Alm. Laizismus (m), Fr. Laicisme (m), İng. Secularism, laicism. Din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak, devlet işlerini dînî prensiplerin dışında tutma. Lâik kelimesi Türkçeye Fransızcadan gelmiştir. Kelimenin aslı Yunanca Laikos sıfatıdır. Yunancada, din adamı sıfatı taşımayan kişilere “laikos” denilmekteydi. Lâik kimse, halktan olan, yâni ruhban sınıfına mensûb olmayan kimse demekti. Laikos sözü, din kurallarına dayalı Hıristiyan cemiyetlerinde din adamları dışında kalan kimseleri anlatmak için kullanılmıştır. Nitekim Hıristiyanlıkta kilise adamlarına “clerıcı”, bunların dışında kalanlara da “lâici” denilmiştir.
Lâiklik ilkesi, Hıristiyanlık dünyâsında ortaya çıkmış bir kavramdır. Bu ilkenin târihi, kral ve imparatorlar ile Papalık makamı arasında meydana gelen mücâdelelerin târihidir. Yâni lâiklik denildiği zaman ilk akla gelen husus, Hıristiyan âleminde geçmiş asırlarda vukû bulmuş, kilise-devlet mücâdelesidir. Kilise ile devlet arasında geçen bu mücâdele senelerce sürmüştür. Önceleri, Romadaki Hıristiyanlar, imparatorlara mutlak bir itâat göstermeyi kabul etmedikleri için sürekli baskıya mâruz kalmışlardır. BirinciKonstantin’in kiliseye hukûkî bir durum vermesi ile kilise, muhtariyet (özerklik) kazanmıştır. Kilise üzerinde imparatorların baskısı gittikçe artmış ve neticede 6. yüzyılda İmparator Justinianus, hem devletin hem de kilisenin başı durumuna gelmiştir. Bu gelişmeler sonucu, Doğu Ortodoks kilisesi, devletin emrine girmek zorunda kalmıştır. Fakat Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesi sonucu, devlet gücü zayıfladı ve kilise tekrar güçlendi.
Osmanlı devleti ise, İstanbul patriğine kendi kilise mensupları üzerinde dînî ve idârî iktidar hakkı verdi. Bâbıâlî’nin bu tutumu Hıristiyanlık târihinde eşi ve benzeri görülmemiş bir hadisedir. O yıllarda Rusya’da bile Ortodoks kilisesi, devletin egemenliği altında bulunuyordu. Batı dünyâsında ise durum biraz daha farklıydı. Batıda merkezî bir imparatorluğun bulunmaması sebebiyle kilise güçlüydü. Roma’da “Papalık makâmı” adı verilen ve Batı dünyâsınca üstünlüğü kabul edilmiş merkezî bir kilise iktidarı bulunuyordu. Barbar (Haçlı) istilâları, papalık makamının gücünü iyice arttırdı. Fakat Avrupa’da zamanla güçlü siyâsî iktidarların ortaya çıkması, papalarla imparatorlar arasında uzun seneler devam edecek bir mücadeleyi başlattı. Bu mücadelenin temelinde iktidarın paylaşılması gibi çok önemli bir mesele vardı. Papanın hem dînî lider, hem de siyâsî iktidar sâhibi olduğu iddiası, bu mücadeleyi çok şiddetlendirdi. Krallar, kendilerinin devleti ilâhî haklara dayanarak yönettiklerini iddia ediyorlar, dolayısıyla kiliseyi de, kendilerinin kontrol etme yetkilerinin bulunduğunu ileri sürüyorlardı. Papalarla krallar ve imparatorlar arasında geçen bu mücadelenin en şiddetlileri Papa YedinciGregorius ile Almanya İmparatoru İkinci Heinrich; Papa Sekizinci Bonifacius ile Fransa KralıAltıncı Philippe arasındaki mücâdelelerdir. Aynı mücadeleler, diğer Hıristiyan devletlerinde de görüldü. Bu mücadelelerde bâzan siyâsî iktidarlar, bâzan da kiliseler başarı gösterdi ve söz sâhibi oldu. Kilisenin bu mücadelelerde başarı göstermesinde, kendisine bağlı tarikatların büyük mülk sâhibi ve dolayısıyla mâli yönden güçlü olmalarının çok mühim rolü oldu.
Kilise-siyâsî iktidâr mücadelesi, 18. yüzyıla kadar devam etti. Bu yüzyılda ortaya çıkan ve geliştirilen yeni anlayış ve müesseseler “liberalizm” adını aldı. Bu anlayış sâhipleri, kralların ve imparatorların ilâhî haklarını reddediyorlardı. Bu görüşe göre, siyâsî iktidâr milletin oyuna dayanır ve ona karşı sorumludur. Liberalizm, böylece vicdan hürriyeti denilen bir fikri ileri sürüyor ve modern demokrasinin temel prensibini belirliyordu. Vicdan hürriyeti, kişilere istediği bir dîni seçme veya hiçbir dîni seçmeme hakkı veriyordu. Şu halde, devletin karakterinde ve vazifesinde değişiklik getiren bu yeni anlayışa göre din, devletin siyâsî hayatında önemli bir güce sâhib olamaz. Bu anlayışı benimseyen bir devletin yapacağı tek şey, dînî tarafsızlık olabilirdi; bu ise kilise ile siyâsî iktidarın birbirinden ayrılması sonucunu doğurdu. Nitekim öyle yapıldı.
Kilise işlerini devlet işlerinden resmen ayıran ilk ülke Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. ABD Anayasası, din hürriyetini ve kânunlar karşısında bütün dinlerin eşitliği prensibini kabul etti. Bu anayasa, devletin bir dîne bağlanmasını, bir dînin yasaklanmasını ve vatandaşların siyâsî ve medenî haklarını kullanırken dînî sebeplerle farklı muâmele görmelerini yasaklıyordu. Benzer gelişmeler Fransa’da da görülmüştür. 1789 Fransız İhtilâlinden sonra, kilise mallarına el kondu. Papazlar, cumhûriyete bağlılık yemini etmekle mükellef tutuldular. Ruhbanlık imtiyazı kaldırıldı. Neticede Fransa’da din ve devlet işleri, 1905’te parlamentonun kabul ettiği bir kânunla birbirinden ayrılmış oldu. Hıristiyanlık, sâdece âhirete ilişkin prensipleri ihtivâ ettiğinden, lâiklik ilkesinin yerleşmesinde ciddî engeller çıkmadı. Kilisenin, kral ve imparatorlara karşı mücâdelesi tamâmiyle Papalarla şahsî nüfuz elde etmelerine dayanıyordu.
Türkiye’de lâiklik prensibinin gelişmesi, batıdan çok daha farklı oldu. Aslında Türkler, hâkim oldukları ülkelerde din ve vicdan hürriyetine tamamen saygı göstermişler; emirlerindeki tebeayı din işlerinde dâimâ serbest bırakmışlardır. İslâm dîni sâdece îmân, ibâdet ve ahlâkla ilgili hükümleri değil, aynı zamanda kişilerin özel muâmelelerinden doğan işleri ve devlet idârecilerinin selâhiyetleri ile tebeanın hak ve vazifelerini de düzenleyen hükümleri ihtivâ etmektedir. Yâni İslâmiyet, kişinin hem dînî, hem de dünyâ işlerini düzenliyor. İşte bu sebeple İslâm devletlerinin hepsinde olduğu gibi, Osmanlı Devleti de teokratik bir düzene sâhipti. Yâni din ve dünyâ işleri tamamiyle dînî kâidelere bağlıydı. 600 yılı aşkın bir süre teokratik düzen devam etti.
Fikrî temellerini batı düşünce sistemi ve kültüründen alan, birinci ve ikinci meşrutiyet döneminde yapılan çalışmalar, batı kültürüyle yetişmiş, dînî bilgilerden yoksun çeşitli hükümet adamları tarafından lâikliğe uzanan birer merhale olarak tatbikata sokulmasına rağmen, Osmanlı Devletinin asırlardır sürüp gelen dînî temele dayalı idâre şekli karşısında Türkiye lâik bir düzenin kurulmasını tam olarak gerçekleştiremedi. Bu dönemlerde bâzı yeni kânunlar çıkarılmışsa da, devletin asıl kânunları ve hukuk düzeni teokratikti. Osmanlı Devleti, BirinciCihan Harbi sonunda tamâmen yıkılıp siyâsî hüviyeti son bulduktan sonra, batı örnek alınarak kurulan yeni Türk Devletinin idarecileri ve TBMM tarafından Cumhûriyet döneminde, 1924’ten îtibâren çıkarılan bâzı kânunlarla Türkiye’de lâiklik ilkesinin temelleri atıldı. Bu kânunlar Hilâfetin ilgâsı. Tevhid-i Tedrisat, Şer’iyye Vekâletinin ilgâsı, Tekke ve Zâviyelerin ilgâsı hakkındaki kânunlar ile Türk Medenî Kânunu’dur. Bu kânunların dayanağı olan hükümler, Türkiye Cumhûriyetinin Anayasalarında yer alıyordu. 1924 Teşkilât-ı Esâsiye Kânunu’nda 1937’de yapılan değişiklikle, devletin lâik olduğu belirtildi. Lâiklik ilkesi, bu anayasada, devletin temel ilkelerinden biri olarak kabul edildi (mad. 2) ve bu ilkeyi koruyucu hükümler şerh edildi (mad. 19, 57). Benzer hükümler 1961 ve 1982 Anayasa’sında da mevcuttur (mad. 2, 24, 68). 1982 Anayasası önceki Anayasa’lardan farklı olarak değişmez hükümler arasında lâiklik ilkesini de saymıştır.
Türkiye’de lâiklik ilkesinin kabul edilmesiyle birlikte “Diyanet İşleri Başkanlığı” kuruldu. Genel idâre içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, lâiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyâsî görüş ve düşüncelerin dışında kalarak özel kânununda gösterilen görevleri yerine getirir (1982 Anayasası, mad. 136).
İlmî terim olarak lâik bir sistemde, devlet, dînî esaslara istinâd edemeyeceği gibi, bunların iç işlerine “ibâdet, ahkâm ve erkânına” da hiçbir şekilde karışamaz. Hürriyetler içinde en önemli yeri olan din hürriyeti kabul edilmezse, demokrasinin gerçekleşmesi de güçleşir. Bu yüzden Lâik-demokratik ülkelerde, devletin, fertlerin dînî inançlarını koruması için anayasalarda hükümler konulmuştur. Bu hükümler; çeşitli milletlerde farklılıklar göstermektedir. Meselâ; Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasası’nda, herkesin, vicdan, dînî inanç ve kanaat hürriyetine sâhib olduğu sarâhaten (açık olarak) belirtilmiştir. Bir kimsenin dînî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağı, suçlanamayacağı da 24. maddede yazılıdır. Aynı maddede ayrıca din derslerinin ilk ve ortaokullarda mecbûrî dersler arasında yer aldığı belirtilmektedir.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve lâikliğin önderi Atatürk, lâiklik hakkındaki düşüncelerini, çeşitli konuşmalarında şöyle belirtmektedir:
“Din bir vicdân meselesidir. Herkes vicdânının emrine uymakta serbesttir. Biz dîne saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre karşı değiliz. Biz, sâdece din işlerini millet ve devlet işlerine karıştırmamaya çalışıyor, kaste ve fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz.”
“Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyâsî bir fikre mâlik olmak, seçtiği bir dînin gerektirdiklerini yerine getirmek veya getirmemek hak ve hürriyetine mâliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. Vicdan hürriyeti mutlaktır ve taarruz edilemez. Türkiye Cumhûriyetinde herkes, Allah’a istediği gibi ibâdet eder. Hiç kimseye dînî fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz. Türkiye Cumhûriyetinin resmî dîni yoktur.”
“Lâiklik, yalnız din ve dünyâ işlerinin birbirinden ayrılması değildir. Lâiklik, yurttaşların vicdan, ibâdet ve din hürriyetini tekeffül eder (üstlenip korur).”
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.