Kur’an-ı Kerım - Bilgiler
22/01/2014 17:00
Allahü teâlânın en son gönderdiği; emir ve yasaklarını, îmân ve ibâdet bilgilerini, güzel ahlâkı içine alan ilâhî kitap. Edille-i şer’iyyenin ilki, yâni İslâm dînindeki hükümlerin birinci ana kaynağı; semâvî kitapların sonuncusu.

Semâvî kitaplar ikiye ayrılır. Bir kısmı küçük sahifeler hâlindedir. Bunlara “suhuf”; büyüklerine ise “kitap” denir. İnsanlara bildirilen yüz suhuf ve dört kitaptır. Bunlardan on suhuf Âdem, elli suhuf Şîs (Şit), otuz suhuf İdris, on suhuf İbrâhim aleyhimüsselâma indirilmiştir. Tevrat hazret-i Mûsâ’ya, Zebûr hazret-i Dâvûd’a, İncil hazret-i İsâ’ya ve Kur’ân-ı kerîm hazreti Muhammed’e inmiştir.

Kur’ân lügatte “okumak” ve “toplamak” mânâsınadır. Kerim “şerefli, kıymetli” demektir. Kur’ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir. Nazım, lügate, incileri ipliğe dizmeye denir. Kelimeleri de, inci gibi yanyana dizmeye nazım denilmiştir. Şiirler birer nazımdır. Kur’ân-ı kerîm’in kelimeleri Arabî olup, bunları yanyana dizen, Allahü teâlâdır. Dizilmiş olan bu kelimeler, âyetler hâlinde gelmiştir. Cebrâil ismindeki bir melek, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed aleyhisselâm da, mübârek kulakları ile işiterek ezberlemiş ve hemen Eshâbına okumuştur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi Kureyş kabîlesinin lügatı ile gönderdi. (Bkz. Kırâat)

Kur’ân-ı kerîm vahy-i ilâhîdir. Vahy, fısıldamak, konuşmak mânâlarına gelir. Dînî bir terim olarak, Peygamberlere ilâhî bilgilerin aktarılması, Cebrâil aleyhisselâmın, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını peygamberlerine okumasıdır.” (Bkz. Vahy)

Kur’ân-ı kerîm, Peygamber efendimize bir defâda, toptan gelmeyip, lüzûmuna ve hâdiselere göre, âyet âyet, bâzan sûre sûre vahyolundu. Yirmi üç senede tamamlandı. Mekke’de nâzil olan âyet-i kerîmelere Mekkî, Medîne’de nâzil olanlara da Medenî dendi. Diğer semâvî kitap ve suhuflar ise bir defada inmişlerdir.

Peygamber efendimiz kendisine gelen vahyi ezberler ve aslâ unutmazdı. A’lâ sûresinin altıncı ayet-i kerîmesinde meâlen; “Sana (Cebrâil’in öğreteceği üzere Kur’ân’ı) okuyacağız ve sen hiç unutmayacaksın.” buyrulmuştu. Resûlullah efendimiz, kendisine gelen vahyi Eshâb-ı kirâmına okur, onlar da ezberlerdi. Emrinde husûsî vahiy kâtipleri vardı. Gelen vahyi, vahiy kâtiplerine yazdırır, her âyet-i kerîmenin hangi sûreye yazılacağını bildirirdi. Kur’ân-ı kerîm âyetleri, Resûlullah efendimizin sağlığında; derilere, kemiklere, taş parçalarına, hurma kabuklarına yazılıp en emîn yerlerde hürmet ve îtinâ ile muhâfaza edildi.

Cebrâil aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, Levh-i mahfuzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Âhirete teşrif edeceği sene, iki kere gelip, tamâmını okudular. Muhammed aleyhisselâm ve Eshâbdan çoğu, Kur’ân-ı kerîmi tamâmen ezberlemişti. Bâzıları da, bâzı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını yazmışlardı.

Peygamber efendimizin vefâtından sonra, hazret-i Ebû Bekr’in hilâfeti devrinde mürtedlerle yapılan YemâmeHarbinde, yetmişten fazla kurra (hâfız) şehîd düştü. Bu durumdan hazret-i Ömer endişe edip, Kur’ân-ı kerîmin toplanması için halîfe hazret-i Ebû Bekr’e mürâcaat etti. Bunun üzerine hazret-i Ebû Bekr’in emriyleZeyd binSâbit başkanlığında büyük bir heyet tarafından Kur’ân-ı kerîm sayfaları bir araya toplandı. Her sûrenin âyetleri, Peygamber efendimizin bildirdiği tertibe göre, bir araya getirildi. Hazret-i Ebû Bekr, bu heyete bütün Kur’ân-ı kerîmi kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece Mushaf (veya Mıshaf) denilen bir kitap meydana geldi. Kur’ân-ı kerîmin bu şekilde toplanıp tertib edilmesine “tevkîfî” dendi. Otuz üç bin Sahâbî, bu mushafın her harfinin tam tamına yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Sûreler birbirinden ayrılmamıştı. Üçüncü halîfe hazret-i Osman, hicretin yirmi beşinci senesinde sûreleri birbirinden ayırdı ve sıraya koydu. Altı mushaf daha yazdırıp; Bahreyn, Şam, Bağdat, Yemen, Mekke ve Medîne’ye gönderildi. Bugün, dünyâda bulunan, bütün mushaflar, hep bu yedi mushaftan çoğaltılmış olup, aralarında bir nokta farkı bile yoktur.

Kur’ân-ı kerîm’de 114 sûre ve 6236 âyet vardır. Âyetlerin sayısının 6236’dan az veya daha çok olduğu meselâ 6666 âyet olduğu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veya birkaç kısa âyetin, bir büyük âyet, yâhud sûrelerin evvelindeki Besmelelerin bir veya ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmiştir.

Hazret-i Osman zamânında istinsah edilerek çoğaltılan mushaflarda hareke ve nokta yoktu. Müslümanlar, nokta ve harekeye muhtaç olmadan bu mushafları kendi tabiî okuyuşlarına göre okudular. Hazret-i Osman devrinden, Emevî halîfesi Abdülmelik bin Mervân, (vefâtı 705/H.86) devrine kadar kırk küsûr sene okumaya devâm ettiler. Ne zaman ki Arap olmayan milletlerin Müslüman olmaları ve dillerinin de başka olması, Kur’ân-ı kerîme nokta ve hareke konması ihtiyâcını hissettirdi. Haccâc bin Yûsuf 714 (H.95), Kur’ân-ı kerîmin yanlış okunmasını önleyecek işâretlerin bulunarak mushaflara konulması husûsunda tedbirler aldı. Kur’ân-ı kerîme ilk harekeyi Ebü’l-Esved ed-Düelî; noktalama işâretlerini de, Yahyâ bin Ya’mer koydu.

Eski mushaflarda âyet sonları iyice belirtilmediği gibi âyet arası vakıf yerleri de işâretli değildi. Baştan başa Kur’ân-ı kerîm âyetleri tarandı ve nerelerde durmak lâzım geldiği tek tek incelenip belirlendi. Mushaf yazan hattâtlar da zamanla âyet-i kerîmeleri birbirinden ayırmak için âyet sonlarına yuvarlak bir dâire veya gül deseni şeklinde muntazam işâretler koydular. Müslümanlara yol göstermek için bu konuda vakıf ve ibtidâ adıyla başlı başına eserler yazıldı. Böylece Müslümanların anlayacağı şekilde îzâh edildi. Altıncı asırda yaşayan Muhammed bin Tayfûr Secâvendî, kırâata dâir çalışmalarıyla meşhur oldu. Vakf ve İbtidâ adlı eserinde, Kur’ân-ı kerîm okurken îcâb eden vakıf ve ibtidaları açıkladı. Fas ve Cezâyir gibi magrib memleketleri hâriç, bütün şark memleketlerindeki Kur’ân-ı kerîm nüshalarında, Secâvendî’nin yolu tâkib edildi. Bugün mushaflarda kullanılan bu işâretlere, Secâvend denmesi bu zatın ismi sebebiyledir.

İslâm âlimlerinin büyüklerinden, Osmanlı Devletinin dokuzuncu şeyhülislâmı Ahmed ibni Kemâl Paşa Kur’ân-ı kerîmin secâvendlerini, yâni duraklarını yazdığı şiirinde şöyle bildirmektedir:

Cim: Câiz geçmek ondan, hem revâ,
Durmak fakat, evlâdır sana!

Ze: Câiz, onda dahî durdular,
Geçmeği, daha iyi gördüler.

Tı: Mutlaka durmak nişanıdır.
Nerde görsen, orda hemen dur!

Sad: Durmakta ruhsat var dediler.
Nefes almaya izin verdiler.

Mim: Lâzım durmak burada elbet,
Geçmede, küfürden korkulur pek!

Lâ: Durulmaz! demektir her yerde,
Durma hiç! Alma hem nefes de!

Bu tertible oku, itmâm et,
Sevâbın cümleye ihsân et!

Ayn: Bu harf, rükû demektir. Ömer Fârûk’un (radıyallahü anh) namaz kıldırırken, ayakta okumayı bitirip rükûa eğildiğini gösterir. Ayn işâreti, hep âyetlerin sonunda bulunmaktadır.

Kur’ân-ı kerîm Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerinin en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir. Her şâirin, nazım yapmak kâbiliyeti başkadır. Meselâ, Mehmed Âkif’in ve Nâbî’nin şiirlerini iyi bilen usta bir edebiyâtçıya, Mehmed Âkif’in, son yazdığı bir şiirini götürüp, bu, Nâbî’nin şiiridir desek, bu şiiri, hiç işitmemiş olduğu hâlde, okuyunca; “Yanılıyorsunuz! Ben Nâbî Efendinin ve Mehmed Âkif’in şiirlerini iyi bilirim. Bu şiir Nâbî’nin değil, Mehmed Âkif’indir” der. İki Türk şâirinin Türkçe kelimeleri nazm etmesi, dizmesi çok farklı olduğu gibi, Kur’ân-ı kerîm hiç bir insan sözüne benzemiyor. Kur’ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de isbât edilmiştir ve her zaman edilebilir. Şöyle ki, bir Arab şâiri, bir sayfada, edebî sanat inceliklerini göstererek, bir şey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadîs-i şerîf ve başka yerine de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, İslâmdan ve Kur’ân’dan haberi olmayan, Arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutturulmuştur. Okurken, hadîs-i şerîfe gelince, durmuş ve; “Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki sanat daha yüksek” demiştir. Sıra âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir hâlde; “Burası hiç bir söze benzemiyor. Mânâ içinde, mânâ çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok.” demiştir.

Kur’ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arapçaya da tercüme edilemez. Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak îzâh edilebilir, açıklanabilir.

Cebrâil aleyhisselâm dahi, Kur’ân-ı kerîmin mânâsını ve esrârını Resûlullah’a sorardı. Resûlullah’ın, Kur’ân-ı kerîmin hepsinin tefsirini, Eshâbına bildirdiğini İmâm-ı Süyûtî haber vermektedir.

Hülâsa, Kur’ân-ı kerîmin mânâsını yalnız Muhammed aleyhisselâm anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmiştir. Kur’ân-ı kerîmi tefsir eden O’dur. Doğru tefsir kitabı da, O’nun hadîs-i şerîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumayarak, dinlenmeyerek, istirâhatlarını fedâ ederek bu hadîs-i şerîfleri toplayıp, tefsir kitaplarını yazmışlardır. Beydâvî Tefsîri bunların en kıymetlilerindendir. (Bkz. Tefsir)

Kur’ân-ı kerîmin hakîkî mânâsını anlamak, öğrenmek isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınarak yazılmıştır. Kur’ân tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mânâ veremez. Okuyan kimseler, tercüme edenin bilgi derecesine göre anlamış olduğunu öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yaptığı tercümeyi okuyan da, Allahü teâlânın buyurduğunu değil, tercüme edenin bozuk ve yanlış fikirlerine kapılarak ya bozuk îtikat sâhibi olur veya dinden çıkar.

Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanıp 1961’de, neşredilen Kur’ân-ı Kerîmin Türkçe Meâli adındaki tercümenin önsözünde de diyor ki: “Kur’ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve i’câzı hâiz bir kitab, yalnız Türkçeye değil, hiç bir dile hakkıyla çevrilemez. Eski tefsirlerin ışığı altında verilen mânâlara da tercüme değil, meâl demek uygundur. Kur’ân’ın yalnız mânâsını ifâde eden sözleri, Kur’ân hükmünde tutmak, namazda okumak ve aslına hakkıyla vâkıf olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz. Hiçbir tercüme, aslının yerini tutamaz. Kur’ân-ı kerîmde, muhtelif mânâlara gelen lafızlar vardır. Böyle bir lafzı tercüme etmek, çeşitli mânâlarını bire indirmek olur ki, verilen tek mânânın, murâd-ı ilâhî olduğu bilinemez. Bunun için, Kur’ân tercümesi demeye cesâret edilemez. Kur’ân-ı kerîmi tercüme etmek başka, tercümeyi Kur’ân yerine koymaya kalkışmak başkadır.”

Önsözden sonra yapılan açıklamalarda diyor ki; “Bu ilâhî, beşer üstü ve mûciz kitabın tam hakkını vererek aynen Türkçeye çevrilmesi mümkün değildir. Bu îtibârla, en isâbetli yol; âyetleri kelime kelime aynen tercüme etmek yerine, Arapça aslından anlaşılan mânâ ve meâli Türkçe ile ifâde yolu olsa gerektir. Kur’ân’ın nazm-ı celîlini, aslındaki i’câz ve belâgatini muhâfaza ederek tercüme etmek mümkün değildir. Fakat, meâl olarak tercümesi mümkündür. Bir dilden başka bir dile yapılan tercümelerde, her iki dilin husûsiyetlerini hakkıyla belirtmeye imkân yoktur. Avrupa’da ilk Kur’ân tercümesi 1141 (H.537)de Lâtinceye yapılmıştır. 1513 (H.919)te İtalyancaya, 1616 (H. 1025)da Almancaya, 1647 (H.1056)de Fransızcaya ve 1648 (H.1057)de İngilizceye tercüme edilmiştir. Bugün, bu dillerin herbirinde otuz kadar tercümeleri vardır.ÊAncak çeşitli eğilimli kimselerin yaptıkları tercümelerde, pek yanlış hattâ garazkârâne olanlar vardır.”

Kur’ân-ı kerîmin tefsiriyle ilgili bir diğer husus da şudur: Mısır, Irak, Hicâz, Fas Arapçaları birbirine benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, bunlardan hangisinin dili ile açıklanacak' Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, şimdiki Arapçayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, çalışıp, yıllarca dirsek çürütmek lazımdır. Böyle çalışıp anlayan, İslâm âlimlerinin yazdığı tefsirlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıdır. Derme çatma tercümeleri okuyanlar, Kur’ân-ı kerîmi mitolojik hikâyeler, lüzûmsuz, faydasız düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur’ân’dan, İslâmdan soğuyup îmânını kaybedebilir.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Benim kitâbım Arabîdir. Muhammed’e (aleyhisselâm), bu Kur’ân’ı Arabî dil ile indirdim.” buyurdu. O hâlde, Allahü teâlânın melek ile indirdiği kelimelerin, harflerin ve mânâların toplamı Kur’ân’dır. Böyle olmayan kitaplara, Kur’ân-ı kerîm denemez. Bu kitaplara Kur’ân diyen Müslümanlıktan çıkar. Başka dile, hattâ Arabîye çevrilirse, Kur’ân açıklaması denir. Mânâsı bozulmadan da, bir harfi bile değişince, Kur’ân olmaz. Hattâ hiç bir harfi değişmeden, okunmasında ufak değişiklik yapılırsa Kur’ân denmez.

Kur’ân-ı kerîmin, Lâtin harfleri ile yazılmasına da imkân bulunmamaktadır. Çünkü bu harflerde, Kur’ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı olmadığından, mânâ bozulmaktadır. Okunan, Kur’ân olmayıp, mânâsız veya rastgele mânâlar veren, bir ses yığını olmaktadır.

Geçmişteki ve gelecekteki bütün ilimler, Kur’ân-ı kerîmde mevcud olup, bütün kitaplardan üstün ve kıymetlidir. Peygamber efendimizin en büyük mûcizesidir. İnsanlar, Kur’ân-ı kerîmin en kısa sûresi gibi bir söz söylemekten âciz bırakıldılar. Kur’ân-ı kerîmin belâgatı, fesâhatı insan gücünün üstündedir.

Mevdûât-ül-Ulûm’da diyor ki: “Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler üç kısımdır: Birincisini hiçbir kuluna bildirmemiştir. Kendisini, isimlerini ve sıfatlarını kendinden başka kimse bilemez. İkinci kısım bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmiştir. Bu yüce Peygamberden ve onun vârisi olan râsih âlimlerden başka kimse bunları anlayamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısım bilgileri, Peygamberine bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emir buyurmuştur. Bu ilimler de ikiye ayrılır: Birinciler, geçmiş insanların hâllerini bildiren kısas ve dünyâda-âhirette yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberler yâni ahbâr’dır. Bunlar, ancak Resûlullah’ın bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ile, tecrübe ile anlaşılamaz. Üçüncü kısım bilgilerin ikincileri, akıl, tecrübe, Arabî ilimler ile anlaşılabilir. Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir.”

Kur’ân-ı kerîm, önce gelen bütün kitapları ve onlardaki hükümleri kaldırdı. Zâten Tevrât, Zebûr ve İncîl tahrif edilip asılları kalmamıştır. Kur’ân-ı kerîmin, kıyâmete kadar hiçbir zaman tahrîfât (değişiklik), unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmayıp, gönderildiği gibi muhâfaza edileceği, Hicr sûresi 9. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik ve muhakkak ki, onu tahrif ve tebdilden (değişikliğe uğramaktan) biz koruyacağız.” buyruldu.

Kur’ân-ı kerîmde kimsenin yapamayacağı, söyleyemeyeceği şeyler sayılamayacak kadar çoktur. Bunlardan altısı şöyledir:

Birincisi: İ’câz ve belâgattır. Yâni az söz ile, pürüzsüz ve kusursuz olarak, çok şey anlatmaktır.

İkincisi: Harfleri ve kelimeleri, Arab harflerine ve kelimelerine benzediği hâlde, âyetler, yâni sözler ve cümleler, onların sözlerine ve şiirlerine ve hutbelerine hiç benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, insan sözü değildir. Allah kelâmıdır. Kur’ân-ı kerîmin yanında onların sözleri, cam parçalarının elmasa benzemesi gibidir. Dil mütehassısları bunu pek iyi görüyor ve teslim ediyor.

Üçüncüsü: Bir insan, Kur’ân-ı kerîmi ne kadar çok okursa okusun bıkmıyor, usanmıyor. Arzusu, hevesi, sevgisi ve zevki artıyor. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmin tercümelerinin ve başka şekillerde yazmalarının ve diğer bütün kitapların okunmasında, böyle arz ve lezzet artması olmuyor. Usanç hâsıl oluyor. Yorulmak başkadır, usanmak başkadır.

Dördüncüsü: Geçmiş insanların hâllerinden bilinen ve bilinmeyen birçok şey Kur’ân-ı kerîmde bildirilmektedir.

Beşincisi: İlerde olacak şeyleri bildirmektedir ki, bunlardan çoğu zamanla meydana çıkmış ve çıkmaktadır.

Altıncısı: Kimsenin hiçbir zamanda, hiçbir sûretle bilemeyeceği ilimlerdir ki, Allahü teâlâ, ulûm-i evvelîni ve âhirîni Kur’ân-ı kerîmde bildirmiştir.

Kur’ân-ı kerîmde bildirilen ilimlerden bâzıları şunlardır:

1. Mahlûkları inceleyerek, Allahü teâlânın var olduğunu ve bir olduğunu anlamayı göstermektedir. Fen bilgileri bu kısımdadır. İçindeki bilgilerden ancak bir kısmı bu günkü insanlar tarafından bulunabilmiştir. Hâlbuki, bu ilmî ve fennî esâslar, 1400 küsûr sene evvel Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Bunlardan birkaçı şöyledir:

Dünyânın nasıl meydana geldiği hakkındaki modern bilgiler, 50-60 sene öncesine kadar bilinmiyordu. Kur’ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresi 30-33. âyet-i kerîmesinde meâlen; “İnkâr edenler, gökler ve yer küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırdığımızı bilmezler mi'” Yâsîn sûresi 37 ve 38. âyet-i kerîmelerinde; “İnkâr edenlere bir delil de gecedir. Biz ondan gündüzü ayırırız, sıyırırız da karanlıkta kalıverirler. Güneş de kendi mahrekinde (yörüngesinde) yürür.”

İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi' (Enbiyâ sûresi: 30)

İnsanı sudan yaratarak erkek ve kadın akrabâlar yapan Allah’tır. (Fürkân sûresi: 54)

Yerin yetiştirdiklerinden ve kendilerinden ve bilmedikleri bir çok şeylerden çift çift (yâni bol bol) yaratan Allahü teâlâ her türlü ayıp ve noksanlıktan münezzehtir. (Yâsîn sûresi: 36)

Buradan bitki ve hayvanat bilgilerine, fakat bunların yanında bilmedikleri birçok şeyler diye insanların ancak zamanla ve yavaş yavaş bulabildikleri atom enerjisi gibi yeni kaynakları inceleyen ilim adamlarına îmâlar vardır. Nitekim cenâb-ı Hak, Rûm sûresinin 22. âyeti kerîmesinde meâlen; “Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve lisanlarınızın ayrı olması, O’nun varlığının âyetlerinden (işâretlerinden)dir. Doğrusu burada âlemler (insanlar, melekler ve cinler) için ibret vardır.” buyuruyor.

Bu sözler bugün genetik (kalıtım) ile uğraşan ilim adamlarına bir işârettir. Demek oluyor ki, “dil ve renk farklarında” henüz bizim bugün daha bulamadığımız bâzı incelikler vardır. Zamanla meydana çıkmaktadır.

2. Târihi inceleyerek îmân edenlerin, İslâmiyete uyanların mesud olduklarını, îmânsızların ise, dünyâda azâb içinde yaşadıklarını anlatmaktadır.

3. Âhiretteki nîmetleri ve azapları bildirerek, îmânlı olmaya teşvik etmektedir.

4. Dünyâda ve âhirette saâdete kavuşmak için, nasıl yaşamak lâzım olduğunu öğretmektedir.

5. Müşriklerle (inanmayanlarla), münâfıklarla (inanmış görünenlerle), Yahûdîlerle ve Hıristiyanlarla nasıl mücâdele yapılacağı bildirilmektedir.

Kur’ân-ı kerîmi okuyup ona uygun îmân eden, hidâyet üzere olur. Doğru yolda bulunur. Allahü teâlâya kavuşturacak olan doğru yolu bulur. Cehennem azâbından kurtulur. Hattâ bunun sevâbı dedelerine, çocuklarına ve torunlarına tesir eder. Îtikâdı düzgün bir kimse Kur’ân-ı kerîmi okuyup, sâlih Müslümanların yazdığı ilmihâl kitaplarında bildirdiği üzere amel ettiği, ibâdet yaptığı takdirde büyük sevâblara kavuşur. Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:

Hoca çocuğa besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ çocuğun anasının, babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için senet yazdırır.

Ümmetimin yaptığı ibâdetlerin en kıymetlisi Kur’ân-ı kerîmi mushafa bakarak okumaktır.

Namazda okunan Kur’ân-ı kerîm, namaz dışında okunan Kur’ân-ı kerîmden daha sevaptır.

Kur’ân-ı kerîm okunan evden arşa kadar nûr yükselir.

Ebû Hüreyre buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîm okunan eve, bereket, iyilik gelir. Melekler oraya toplanır. Şeytanlar oradan kaçar. Kur’ân-ı kerîm okunmazsa bunun aksi olur.”

Kur’ân-ı kerîmi okumak, mühim sünnettir. Tecvid ilmine uygun olarak ve hürmet ile okunan Kur’ân-ı kerîmi dinlemek farz-ı kifâyedir. Okuyanlara verilen sevapların aynısı, dinleyenlere de verilir.

Kur’ân-ı kerîm hakkında batılı ilim adamları hayranlıklarını gizleyemeyip îtirâflarda bulunmuşlardır. Dünyânın meşhûr ediplerinden olan Goethe (1749-1832), Batı-Doğu Dîvânı adlı eserinde şöyle diyor: “Kur’ân’ın içinde pekçok tekrarlar vardır. Onu okuduğunuz zaman, bu tekrarlar bizi usandıracak sanılıyor, fakat biraz sonra bu kitap bizi kendisine çekiyor. Bizi hayranlığa ve sonunda büyük saygıya götürüyor.”

Prof. Edward Monte; “Allah’ın birliğini en temiz, en yüksek, en kutsal ve inandırıcı ve başka hiçbir din kitabının üstün gelemeyeceği bir dil ile anlatan kitap, Kur’ân’dır.” demektedir.

Gaston Kar; “İslâm dîninin kaynağı olan Kur’ân’da cihan medeniyetinin dayandığı bütün temeller bulunmaktadır. O kadar ki, bugün bizim medeniyetimizin Kur’ân’ın bildirdiği temel kurallardan kurulduğunu kabûl etmemiz gerekir.” demektedir.

İngiliz Râhibi Beowerth-Simith, Muhammed ve Muhammed’e bağlı Olanlar adlı eserinde; “Kur’ân üslûb temizliği, ilim, felsefe ve hakîkat mûcizesidir” diyor.

Prof. Carlyle; “Kur’ân okundukça onun alelâde, gelişi güzel bir edebî eser olmadığını hemen hissedersiniz. Kur’ân, kalpten gelen ve başka kalplere hemen nüfûz eden bir eserdir. Diğer bütün eserler bu muazzam eser yanında çok sönük kalır. Kur’ân’ın göze çarpan ilk karekteri onun doğru ve mükemmel bir yol gösterici, dürüst bir rehber olmasıdır. İşte bence Kur’ân’ın en büyük meziyeti budur. Bu meziyet diğer bir çok meziyetlere de yol açmaktadır.” diyor.

Önceki
Önceki Konu:
Radyokarbon
Sonraki
Sonraki Konu:
Evrengzib

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu
Popüler Sayfalar:
Son Ziyaretler: