Ma’ruf bin Firûz, İranlı bir ailenin çocuğudur. Annesi ve babası Hıristiyandır. Onun da kendileri gibi dindar bir Hıristiyan olmasını çok isterler. Kardeşleri ile birlikte kilise mektebine gönderirler. Ma’ruf farklı bir çocuktur. Mutidir ama öyle her anlatılana boyun eğmez ve gönlüne yatmayan şeyi kabullenemez. Nitekim “Baba, Oğul, Ruh-ül Kuds” üçlemesini içine sindiremez. Bu konu üzerinde çok düşünür ve sorduğu sorularla rahibi bunaltır. Aldığı cevaplar yeni izahlara muhtaçtır ve sadece sorularını çoğaltır. Rahip bu çocuğun karşısında izahlarının basit, mantığının sığ kaldığını hisseder. Disiplini sağlamak için onu konuşmaktan men eder. Ama zeki çocuk ne yapar yapar sözü mevzuya getirir. Rahibe göre tek çözüm kalır: Dayak. O da öyle yapar, Ma’ruf’u ibreti âlem için falakaya çeker, yoruluncaya kadar döver.
Şimdi Ma’ruf’u evde yeni sıkıntılar bekler. Zira babası gibi saf insanlar bir rahibe kafa tutulabileceğini düşünemez ve böyle bir cürmü işleyeni affetmezler.
O diyardan gider olur
Ma’ruf biran kendini çok yalnız hisseder, alır başını uzaklara gider. O devirde yokluk kıtlık vardır. Hayat herkes için zor ama evini terkeden bir çocuk için daha zordur. Niye öyle yapar bilinmez, Kûfe’ye yönelir. Hava sıcak, yollar dikenli ve taşlıdır. Elbiseleri ipliklenir, çarıkları parçalanır. O yıllarda yolcular mescidlerde mola verirler. Hem namaz kılar, hem de bir miktar dinlenirler. Müslümanlar yolcu duasının makbûl olduğuna inanır misafirlere ekmek, şerbet ya da meyve ikram ederler. Sofralarına oturanlara meşreplerini ve mezheplerini sormazlar. Kim olsa koluna girer, “Lütfen buyrun” derler. Bu karşılıksız hizmet Ma’ruf’u çok etkiler. Artık sadece mescidlere sokulur. Kah hasır üstünde uyur, kah sofralarına oturur.
Küçük çocuk yorucu bir yolculuktan sonra Kûfe’ye varır. Yine gözüne kestirdiği bir mescide yaklaşır. Şadırvanda elini yüzünü yıkar. Artık bitmiştir, eğer içeride bir kuytu bulabilir ve azıcık kestirebilirse kendini iyi hissedecektir. Sessizce girip bir köşeye çekilir. O sıra sevimli bir zat talebeleri ile ders yapmaktadır. Nur yüzlü âlim sanki kendisini anlatır. “Kim Allah’tan yüz çevirirse, Allah da ondan yüz çevirir. Ama kim Allah’ı (Celle Celalüh) arzular ve ona koşarsa Rabbimiz onu rahmetiyle karşılar” der. Bu sözler Ma’ruf’a çok tesir eder. Nasıl etmesin o zat velilerin önderlerinden İbn-i Semmak hazretleridir. Ma’ruf çekildiği kuytuda için için ağlamaya başlar. “Ya Rabbi” der, “Sen, beni benden iyi biliyorsun. Sana kavuşturacak yol ne ise onu nasip eyle.”
Ehl-i beyt ile içiçe
İşte tam o sırada İbn-i Semmak Hazretleri susar. Ortalıkta uzunca sayılacak bir sessizlik olur. Mübarek birden etrafına bakınır ve “İran’dan gelen genç de kim?” diye sorar. Cemaat dönüp Ma’ruf’a bakar. Ma’ruf ayağa kalkar. İbn-i Semmak “Merhaba” der, “Merhaba ey Rabbini arayan. Merhaba ey Allahın muhabbetine mazhar olan” kucaklaşmaları o kadar hislidir ki Ma’ruf da büyük veli de ağlar. İbn-i Semmak çocuğu bağrına basar ve sen “Rahibe ve babana aldırma” der, “dua et, onlar da kurtulsunlar!” Ma’ruf hayretler içindedir, çünkü başından geçenleri kimseye söylememiştir. İbn-i Semmak onu elinden tutar Ehl-i beytin büyüklerinden İmam-ı Ali Rıza’nın yanına götürür. Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) nurlu torununu görünce zerre kadar acabası kalmaz. Bütün tereddütleri eriyip gider, büyük bir teslimiyet ve tarifsiz bir aşkla kelimeyi şehadet söyler.
Ya anası babası
Ma’ruf, Kûfe’de ciddi bir eğitimden geçer. İmam-ı Ali Rıza’nın çocuklarıyla birlikte büyüdüğü için aileden sayılır. İmam-ı Ali Rıza “O neseb bakımından değilse de huy ve muhabbet bakımından Ehl-i beyttendir. Nasıl ki ceddimiz Selmân-ı Farisi’yi ilhak edip Ehl-i beytten saydı Ma’rûf da bizdendir.”
Allahü teâlâ bazı kullarını seçer ve sever. Onların üstüne nisan yağmuru gibi nimet yağdırır ki Ma’rûf bunlardan biridir. Nitekim bir zaman sonra Dâvûd-i Tâî gibi bir velinin dizi dibine oturur. Gökler duvak duvak açılır, hallere ve sırlara kavuşur.
Ma’rûf-ı Kerhi yıllar sonra memleketine döner. Köyleri yine bakımsız, yolları yine tozludur. Evleri daha bir viranlamıştır. Annesi, babası onu hasretle kucaklar. Kardeşleri etrafına toplanırlar. Onu fazla üzmez topyekun Müslüman olurlar. Ma’ruf-i Kerhi rahibi de ziyaret eder. Yaşlı adam pişmandır, mahçuptur. Ma’ruf “özre ne gerek” buyurur “sen bana yaptığın iyiliğin büyüklüğünü bir bilsen?” Netice’de hepsi iman ederler. Kırk yıllık rahip sarar sarığını, mihraba geçer.
Ma’rûf-i Kerhi bir zaman sonra Bağdat velileri arasında zikredilir ki Zekeriyya bin Yahya ve Sırrîyi Sekâtî gibi zirveleri o yetiştirir. Ahmed bin Hanbel gibi bir müctehid bile bazı meseleleri ona getirir. Onun yanında diz çöker ve edebinden sesi zor işitilir. Bağdatlılar onu çok severler. Zira o Allah’ın izniyle öldükten sonra bile feyz ve nasihat veren dört veliden biridir. (Diğerleri Ahmed bin Hanbel, Bişr-i Hafi ve Mansur bin Ammâr’dır) Mesela Sırrîyi Sekâtî Hazretleri onun kabrine sıkça gider. Elbette Allahü teâlâ’dan ister ama onun hatırını vesile eder.
Beddua yerine dua...
Ma’rûf-ı Kerhi Hazretleri bir gün talebelerini toplar Dicle kenarındaki hurmalıklara çekilir sohbet ederler. Bu esnada nehirden bir kayık geçer. İçinde birkaç bıçkın genç. Hem içki içerler, hem şarkı söylerler. Bir ara hepten şirazeden çıkar, naralar atarlar. Talebeler bu edepsizliğe çok bozulur. Hatta içlerinden bazıları “Ah şu kayık bir devrilse de” derler, “günlerini görseler”. Ardarda patlayan kahkahalardan ders yapılamaz olunca mübarek o yana döner. Ellerini açar ve “Ya Rabbi” der, “Sen bu kullarını dünyada neşelendirdiğin gibi ahirette de neşelendir. Onlara hidayet ve istikamet nasip eyle.” İşte tam o sıra gençlerden biri sahildeki sohbetin farkına varır, arkadaşlarını uyarır. Mübareği görünce derlenir toparlanırlar. Hatta sazlarını kırar, destileri suya atarlar. Mahçup mahçup gelir Şeyh Mar’uf’un ellerine kapanırlar. O günden sonra sohbetin müdavimlerinden olurlar.
Paylaşılamayan velî
Mar’uf-ı Kerhi Hazretlerini sadece Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da çok sever. Bir defasında bunlardan biri gelir, “çocuk sahibi olabilmek” için dua ister. Büyük veli bir fırsatını bulup onu zarif bir şekilde İslâm’a davet eder. Adam “İyi ama” der, “ben buraya din değiştirmeye gelmedimki. İstediğim sadece bir evlad”
- Allah sana hayırlı bir evlad nasip etsin. Onun elinden imana gelesin.
Çok geçmez, adamcağızın çok akıllı bir oğlu olur. Okul çağı gelince onu kilise mektebine gönderir. Rahip ilk gün teslisi anlatır ama çocuk bir tuhaf olur. “Hayır” der, “kalbim daralıyor, dilim söylemiyor.”
-Tamam, bunları sonra konuşuruz. Şimdi alfabeye geçelim. Haydi bana harfleri oku.
Çocuk bir şiir okur ki ilk beyit elif, beyle başlar son beyit lamelif, ye ile biter. Her mısra Allahü teâlânın sıfatlarını ve Muhammed Aleyhisselamın meziyetlerini anlatır ki sanatlarla doludur. Çocuk, alfabeyi bitirip devam eder. “Ağlatan, güldüren, öldüren, dirilten Allah’a yemin ederim ki / O’nun kapısından başkasına giden mutlaka zarar etti/ Ondan başkasından ne zarar gelebilir, ne fayda/ Kul isyan eder, örter âliyyul âlâ.
Rahip bu sözleri söyleyeni değil söyleteni arar ve doğruyu bulur. Çocuğun babasını da İslâm’a davet eder. Adamcağız itiraz etmez zira yıllar evvel Şeyh Ma’ruf’un ettiği dua kulaklarında çınlamaktadır.
Ma’ruf-i Kerhi Hazretleri ölümü yaklaştığında vefakâr talebesi Sırrıyî Sekati’ye döner ve “Ben ölünce üzerimdeki gömleği fakirlere ver” der. Biliyor musunuz zaten bütün serveti o gömlektir. Hasılı bu âlemden geldiği gibi gider.
Mübarek kimseyi kırmaz ve herkese insanca muamele eder. Bu yüzden onu herkes sever. Komşuları cenazesini paylaşamazlar. Hıristiyanlar ve Yahudiler de gelir onu kendi mezarlıklarına defnetmeye kalkışırlar. Ancak tabutu yerinden bile oynatamazlar, halbuki Müslümanlar el attığında naaş tüy gibi hafifler ve kuş gibi uçar. Orada bulunanlar topyekün müslüman olurlar.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.