vardır. İnsan sâhib olduğu zihnî kuvvetin yardımı ile bütün tabiatı, enerjiyi, canlı-cansız bütün varlıkları, renk, ses, şekil ve benzeri keyfiyetleri kendi yapısına uygun bir şekilde işleyerek değiştirir. Bunu yaparken insanın güç aldığı iki kaynak vardır. Birincisi Allahü teâlânın kendisine verdiği üstün genelleme, teşhis, tecrid ve yüceltme kâbiliyeti. İkincisi de karşılıklı istifâdeye dayalı toplum hayâtıdır.
Bir insan grubu, diğer insan grupları ile hiçbir temasta bulunmayıp ilkel bile olsa, yine kendisine mahsus bir dile, basit de olsa bir dünyâ görüşüne ve estetiğe ulaşabilmektedir. Nitekim on beşinci asırdan beri yeni kıtalar, topraklar ve diğer insanlarla temas hâlinde olmayan birçok ada keşfedildi. Buralarda yaşayan insan gruplarının hepsinin seviyelerine uygun bir kültüre sâhib oldukları görüldü. Fakat dış dünyâya kapalı olan bu kültürler, başka kültürlerle temas edemedikleri için gelişememişlerdir. Kültür ve medeniyetlerin ileri ve güçlü olduğu ülkeler sosyal ve kültürel temaslara açık ülkelerdir.
İnsanlar dünyâda yaşama mücâdelesi verirken iki yönlü bir gayretin içindedirler. Bunlardan birincisi insanın içinde doğup büyüdüğü tabiat çevresinde değişiklikler yapması ve geliştirmeye çalışmasıdır. Yollar, köprüler, barajlar, fabrikalar yapmak, kanallar ve tüneller açmak, tabiattaki enerji, madenler, bitki ve hayvanlardan faydalanmak sûretiyle maddî refahını yükseltme hareketidir. İnsanın bu gayretinden ortaya çıkan değerlere maddî kültür unsurları ve medeniyet gibi isimler verilmektedir. Daha çok müsbet ilimlerin (fen ve teknik) içerisine dâhil olduğu bu değerler milletlerarasıdır.
Ekseriya kültür ile yanyana kullanılan, bâzan da kültürün eş anlamlısı zannedilen “medeniyet” kelimesinin târifi ise şu şekilde yapılmaktadır: Medeniyet “milletler arası ortak değerler seviyesine yükselen anlayış, davranış ve yaşama vâsıtalarının bütünüdür.” veya “aynı medeniyet dâiresine giren birçok milletlerin sosyal hayatlarının müşterek bir yekünüdür.” Batı medeniyeti denildiği zaman, din bakımından Hıristiyan olan toplulukların, sosyal değerleri ile müsbet ilme dayalı teknik anlaşılmaktadır. Halbuki batı medeniyetine bağlı milletlerden her biri ayrı bir kültür topluluğudur. Fen bilimlerinde benzer bir anlayış içerisinde olmalarına, tekniği bulma ve kullanmada birbirlerine yakın yollar takib etmelerine rağmen, bu milletler başka başka diller konuşurlar. Âdetleri, gelenekleri, ahlâk anlayışları, güzel sanatları, mahallî müzikleri ve giyinişleri bir değildir. Hattâ hepsi Hıristiyan inancına sâhip bulunmakla berâber, din konusundaki tutumları da farklıdır.
İşte bu ayrı ayrı inanış, meyil (eğilim), düşünce, kullanış ve davranış tarzları her milletin millî kültür unsurlarını teşkil etmektedir. Yâni kültürlerden doğan medeniyet karakter yönünden umûmî, kültür ise husûsîdir. Medeniyet bilme ve yapabilme, kültür takınılmış bir tavır olmaktadır. Her topluluk bir kültür sâhibi olduğundan, her kültür ayrı bir topluluğu temsil ettiğinden, bir kültürün varlığı, bir milletin mevcudiyetini göstermekte bir topluluğun varlığı ise bir kültürün varlığına işâret sayılmaktadır. Yalnız milli kültürü olan bir kavim kültür bakımından yükseldikçe, medeniyet doğmaya başlar. Bunun açık örneği İslâm medeniyetidir.
Bir milletin mânevî kültür değerlerinin yekününü din, dil, sanat, edebiyat, örf ve âdetler ile, düşünüş ve yaşayış tarzları meydana getirmektedir. Bu kültür değerleri milletlerin hayatında önemli bir yer tutarlar. Milletler bu tip kültür değerleri üzerinde hassasiyetle dururlar, bunları mümkün mertebe zedelemeden ve hattâ geliştirerek kendinden sonraki nesillere devrederler. Çünkü millîlik, orijinallik, tabiîlik, canlılık gibi vasıfları olan kültürde müştereklik yâni sâdece yaşayan cemiyetin değil, geçmişteki ve gelecekteki cemiyetlerin de müşterek malı olma keyfiyeti ile devamlılık özelliği çok önemlidir. Eğer bir kültür toptan terk edilecek olursa veya özü bırakılacak olursa o cemiyetten, milletten eser kalmaz. Nitekim 10. asra kadar Türk kavmi olan Bulgarların, kültürleri değişince, o târihten îtibâren slavlaşmış oldukları buna açık bir misâldir. Kültürde bütün cemiyete şâmil olma ve nesilden nesile intikâl etme durumu da çok mühimdir. Kültür unsurlarının bozulduğu bir cemiyette çeşitli tehlikeler meydana gelir ve bunlara mukâvemet çok zorlaşır. Kültürün fertler ve cemiyetler üzerinde icrâ ettiği hizmet hiçbir zaman inkâr edilemez. Zîrâ kültür millî duyguların gelişmesini sağlayıp ferdi vatansever yapar. Bu yolla millî bütünlüğü sağlar. Böylece fertleri ve cemiyeti korur. Yine kültür, kişinin insânî meziyetlerini takviye edip fazîlet ve fedâkarlık aşılar. Onu namuslu ve ahlâklı yaptığı gibi şahsiyet sâhibi kılar. Netice olarak fert ve cemiyet büyür ve sükûna kavuşur. Kültür aynı zamanda millet fertlerine uyanıklık temin eder ve bu sayede millet muhtelif tehlikelerden korunmuş olur. Şu bir vakıadır ki, kültür unsurlarının terk edilmesi, ihmâli veya yozlaştırılması cemiyetlerin başlarına sayısız tehlikeler açmaktadır.
Kültür, istiklâl isteyen bir yapıya sâhiptir. Cemiyetler, kendi topluluklarında başka bir kültürün boy gösterip gelişmesine izin vermezler ve mücâdele içine girerler. Cemiyet olduğu müddetçe millî kültür mücâdelesi devâm eder.
Bir milletin kendine has îmân (inanış)ve amelini (yaşayışını) meydana getiren din, asırlardan beri kültürün en önde gelen unsuru olmuştur. Aslında bu unsurlar bir cemiyetteki bütün ferdî hareketleri, örf ve âdetleri, sanatı vs.yi tesir altına alır.
TürklerAllahü teâlâya inanır ve îmânları sebebiyle yalnız O’na kulluk ederler. Din ve devletlerini, vatanlarını, o vatan için şehîd olanları ve o vatana hizmet edenleri de mübârek bilirler. Türk velî ve kahramanlarının hayat hikâyeleri, din ve devlet için feragatli mücâdeleleri ve lider kişi olarak millete verdikleri hedeflerin neler olduğu nesilden nesile anlatılmıştır. Türk halkının yüzyıllardır okuyup sevdiği pekçok kitap bir kültür mîrâsı olarak bugüne kadar gelmiştir. Yine eskiden hemen her köyde okunan Mevlid, Ahmediye, Muhammediye ve Mızraklı İlmihâl gibi kitaplar yeniçeri kışlalarında da okunuyordu. Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Cüneyd-i Bağdâdî, Behlül-i Dânâ gibi velîlerin menkıbeleri dillerden düşmezdi. İhtiyar yeniçeriler gençlere eski savaşların hatıralarını anlatırlardı. Savaşa duâ ile başlanır, gülbank çekilir, yürüyüş ve hücumda tekbirler alınır, çarpışma sırasında sancak dibinde ordu hâfızları tarafından Fetih sûresi okunurdu. Ancak mânevî değerleri, bugün yalnız savaş zamanlarına ve milletin başının dara düştüğü günlere mahsus kalmıştır. Bir milletin çocuklarına, hangi milletin büyükleri anlatılırsa, o milletin târih şuuru verilmiş olur. Bu sebeple bugünkü gençliğin kimleri kendine örnek seçtiği incelenmeli ve ona göre tedbirler düşünülmelidir.
Türk kültürünün din ve îmândan sonra gelen en mühim unsuru “dili”dir. Dil, gerek fert olarak insanları, gerek cemiyet ve millet olarak toplumların ses dünyâları, ifâde şekilleri, konuşmaları olup, fertleri birbirine bağlayan ilk sosyal bağlardan ve ortaklıklardan sayılır. Bir milletin dili, onu diğer milletlerden ayıran en önemli unsurlardandır ve millî yapıyı meydana getiren sağlamlaştıran ve destekleyen en büyük faktör ve dayanaktır. Millî birliğin sarsılmadan devâm ettirilebilmesi için Türk dili değerlerinin korunması gerekmektedir. Türk’ün kahramanlık ve civanmertliğini terennüm eden destanları, marşları, hikâyeleri, şiirleri, mânileri ve ninnileri dilimizin en müstesnâ vesikalarıdır. Ancak iki sebepten dolayı bu kültür değerlerinin bugünkü nesille irtibâtı kesilmiştir. Bunlardan birincisi yazı ve harf inkılâbı. İkincisi ise uydurukça kelimelerle dilimizi yozlaştırma gayretleridir. Böylece ortaya dedesinin mezar taşı kitâbesini okuyup anlamayacak bir nesil çıkmıştır.
Bir milletin mâzisini, çağlar içinde kendine has yürüyüşünü, hareketini, hayat tarzı ve tavrı teşkil eden târih, bugünün ve geleceğin ferdlerini de birbirine bağlayan, onlar arasında kader birliğini temsil eden, milletlerin nereden gelip nereye gittiğini gösteren en önemli kültür unsurlarındandır. Millet ferdleri zaferlerle iftihâr ve sevinç duyar, hezimet ve yenilgilerle de keder, üzüntü hissederler. O bakımdan târih bir milletin sosyal akrabâlık bağı sayılır.
Dünyâda Türkler kadar eski bir târihe sâhip pek az millet gösterilebilir. Bütün târihi boyunca, Türk kültüründe devlet ve hânedan millî varlığın temel direği olarak muhâfaza edildi. Türk milleti, sonunda târihi boyunca kazandığı gücünü ve tecrübesini birleştirerek Osmanlı İmparatorluğunu kurdu. Târihimizin bütün evvelki safhaları bu büyük eserin meydana getirilmesi için yapılmış birer prova mâhiyetindedir. Teşkilâtçılık, idârecilik, hâkimiyet duygusu, adâlet ve şefkat, vakar, yiğitlik, fedâkarlık ve feragat gibi kültürümüzün bütün üstün vasıfları hiçbir zaman bu devirdeki kadar işlenmiş ve geliştirilmiş değildir. Osmanlılar kendisini, Allah’ın kullarına hizmet etmek ve Allah’ın adını yüceltmek için kurulmuş bir devletin temsilcisi olarak görüyordu. Onun hizmetinin takdiri ve mükâfâtı ancak insanların hakîkî sâhibinden gelebilirdi. Hükümdâr kânun karşısında halkının en basit fertleriyle aynı muameleye tâbi tutuluyordu. İnsanlar devlet için yaşıyor, devlet için ölüyorlardı. Çünkü onlar dinle devleti aynı şey olarak görüyor, biri yıkılırsa diğerinin de mahvolacağını biliyorlardı. Ayrıca devlet onların inandıkları kültür kıymetlerini korumakla görevliydi.
Maddî ve mânevî ihtiyaçlarını gidermek için dâimâ faâliyet hâlinde bulunan bu esnâda da hem oyalamak ve eğlenmek, bu arada dinlenmek, hem de güzel şeyleri yakalamak istekleri içinde bulunan millet fertlerinin bu meyilleri neticesinde sanat eserleri meydana çıkar. Müşterek zevki ifâde eden bu sanat eserleri, milletleri birbirinden ayıran zevk ve duyguların şekillenmesini sağlarlar. Âile fertlerinin birbirleriyle ve insanın diğer insanlarla olan münâsebetleri, çeşitli muâşeret âdâbı ve kâidelerine dâir bâzan yazılı hukukta yeri olmayan örf ve âdetler vardır. İşte bunlar bir milletin yazılı olmayan sosyal kânun ve nizamları sayılır. Kânunlar meydana getirilirken de bunlara müracaat edilir. Böyle olmazsa millet hayâtında önemli sosyal hastalıklar ortaya çıkar. Hattâ, kânunda yeri olmayan birçok ictimâî münâsebeti, bir cemiyetin kendine mahsus örf ve âdetleri tanzim edip düzenler.
Diğer taraftan Türklerin fethettikleri ülkelerde hakimiyet kurarken mevcut kültür konusundaki anlayış ve hoşgörüsünü, târih içinde hiçbir millet göstermemiştir. Türkler, diğer milletlerin din, dil, örf ve âdetlerine büyük bir müsâmaha göstermişler ve onların yok olmaması için çalışmışlardır. Avrupalılar bütün bu özellikleri dolayısıyla 15 ve 16. asırlara “Türk asrı” demektedirler. Süveyş Kanalının açılmadığı ve Ümit Burnunun keşfedilmediği dönemlerde bütün Asya-Avrupa ilişkileri Türkiye üzerinden yapılabiliyordu. Daha sonra ülkemiz bu sosyal temas imkânını yavaş yavaş yitirdi. Kendi kabuğuna çekildi. Oysa bu yüzyıllarda Avrupa’da bilim ve teknik alanda büyük ilerlemeler kaydediliyor ve yeni buluşlar birbirini tâkib ediyordu. Nihayet 18. yüzyıldan îtibâren Batılılar, Türk-İslâm dünyasına sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve askerî bütün güçleri ile yüklendi. Asırlar boyu süren bu mücadele, Türk cemiyeti ve müesseselerinin topyekün yapısına tesir edecek kadar güçlü olmadı. Zîra OsmanlıTürkü için imparatorluk, ilk Müslümanlığın bütün anavatanlarını da içine almak üzere bizzat İslâmiyet manasını taşıyordu. Osmanlı ülkesinde, imparatorluk topraklarına “İslâm ülkeleri”, bu ülkelerin hükümdarlarına “İslâm pâdişahı”, askerlerine “İslam askeri”, dini reislerine “Şeyhülislâm” denir; halk da kendisini her şeyden önce ve bilhassa “Müslüman halk” olarak düşünürdü. Osmanlı Türkleri kendilerini İslamiyetle bir tutarak, kendi hüviyetlerini İslâmiyetle kaynaştırdı. Nitekim Türkiye’de Türk isminin hemen hiç kullanılmadığı devirlerde Batılılar bu ismi Müslüman kelimesine eş mânâda tutmuşlar ve Müslüman olan bir batılı için “Türk oldu” ifâdesini kullanmışlardır. Batılılar böylesine derin ve sağlam kültür bağları ile birbirine bağlı Osmanlı cemiyetini teknik üstünlükle zaafa uğratamayacaklarını anlayınca onlara kendi inanç, düşünce ve fikirlerini aşılamaya başladılar. Kendilerine ilim almaya gelen Osmanlı talebelerini ve çeşitli görevlerle ülkelerinde bulunan mevki, makam sevdalısı devlet adamlarını zaaflarına göre vaadlerle kandırdılar. Bunlara Osmanlı Devletinin kurtuluşu ile ilgili programlar sundular. Bu programlar uygulanırsa kendilerinin de destek olacaklarını belirttiler. Osmanlı Devletinde görülen Tanzimat hareketi bu uygulamanın ilk safhasını teşkil etti. Tanzimat hareketi ile mânevî kültür değerleri tartışılmaya başlandı. Neticede dünyâda Türk çağını yaşatan ve tekrar yaşatmaya yarayacak olan bu mânevî kültür değerlerimizi ortadan kaldırmaya yönelik tehlikeli bir hareket başgösterdi. Jön-Türkler, Genç Osmanlılar ve İttihatçılar gibi isimler taşıyan bu yeni hareketin öncüleri her fırsatta, batının teknik üstünlüğünü yakalayabilmenin İslâmiyeti bırakmakla mümkün olabileceğini sandılar ve bunu devâmlı tekrarladılar. İslâmiyetin bize verdiği bütün kültür değerlerinin düşmanı oldular.
Ancak kurtuluşu yabancı kültürlere sığınmada arayan böyle kimselerin yaptığı iş, yüzme bilmeyen bir kimsenin kendisini ölüme daha çok yaklaştıran çırpınışlarına benziyordu. Osmanlı İmparatorluğunun son yılları bu konuda delil teşkil edecek pekçok olayla doludur. Devleti kurtarmak gayesiyle harekete geçen Genç Osmanlılar, Rus veFransız ihtilalcilerinden aldıkları teşvikle ihtilal cemiyetleri kurdular. İttihat ve Terakkiciler Türk hükümetini yıkmak için Ermeni ve Bulgar komitecileriyle işbirliği yaptılar. AhmedRıza ve arkadaşları Türkiye’ye müdahale etmeleri için İngiltere ve Fransa nezdinde teşebbüse geçtiler. Hüseyin Avni Paşa ile Midhat Paşa ve arkadaşları Sultan Abdülaziz’i devirmek için yabancı devletlerle anlaşmaya vardılar. Neticede bu siyâsî çekişmeler Osmanlı Devletinin yıkılmasından ve Türk illerinin düşman ayağı altında kalmasından öte bir işe yaramadı. Türk milleti bu ve benzeri ihanet derecesindeki gaflet hareketleri sebebiyle tarihinin en buhranlı ve zor günlerini geçirdi. Oysa yeryüzünde tarihin en büyük ve kudretli devletini kurmuş Türk milleti için, kendisinin millî ve manevî değerlerinden başka örnekler aramaya ihtiyacı yoktu.
Bu görüş farklılıkları neticesinde Türkiye’de halk ve aydın kültürü olarak iki farklı kültür meydana geldi. Halka göre aydınlar ne kendine, ne de milletine güvenen, basit menfaatleri büyük başarı zanneden, küçüklüklerini halka karşı kibir ve gururla kapatmaya kalkışan, maddî menfaat düşkünü, yabancı taklitçisi, maneviyat düşmanı, saygısız ve köksüz kişilerdir. Aydınlara göre ise halk; câhil, hurafeci, kıt ve dar görüşlü, her şeye kolayca kanan bir kitledir.
Türklerdeki bu kültür farklılaşmaları arasında batılı devletler tarafından empoze edilen bazı unsurlar da vardır. Türk aydınları bunları Avrupalıların düşmanlığını kırmak için kabul ettikleri halde, millete kendi buldukları birer reform hareketi diye gösterdiler ve sonraki nesillere de bu şekilde kabul ettirdiler. Böylece Avrupalı görünmek ve kendisini onların tehlikesinden uzak tutmaktan başka mânâsı olmayan bir takım yenilik hareketlerini benimseyen Türk aydını, halkının nazarındaki îtibarını büsbütün kaybetti. Halk, onlardaki bu kültür farklılaşmasını, savaşta bizi yenemeyen düşmanların kendi aydınlarımız vasıtasıyla bize galip gelmesi mânâsında yorumladı.
Nitekim 1821 Rum isyânının baş planlayıcısı olduğu için, Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında Fener Patrikhanesinin kapısında asılanPatrik Gregoryos’un, Rus Çarı Aleksandr’a yazdığı (İstanbul’da senelerce Rus sefirliği yapan İgnatiyef’in hatıraları arasında neşredilen) bir mektub, bizler için çok ibret vericidir.
“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-i mümkindir. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için, çok sabırlı ve mukâvemetli insanlardır. Gâyet mağrûrdurlar ve izzet-i îmân sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına (devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine) olan itâat duygularından gelmektedir.
Türkler, zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk u idâre edecek reislere sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâatkârdırlar. Onların bu meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâat duyguları da ananelerine olan merbûtiyetlerinden (bağlılıklarından), ahlâklarının salâbetinden (sağlamlığından) gelmektedir.
Türklerde evvelâ itâat duygusunu kırmak ve mânevî râbıtalarını (bağlarını) kesr etmek (parçalamak) dînî metânetlerini (sağlamlığını) zaafa uğratmak (zayıflatmak) îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, an’anât-ı milliyye ve mâneviyyelerine (millî ve mânevî geleneklerine) uymayan hâricî fikirler ve hareketlere alıştırmaktır.
Mâneviyâtları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple Osmanlı Devletini tasfiye için, mücerred olarak, harp meydanındaki zaferler kâfi değildir. Hattâ, sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakârını tahrik edeceğinden, hakîkatlerine nüfûz edebilmelerine sebeb olabilir.
Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden, bünyelerindeki tahrîbi tamamlamaktır.”
Ders kitaplarında ezberletilecek kadar mühim olan bu mektupta ibret alınacak çok şey varsa da, şu iki husus bilhassa önemlidir:
1) Türklerin mâneviyâtının ve dîninin yıkılması için, Türkleri yabancı fikir ve âdetlere alıştırmak,
Görüldüğü gibi, Türklerin muvaffakiyet sebepleri arasında, devlet ve millet birliği Müslüman olmaları, güzel ahlâk sâhibi bulunmaları, ananelerine bağlılıkları gibi bâzı mühim hususlar sayılmış, ancak ve ancak mâneviyatları sarsıldığı, dînî metânetleri zaafa uğratıldığı zaman yâni kültürlerinden ayrıldıkları zaman Türklerin mağlub edilebilecekleri ve Osmanlı Devletinin yıkılabileceği açıkça zikredilmiştir.
Batılılar bu şekilde, bir taraftan, aydınlar vâsıtasıyla, bilhassa İslâm ülkelerini kültürlerine yabancılaştırma politikasını güderken, diğer taraftan da o ülkelerde eğitim yuvaları açmak sûretiyle etkili bir faâliyet başlattılar. Nitekim Lozan Barışı sırasında Avrupalı delegelerin Türk delegeleriyle yaptıkları en çetin münakaşa, bu yabancı okullar mevzuunda oldu. Kânûnî devrinden beri verilen kapitülasyonların kaldırılması hususunda o kadar direnmedikleri halde, yabancı okullar mevzuunda çok ısrar ettiler ve isteklerini aldılar. Türkiye’de okul açan yabancılar (Amerikalı, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan vb.) kendi kültürlerine sırt çevirmiş bir milletin evlatlarını daha kolay etki altına alabileceklerini çok iyi biliyorlardı.
Şurası bir gerçektir ki, bir millet, başka bir milletin toprağını istilâ ettiğinde, bunun belli bir zaman sonra, er veya geç geri alınabildiği, ama fikirleri millî ve mânevî değerleri bozulan ferd ve cemiyetlerin kişi ve milletlerin düzelmelerinin kendilerini toparlamalarının çok zor bir iş olduğu görülmüştür. Bunun gerek tarihte, gerek yakın zamanlarda pekçok misallerini görmek mümkündür. Fransa işgâl ettiği Afrika ülkelerinden, İngiltere de sömürge yaptığı Hindistan’dan askerî güç olarak çıkmışlardır. Ama, maalesef kültürel yönden tesirleri daha devâm etmektedir.
Fransız Cumhurbaşkanı de Gaulle “Türk kültür ve medeniyeti dünyâ çapında bir kıymettir.” demektedir. Dünyâda yazılmış bütün seyahatnâmelerde bütün milletlerin karakterleri hakkında yazılanlar gözden geçirilirse, Osmanlı Türkü kadar övülmüş bir millet görülemez. Buna rağmen, milletimizin tekrar kudret ve îtibâr kazanmak için yaptığı mücâdelede önderlik yapması gereken bâzı aydınların, mânevî sefâlet içine düşmüş olmaları ve düşmanına boyun eğerek hürriyete kavuşacaklarını düşünecek kadar gaflette kalmaları şaşılacak bir durumdur. Halbuki bunlar Türk kültürü ile batı kültürünün mânevî kudret kaynaklarını araştırıp vatanın ve milletin saâdeti için çalışabilirlerdi. Nitekim Japonya ve Kore gibi ülkeler bunun en güzel misâlini vermişlerdir.
Bugün için kültür değerlerimize sâhip çıkılmadan ve yeni nesilleri bu kültür değerleri ile yoğurmadan, milletimizin istenilen seviyeye gelmesi mümkün değildir. Dikkate alınması gereken en önemli mesele millî kültür politikasının tesbitinden sonra, millî kültürü teşkil eden unsurların muhâfazası, yayılması ve geliştirilmesidir.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.