1934 yılında Arhavi’de doğdu.Ailesinin yedinci çocuğu olarak dünyaya geldi.Mülkiye mezunu olan Genç,İistanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Prof.Dr.Ömer Lütfi Barkan’ın asistanı olarak akademik hayata başladı.Sanayi Devriminin Osmanlı Sanayiine Etkisi adılı doktora tezini hazırladı.1966 yılında araştırmalarını detaylandırmak için Başbakanlık Arşivi’nde çalışmaya başladı.
ESERLERİ
Uzun çalışmalar sonucunda Osmanlı Maliyesinde Malikane Sistemi (1975) ve ve 18.Yüzyılda Osmanlı Mali Verilerinin İktisadi Faaliyetlerinin Olarak Kullanılabilirliği (1981), Osmanlı Dünya Görüşünün İlkeleri, Devlet ve Ekonomi adılı önemli makalelerini Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi Ötüken Yayınları İstanbul-2000
HAKKINDA YAZILANLAR
Aydın Doğan Vakfı Özel Ödülü Prof.Dr. Mehmet Genç’e verildi
Aydın Doğan Vakfı tarafından her yıl kurucusu adına düzenlenen Aydın Doğan Ödülleri'nin beşincisi, tarih dalında Prof. Dr. İlber Ortaylı'ya verildi. Prof. Dr.Nurhan Atasoy'un başkanlığında Doç. Dr. Ali Akyıldız, Prof.Dr. Mahir Aydın, Murat Bardakçı, Dr. Filiz Çağman, Doğan Hızlan, Orhan Koloğlu, Dr. Nazan Ölçer, Prof. Dr. Mete Tunçay'dan oluşan Seçiciler Kurulu, 28 Şubat'ta yaptığı toplantıda 35 başvuruyu değerlendirdi.
Seçiciler Kurulu ayrıca Mehmet Genç'in 'Osmanlı İmparatorluğu'nda Devlet ve Ekonomi' adlı yapıtını da, titiz ve özgün bir çalışmanın ürünü olarak övgüye değer buldu ve kendisine 'Özel Ödül' verilmesini kararlaştırdı.Ödül Töreni Hürriyet Medya Towers'da Nisan ayında yapılacak.
YORUM YORUM YORUM
UTESAV'ın paneli büyük ilgi gördü
"Osmanlı, insanlık birikiminin son
büyük sentezidir"
İktisat Tarihçisi Mehmet Genç, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ve Prof Dr. Ahmet Tabakoğlu'nun konuşmacı olarak katıldığı paneli Dr. Coşkun Çakır yönetti. Her kesimden büyük bir katılımın gerçekleştiği panelde Osmanlı medeniyeti ekonomik, sosyal ve siyasî açıdan ele alındı.
Uluslar arası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı UTESAV, 15 Mayıs 2001 Salı günü MÜSİAD Konferans Salonunda, "Osmanlı'da Devlet, Toplum ve Ekonomi" konulu bir panel düzenledi.
İktisat Tarihçisi Mehmet Genç, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ve Prof Dr. Ahmet Tabakoğlu'nun konuşmacı olarak katıldığı paneli Dr. Coşkun Çakır yönetti. Her kesimden büyük bir katılımın gerçekleştiği panelde Osmanlı medeniyeti ekonomik, sosyal ve siyasî açıdan ele alındı.
"BİR ŞEY KIMILDIYOR"
İktisat tarihçisi ve ünlü mütefekkir Mehmet Genç, irticalen yaptığı konuşmada İtalyan filozofu Covanni Papini'nin "Büyüklerle Konuşmalar" isimli mizahî eserinden bir misal aktararak şunları söyledi: "Papini, Einstein'la yaptığı bir konuşmada diyor ki, rölativite, evren, fizik teoriler falan...ben bunlardan bir şey anlamıyorum. Siz en büyük fizik alimi olarak evren hakkında herkesin anlayabileceği şekilde çok kısa olarak bütün bunları ifade eder misiniz? Einstein da derin derin düşünüyor ve sana çok kısa, çok özet olarak ancak şunu söyleyebilirim diyor: "Bir şey kımıldıyor!..Bütün fizikî olayları tek bir cümlecikle ancak böyle özetleyebilirim!" diyor. Tabii ki, bizim böyle bir yetkinliğimiz yoktur. Fakat, Einstein'in fizik için yaptığı bu tanımı biz de Osmanlı için yapabiliriz: Evet, bir şey kımıldıyor!..Konuşmamı bu düşünce üzerinde yoğunlaştırmak istiyorum."
Osmanlı devletinin, mirasçısı olduğumuz geçmişimiz olduğunu ve bunun artık bizim için de yabancılaştığını, tekrar edilmesinin mümkün olmadığını ifade eden Mehmet Genç, şöyle dedi: "Osmanlı'nın tecrübelerinden bütün insanlık yararlanıyor. Tabii biz de yararlanabiliriz. Tarihimizin en önemli dönemlerini teşkil ettiği için onu saygı ile, ihtiramla anmak durumundayız."
OSMANLILARIN NE ÖZELLİKELİR VARDI?
"Osmanlıların ne özellikleri vardı diye düşündüğümüz zaman, tabii ki ortaya çıkacak bir çok soru vardır. Osmanlı'yı bir kere dünya tarihindeki yerine koyabilmek gerekir. Bu fazla yapılmadı. Yapılmıyor. Osmanlı'yı kendinden önce gelenler, çağdaşı olanlar ve mümkünse sonrakilerle karşılaştırmalı olarak ele almak gerekir. Osmanlı devleti tarihin çok önemli bir devrinde ortaya çıkmıştır. 1300 ve 1900 yılları insanlığın tarihinde bildiğimiz kadarıyla 10 bin yıldan beri en büyük köklü değişmelerin olduğu bir dönemdir. Böyle bir önemli dönemde yaşamıştır Osmanlılar. Ve böyle bir dönemde ortaya çıkmalarına rağmen, tarihin en uzun yaşayan siyasî yapılarından birini oluşturmuşlardır. Osmanlı'dan önce gelen Müslüman Türk Devletleri, bölgedeki devletlerle mukayese ettiğimiz zaman bir kere uzun yaşama bakımından rekor denebilecek bir konumdadır Osmanlı devleti. Osmanlılardan daha uzun yaşayan devlet ise bilindiği gibi Bizans'tır. Fakat Bizans'ın yaşadığı dönem M.S. 5. yüzyıl ve 15. yüzyıl arası bir dönemdir ve bu dönem, Osmanlının doğduktan sonraki son 6, 7. yüzyılın tanıdığı ölçüde büyük köklü değişmelerin olmadığı bir dönemdir. Yani iktisatçı gözüyle Bizans, ziraat toplumu içinde doğdu ve öldü. Doğduğu zamanla, öldüğü zaman çok önemli teknolojik, köklü değişmeler olmadı. Onun için Bizans'ın bin yıllık hayatını, Osmanlıların yaşanan değişmelerin yoğunluğu bakımından 100-200 yıla indirmemiz mümkün.
Osmanlı, soyumuzun ve dinimizin devletleri ile başka devletler arasında en çok çeşitliliği bünyesinde barındıran bir siyasî yapı olma özelliğini taşıyor. Irk, din, dil, mezhep bakımından böylesine çok sesli bir senfoni idare etmek durumunda kalan başka devlet yok yeryüzünde. Bunu çok büyük bir başarıyla yaptılar. İdare ettikleri arasında büyük çoğunluk Hıristiyanlardı. Hıristiyanların, Avrupa'nın 1300'lerde başlayan bütün dünyaya hâkim olma eğilimi karşısında, 1900 yıllarına kadar Osmanlı hâkimiyetini tanımış olmaları anlaşılması zor fenomenlerden biridir. Yani Hıristiyanların bütün dünyaya hâkim olduğu bir çağda, 1860'den 70'lere kadar Osmanlı, Hıristiyan çoğunluğu yöneten devlet olmuştur."
İDEOLOJİK MOTİVASYON
Osmanlıyı bu kadar başarılı ve uzun ömürlü kılan amiller üzerinde duran iktisat tarihçisi ve düşünür Mehmet Genç, daha sonra şunları söyledi:"Bunun bir çok unsuru vardır. Fakat bence en önemli nokta ise günümüzün tabiiyle söylersek "ideolojik motivasyonu" çok yüksekti. Yani belli bir inancı yoğun bir şekilde yaşayan bir elit tarafından yönetiliyordu. Bu elitin ideolojik aidiyeti tabii ki Müslüman'dı. Fakat Müslümanları idare etmek üzere kurulmuş değildi. Osmanlı elitinin esas motivasyonu, Müslümanların yönettiği bir dünya devleti olmaktı.
Bu elitin önemli bir özelliği yüksek derecede bütünleşmiş bir yapı içinde bulunmasıydı. Parçalı değildi. Belgrat'tan Bağdat'a, Kafkaslardan Afrika'ya kadar birkaç milyon kilometre kareye aynı tip motivasyon, aynı tip formasyon hâkimdi. Bu elitin en önemli özelliklerinden biri melitokratik bir elit olmasıydı. Osmanlı melitokrasisi (liyakate göre kişiye yükselme imkanı sağlayan âdil yapı) Osmanlı başarısının bel kemiği idi. Bu melitokratik yapıyı en güzel şekilde, "Emaneti ehline veriniz!" âyeti ifade etmektedir. İşte Osmanlılar bu düsturu hayata geçirmek için bir elit (seçkinler) oluşturmuşlardır. Bu elitin melitokratik niteliği Osmanlı devletinin tarih sahnesinden çekildiği 1900 yıllarına kadar devam etmiştir. Bu sistem belki 16. ve 17. yüzyıllarda zirvedeydi. Monografik çalışmalarımız yok ama melitokratik nitelik, bu elitin en önemli vasfıydı. Zekâya, çalışmaya, iradeye ve başarıya göre yükselme imkânı veren bir sistemdi."
Tanelin konusunun ekonomi ile de ilişkili olduğuna işaret eden Mehmet Genç, bu konuda da şunları söyledi:
"Osmanlılar ekonomiye nasıl bakıyorlardı? Ekonomi denilince ne anlıyorlardı? Osmanlılar ekonomik kaynakları, üretim faktörlerini, yani emeği, sermayeyi ve tabiatı kontrol altında bulundurmak istiyordu. Devlet, melitokratik elite bu faktörlerin kontrolünü elinizden çıkarmayınız talimatını şaşmaz şekilde vermişti. Yani devlet ekonomiyi bizzat yönetmiyor, içinde bulunmuyor fakat faktörleri kontrol ediyordu. Bu faktörlerin mülkiyetini, fertler arasında dağılımını ve piyasadaki tedavülünü kontrol etmeye çalışıyordu. Fakat bu faktörleri kombine ederek, iktisadî faaliyete devlet girmiyordu. İktisadî Devlet Teşekkülü dediğimiz birimlerin benzerleri 18. yüzyıldan sonra Osmanlı'da teşekkül etmişti. Fakat bunları hep pazar içinde tutmaya çalışmışlardır. Pazarı hiçbir zaman devreden çıkarmamışlardır. Ekonominin işletilmesini sivil topluma bırakmışlardı. Sadece ekonomik faktörleri kontrol ediyorlar ve denetliyorlardı."
DEVLET-İ EBED MÜDDET ANLAYIŞI
Genç, daha sonra şöyle dedi, "Osmanlı devleti, pazarı devreden çıkaracak derecede pazara hiçbir zaman müdahale etmemiştir. Osmanlı nasıl ki, idarî yapıda liyakate riayet eden melitokratik bir elit oluşturdu ise, ekonomideki kıymetlerin hareketini de buna bağladılar.
Melitokratik elit, zekası, kabiliyeti, çalışkanlığı ölçüsünde fonksiyonlarını gördüğü sürece iktisadî kıymetlerden faydalanıyordu. Bu fonksiyon bittiği zaman devletin elindeki iktisadî imkânlar yeni kabiliyetlere transfer ediliyordu. Bunun için, tanınmış İtalyan ekonomist ve sosyologu Pareton, "Tarih ve medeniyetler, elitlerin mezarlığıdır!" der.
Osmanlılar, elitin sürekli sirkülasyonunu sağlayarak, hiçbir zaman çözülmeyecek bir sistemi inşa etmiş olduklarını düşünüyorlardı. Bunun için de, kurdukları devlete "devlet-i âliye-i ebet müddet!"(Ebediyete kadar sürecek ulu devlet) adını verdiler. Tabii "hiçbir zaman çözülmez, dağılmaz, yıkılmaz" fikrinde yanıldılar. Fakat bu yanılgı, tarihte benzeri görülmeyen bir büyük deprem diyebileceğimiz değişmenin, Osmanlı üzerindeki yankısı olarak düşünülebilir."
GELENEKÇİLİK VE ADALET
Panelde ikinci olarak söz alan Marmara Üniversitesi İ.İ.B. Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu ise konuşmasını özellikle "gelenekçilik ve âdalet" üzerinde yoğunlaştırdı. Osmanlı sisteminin iki önemli özelliğinin gelenek ve adalet olduğunu belirten Ahmet Tabakoğlu, özetle şöyle dedi: "Kaba çizgileriyle Osmanlı, insanoğlunun var olduğu günden beri var olan gelenekleri sürdüren, onları en mükemmele ulaştırmaya çabalayan bir sistem oluşturmuştur. Dolayısıyla onun büyüklüğü ve kalıcılığı buradan kaynaklanıyor.
Hadiseyi "Osmanlı" diye zikretmek istemiyorum. Çünkü, olay bin yıllık Türkiye tarihidir. Bu medeniyet ırmağı Osmanlılarla sınırlı olmayıp, Türklerin Anadolu'da gerçekleştirmiş oldukları ve 1000 yıllarından, içerisinde
bulunduğumuz zamana kadar akıp gelen bir sistem, tarih anlayışı ve uygulamasıdır."
NİZAM-İ KADİM DÖNEMİ
Bu sistemin iki ana unsura ayrıldığına işaret eden Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu, daha sonra şöyle dedi: "Birincisi klasik dönem, ikincisi yenileşme dönemi. Şu anda yenileşme dönemi içerisindeyiz. Klasik dönem 11. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar geçen dönemdir. Yani 800 yıllık uzun bir dönem. Eski ifadeyle Nizam-i Kadim Dönemi. Dolayısıyla bu dönem, Selçuklular'ı da içine alıyor. Selçuklular, Nizam-i Kadim Döneminin hazırlayıcılarıdır. Nizam-i Kadim Dönemi de kendi içinde 3 bölüme ayrılabilir.
İçinde bulunduğumuz Yenileşme Dönemi, yani 19. ve 20. yüzyıllar, bazılarına göre Türkiye tarihinde "Kayıp Yüzyıllardır." Yenileşme eğilimi başlamış fakat bir türlü arzulanan yenileşme gerçekleştirilememiştir. Her iş başına gelen, tarihi kendisiyle başlatma anlamında bir yenileşmeden tarafa tavır takınmıştır."
Nizam-i Kadim denilen klasik Osmanlı döneminde devletin, bireyi, toplum ve ekonomiyi nasıl organize ettiği üzerinde duran Tabakoğlu, şöyle devam etti: "Osmanlı sistemi küçük mülkiyete, küçük işletmeye, küçük üretime dayalı bir sistemdi. Büyük mülkiyet anlayışı yoktu. Tabii ki bu sistem Osmanlı'nın kendi kendine bulduğu bir uygulama değildi; tamamen İslâm'dan kaynaklanan bir sistemdi. İslâmiyet'in küçük mülkiyet, küçük üretim anlayışının asırlar boyu sistemleştirilmesiyle oluşturulan bir durumdu. Çünkü Osmanlı birey özgürlüğüne önem verir. Büyük mülkiyet ise birey özgürlüğünü daraltan bir uygulamadır. Osmanlı tarihi boyunca, daha öncesinden, İslâm tarihinden başlayarak, büyük mülkiyetlerin ortaya çıkmadığını ya da çıkmasının istenmediğini; dolayısıyla Batı tarihini belirleyen toprak aristokrasisinin ve sanayi burjuvazisinin Osmanlı'da oluşmadığını söyleyebiliriz."
Osmanlı'da üretimi devletin değil, halkın yaptığını belirten Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu, konuşmasını şöyle sürdürdü: "Devletin görevi üretim araçlarının mülkiyeti ve denetimdir. En önemli üretim aracı topraktır ve toprak devlet mülkiyeti altındadır. Ancak bu "devlet mülkiyetini" tamamen soyut anlamda düşünmek gerekir. Yani toprağı satamazsınız, toprağı kiralayamazsınız, toprağı birine bağışlayamazsınız. Optimum büyüklük tespit edilir ve öylece sonuna kadar devam eder. İşletmeler, hem tarımsal anlamda, hem tımar sistemi içerisinde, hem de sınai işletmeler, esnaf ve loncalar diyebiliriz, hepsi de küçük işletmelerdir. Sistemde büyük işletmelere yer yoktur. Belki Tersane sanayi gibi büyük işletmelerden bahsedilebilir ama bunlar tamamen küçük esnafın koordine edildiği organize sanayi bölgeleri şeklindedir. Yani devlet, küçük işletmeleri bir araya getirerek, büyük üretimi gerçekleştirme yoluna gitmiştir. Mukataa sistemi, devlet mülkiyeti altında fakat özel teşebbüs tarafından işletilen bir nevi Kamu İktisadî Teşekkülleri gibidir."
OSMANLIYI KALICI KILAN NEYDİ?
Panelin son konuşmacısı Beykent Üniversitesi İ.İ.B. Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu şunları söyledi, "Arnold Toybee'nin, Osmanlı ile ilgili sorduğu temel bir soru vardır. İslâm tarihini sistematik olarak en iyi şekilde yorumlayan İbn-i Haldun'un, "Bedevilerin kurduğu bir devletin ancak 3 nesil yaşayabileceği" şeklindeki tespitini aktaran Toynbee, bunun tek bir istisnası vardır der, hareketli bir göçebe topluluğun kurduğu bir devlet olan Osmanlı, 3 nesilden çok daha uzun yaşamıştır. Bunun sebebini sorar Toynbee? Ve cevabında der ki, Türkler Asya içlerinden kopup Anadolu'ya gelirken hayvanları çok iyi terbiye etmeye yarayan bir usul geliştirdiler. Daha sonra Anadolu ve Rumeli'de kendilerinden çok farklı insan topluluklarıyla karşılaştıklarında ise onları da çok iyi terbiye edebildiler. Toynbee, Osmanlı'nın başarısını bir anlamda yerleşik ahaliden güçlü bir bürokratik elit çıkarabilmesine bağlar."
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, "Osmanlıyı sürekli ve kalıcı kılan neydi?" sorusunu ise şöyle cevaplandırdı: "Batılı tarihçiler bir çok farklı tarihi değişik yerlere yerleştirirken büyük sıkıntılar çekmezken, Osmanlı'yla ilgili bir tavır aldıklarında ya büyük bir çelişkiye, ya büyük bir istisnaya ya da bir göz ardı etme tavrına yöneliyorlar. Osmanlı'ya yönelik 4 ayrı tavır görmekteyiz. Biri yine Toynbee'de somutlaşan, Osmanlı'yı istisnai bir vaka olarak görme tavrı. Toynbee, anlamakta güçlük çektiğimiz bir tarihi yorum yapar ve şöyle der, "medeniyetlerin bir kısmı gelişmeye müsait medeniyetlerdir, bir kısmı ise daha gelişmeden düşük yapmış medeniyetlerdir, bir kısmı da bir şey bulup, o bulduğu şey etrafında kendi kendini dondurmuş, mahkûm etmiş medeniyetlerdir" ve maalesef Osmanlı'yı da bu kategoriye koyar. İktisat tarihi açısından da bizi ilgilendiren bir yönü vardır bunun. Demeye çalıştığı şey şudur, Osmanlı insanlık tarihinin başarılı ancak istisnai bir olgusudur ve kendi bulduğu özel bir yöntemi uygulayarak kendisini mahkûm etmiştir. Bu kendi kendini mahkûm eden medeniyetler de, ikiye ayrılır. Bir kısmı tabii şartlar dolayısıyla kendi kendini mahkûm etmiştir: Eskimolar medeniyeti ve göçebeler gibi. İkinci grupta ise tabii şartlara göre değil de, insanların meydan okumasına cevap olarak bir tarz oluşturan ve o tarza sadık kalarak, kendini donduran medeniyetler vardır. Buna örnek olarak da, eski İsparta'yı ve Osmanlı'yı gösterir.
Bu tanımlamalara baktığımızda, Osmanlı'nın bu ölçülerle kıyaslanacak bir yanının olmadığını görürüz. Çünkü Osmanlılar, Eskimolar gibi metruk bir alanda sıkışıp kalmış bir devlet değil. İnsanlığın temel akışının cereyan ettiği coğrafyada ortaya çıkmış bir devlettir. Peki niye Osmanlı'yı böyle istisnai göstermek gereği duyulmuştur? Çünkü, eğer Osmanlı'yı istisnaî göstermezseniz, insanlık tarihinin akışını Batı eksenli olarak kurma şansınız yoktur. Batı medeniyetinden başlayan, tekrar Batı'da biten ve Batı'da bitecek olan bir medeniyet tarihini, bir iktisat tarihini, bir siyaset tarihini, Osmanlı'yı istisna göstermek için kurmak güçtür.
Osmanlı için yapılan ikinci bir yorum ise Osmanlı'nın, Bizans'ın sıradan bir devamı gibi gösterilmek istenmesidir. Yani nasıl olsa Bizans, Batının bir parçasıdır. Osmanlı da, Bizans'ın devamı olursa, Batı eksenli bir tarih için problem teşkil etmez, diye düşünülmektedir. Çünkü bu mantığa göre Osmanlı, sadece Bizans'tan aldıklarını geliştirip, mükemmelleştirerek, aktarmıştır. Nihayet, iyi de olsa, Bizans'ın bir kopyasıdır. Bu mantığa göre Osmanlı, Bizans'ın kenarlarına gelen birkaç yüz çadırdan oluşan bir aşirettir ve zamanla Bizans'a eklemlenerek tarih sahnesinde kendine yer bulur.
Üçüncü bir yorum da, Osmanlı'nın özellikle iktisat tarihi açısından, ancak Batıya, Avrupa'ya eklemlendiği ölçüde araştırılmaya değer görülen bir medeniyet olduğu fikridir. Kısmen insaflı bir yaklaşım olmakla birlikte, Osmanlı'yı kendi yapısı içinde değerlendirebilen bir yaklaşım değildir. Dördüncü yaklaşım ise Osmanlı'yı tamamen insanlık tarihinin dışına iten bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, Batı eksenli insanlık tarihini kurarken, Türkleri barbar, Osmanlıları da, Batı ile Doğu arasında duvar ören engelleyici bir unsur olarak görür. Bu görüşün savunucularına göre, Osmanlı o kadar suçludur ki, Batı, Osmanlı yüzünden Doğu'nun erdemini bulamadığı için materyalist olmak durumunda kalmıştır!"
OSMANLI, "KADİM"İN SON TEMSİLCİSİ
İnsanlık tarihinin ana damarlarından birini oluşturan Osmanlı gibi âli bir medeniyete, Batının kasıtlı olarak getirdiği bu çarpık yorumların kabul edilemez olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, sözlerine şöyle devam etti:
"Bütün bu haksız yaklaşımların temelinde şu problem vardır: Eğer bir medeniyet hâkimse, aslında bütün tarihi kendisine akan bir nehir gibi tahayyül eder. Batı tarihçiler de bütün tarihi kendilerine doğru akan bir nehir gibi tahayyül ettiklerinden, Osmanlı bu nehre ters akıntı içinde olan başka bir nehir olarak onlara göre eğreti durmaktadır.
Peki biz Osmanlı'nın uzun dönem yaşamasını nasıl yorumlayabiliriz? İnsanlık tarihi içindeki yerini nasıl konumlandırabiliriz? Eğer 600 yıllık Osmanlı'nın gerçekten bir başarısı varsa, Osmanlı "kadim"in son temsilcisidir. Osmanlı, insanlık birikiminin, modernite öncesinin bütün unsurlarını kendi bünyesinde barındıran son büyük sentezdir. Ve hatta Osmanlı olmasaydı ve sömürgecilik Osmanlı olmadan yaşansaydı, belki de "kadim"e, insanlığın geçmiş tarihine ait bir çok birikimi bizim tanıma şansımız bile olmayacaktı.
Buradan kast ettiğim şey,. Osmanlı kurulduğu zaman, yani 13. ve 14. yüzyılda 8 medeniyet havzasından bahsedebiliriz. Astek ve İnka medeniyetlerini yani Afro-Avrasya ana kıtasının dışındaki, Amerika'daki medeniyetleri bir istisna olarak, bu etkileşimin dışında kabul edersek; onları yine var olduğunu bilerek bu 8 tasnif üzerinde durabiliriz. Birincisi en doğudaki Çin medeniyet havzası. Kendi içinde entegre bir ekonomik hayatı vardır. Kendi içinde kültürel bir hayatı ve siyasî yapılanması vardır. İkincisi Hint havzasıdır. İkisinin de etkileşimi içinde olan Hindi-Çin havzasıdır. Dördüncüsü İran-Mezopotamya ekseninde teşekkül eden ve en kadim kültürlerin içinde bulunduğu havza. Beşincisi step havzası. Çin'le, bütün bunları birleştiren ve Orta Asya üzerinden seyreden havza. Altıncısı, Mısır kültür havzası ki, Kızıl Deniz etrafında ve Mısır-Nil nehri etrafında oluşan havzadır. Bunlar aynı zamanda otantik, eski, köklü medeniyetlerin ortaya çıktığı havzalardır. Yedincisi, Doğu Akdeniz ve Roma havzasıdır. Sekizincisi de, Batı Avrupa havzasıdır. Bunların içinde diğerleriyle en az etkileneni, diğerleriyle en az ticaret yapanı, en az kültürel ilişkide bulunanı Batı Avrupa'dır.
Osmanlı penceresinden bakıldığında, gerek kuruluşu ve gerekse yayılması açısından hemen hemen bütün bu 8 havzayla temas halindedir. İç Asya'dan, yani İpek Yolundan çıkan bir insan topluluğu, dördüncü havzaya girer. İran'da olgunlaşan bir birikim temin eder, ki bu Selçuklu dönemidir. Onu Anadolu'ya aktarır, yedinci havzaya, Roma havzasına. Sonra da devletini kurar. Beşinci, altıncı havzayı tümüyle kontrol altına alır. Çin'le ve Hint'le temasa geçer. Batı ile ise sürekli yüzleşme içindedir. Dolayısıyla, Osmanlı'nın nerede ise temas halinde olmadığı-eğer İnka ve Astekslerle temasa geçmemişlerse? Bu konuda hiç bir tarih çalışması yapılmamıştır. Yapılırsa belki orada da ciddi neticeler ortaya çıkacaktır- Osmanlı'nın temasta bulunmadığı ve kendisinden bir şey almadığı/kendisine bir şey vermediği herhangi bir insan topluluğu yoktur.
Buna bir örnek olsun diye şunu belirtebiliriz ki, Makyavel'in tarihî referanslarına baktığımızda sadece Roma ve Kilise ile sınırlıdır. Referansları arasında Yunan bile yoktur. Ama bizim tarihçimiz Kınalızâde'nin tarihî referansları arasında Eflâtun vardır, Aristo vardır, İran geleneği vardır. Bütün geleneklere atıf vardır. Osmanlı 16.yüzyılda aynen şimdi Batılıların düşündüğü gibi-biraz farklı bir şekilde-bütün tarihin kendisinde birleştiğine ve bütün iktisadî birikimlerin kendisinde kemale erdiğine; en kemal siyasî yapıların kendisinde teşekkül ettiğine inanır ve "devlet-i ebet müddet"i "kadim"le birleştirir. Çünkü, geçmişe ne kadar dönük ve derin olursanız, gelecekle ilgili o kadar iddialı olabilirsiniz.
Bir kıyasla ortaya koymak gerekirse Batı, geçmişe dönük olarak tarihini Batı eksenli kurduğu için, geleceğe dönük olarak da, "tarihin sonu" tezini üretme tekelini de kendinde görmektedir.
Osmanlı'nın "kadim" ile kast ettiği, başlangıcı bilinmeyen o eski, köklü birikimle, devlet-i ebet müddet arasındaki irtibatı kurabilmiş olmasıdır."
Son olarak, Osmanlı'nın iktisada bakışı üzerinde duran Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, şunları söyledi: "Kadim kültürlerin tümünde olduğu gibi, İslâm medeniyetinde, daha da özel olarak Osmanlı'da iktisadın baştan belirleyici bir konumu yoktur. İktisat belirleyen, yönlendiren, şekillendiren temel unsur değildir. İktisat, var oluş bilincine dayalı bir bilginin ürettiği bir ahlâkın şekillendirdiği hukukun içinde oluşan bir siyasetin tabii ve zarurî bir sonucudur. Yani bir şema içinde hadiseye bakarsak, bir varlık bilinci, bir bilgi bilincini oluşturur. Bilgi bilinci, bir ahlâk ortaya çıkartır. Ahlâk bir hukuk ortaya koyar. Hukuk bir siyaset geliştirir. iktisat bu siyaset tarafından belirlenir."
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.