Mehmet Şevket Eygi - Bilgiler
08/12/2009 20:18
1933 yılında Zonguldak’ta doğdu. Galatasaray Lisesi’nde öğrenim gördükten sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesinden mezun oldu. 1970’li yıllarda Bugün gazetesini günlük olarak, Yeni İstiklal ve Büyük Gazete’yi haftalık olarak yayınladı. Bu yayınlar kapandıktan sonra Son Havadis ve Son Çağrı başta olmak üzere bir çok yayın organında makaleleri yayınlandı. Halen Milli Gazete’de köşe yazarlığı yapmaktadır.

RÖPORTAJ

Mehmet Şevket Eygi: Hiçbir işe yarayamıyorum

Cemal A. Kalyoncu

Aksiyon - Sayı: 559 - 22.08.2005

Müslümanlara yönelik sürekli eleştiriler getiren Mehmet Şevket Eygi, ‘imalat hatası’ bir Galatasaraylı ve aynı zamanda Mülkiyeli. 1960’larda çıkardığı Bugün gazetesi ile her cephede birden savaş ilân etmesini en büyük hata olarak değerlendiren Eygi, toplum tarafından kucaklanmamasının sebeplerini, hatalarını ve pişmanlıklarını Aksiyon’a anlattı.

1969 yılındaki Kanlı Pazar hadisesinde kendisinin kesinlikle bir kastı olmadığını söyleyen M. Şevket Eygi, olayların derin devletin tertibi olduğunu ifade ediyor: “Provokasyondur. Herhangi bir sorumluluğum olsaydı aleyhimde bu konuda dava açılmış olurdu.”

Ahmet Turan Alkan, onun hakkında bir yazı kaleme aldığında, ertesi hafta okurdan gelen mektupta durumu kabullenememe ve serzeniş vardı: “Onlar bize küfretsin, biz onları takdir edelim. Onlar toplulukları aleyhimize galeyana getirsin, kin ve nefret tohumları saçsın, bizler acaba içlerinden birini yumuşatabilir miyiz diye düşünelim. Evet herhalde bize yakışan da budur.”

Mehmet Şevket Eygi, tabiri caizse hiçbir kesime yaranamayan biri olup çıkmıştı uzunca bir zamandır. “Bana bütün kapılar kapalıdır. Bakın ben şu an Milli Gazete’de yazıyorum. Oradan ayrılmak zorunda kalsam, bedava yazdığım halde hiçbir tarafta bir yazı yazacak köşe bulamayacağımı zannediyorum.” diyerekten, kendisi de bunun farkındadır.

-Toplum sizi bir türlü kucaklayamadı. Nedir bunun sebebi?

Kucaklamazlar. Benim öyle bir şeye ihtiyacım yok. Bir kere ben şahsen zaten istemiyorum. Şahsımla ilgili hiçbir iddiam yok ki. Ancak şu var. Talep edilmedikçe nereye gidebilirim.

-İslami camiada ortada kalmış durumdayım diyorsunuz yani.

Hiç de şikayetçi değilim. Geçenlerde Ertuğrul Özkök bir yazı yazdı, ‘Bir kahraman mı yaratılmak isteniyor’ diye. Diyor ki ‘İslamcıların en sevmediği adam budur. Bunu kahraman mı yapmak istiyorsunuz. Yani Yargıtay’a da bir nevi şey veriyor. Kendime fikir adamı demiyorum, aydın da demiyorum. Aydın desem, belki aydın değilimdir. Ancak her gün yazı yazıyorum ve her gün saatlerce okuyorum. Şimdi Kur’an-ı Kerim’in üzerine el basıp okur-yazar olduğuma yemin etsem başım ağrımaz. Hiçbir iddiam yok. Hiçbir işe yarayamıyoruz ve hiçbir hizmet göremiyoruz. Mesela benim herhangi bir İslami müessesede bir hizmet imkanım olabilirdi. Elim ayağım tutuyor. Bu hizmeti yapma imkanı da vermiyorlar. Para da istemiyorum. Mesela ben şimdi birilerine telefon açayım ‘Görüşmek istiyorum’ diye. Yüzüme söylemezler ama tahmin ediyorum, ‘Ulan sana sorduk mu?’ diye içlerinden geçirebilirler yani. O duruma düşmek de istemem.

Yalnız bir çocuk

-Sizi aralarına almamalarının sebebi sürekli eleştiri getiren biri olmanız mı?

Emin olun, eleştiriyi yapan başka biri olsa ben başka şeyler yazacağım. Fakat, bir toplumda özeleştiri yapılmazsa orada hemen kokuşma ve çürüme başlar. Bugün İslami kesim yalan da olsa övgü istiyor. Doğru da olsa yergileri kabul etmiyor.

Ahmet Turan Alkan’ın deyimiyle bir ‘Estet’ olabilirdi, ancak bu kaygıları ve olur olmaz zamanlarda yaptığı eleştirileri yüzünden, Eygi, kendisini ortada buluvermişti.

Daha fazla yol almadan şunu da belirtmekte yarar var. Eygi ile yaptığımız görüşmede sürekli teybi kapatmak durumunda kaldık. Bu benden kaynaklanmadı. Sizler ancak kayıtlı konuşmalarımızı okuyabileceksiniz.

Mehmet Şevket, vaktiyle Kastamonu vilayetine bağlı olan ancak bugün Zonguldak sınırları içerisine dahil edilen Ereğli’de doğduğunda takvimler 7 Şubat 1933’ü gösteriyordu. Bu, onun, nüfus kağıdında yazandan farklı, gerçek doğum tarihiydi.

Sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunduğunda Mehmet Şevket adını fısıldadılar ona. Mehmet, ihtiyat zabitliğini İstanbul’da yapmış, daha sonra, o zamanlar var olan buharlı gemilerle yine İstanbul’a gelip bir şeyler alarak ticaretle meşgul olan babasının ismiydi. Şevket ise, yine Karadeniz Ereğli’sinde iptidai muallimi olan hafız dedesinin adıydı. Anneannesinin ismi de yine Şevket’ti. Dolayısıyla hem dedesi hem de anneannesine nispet olsun diye Mehmet Şevket ismini vermişlerdi.

Eygi’nin anne tarafından dedesi Kolağası Neşet Bey’di. Milli Mücadele’den sonra biraz gözden düşen Neşet Bey, Babıali Baskını’nda Nazım Paşa vurulduğunda Trabzon yoluyla Rusya üzerinden Avrupa’ya kaçmıştı. Ailesi hakkında daha fazla bir bilgiye sahip olmayan Eygi’nin annesi Seher Hanım da bulunduğu yörede 11 sene öğretmenlik yapmış, oldukça kültürlü bir hanımefendiydi. İşte bu Mehmet Sait ve Seher Hanım’ın tek çocuğu olarak büyüyecek Mehmet Şevket Eygi’yi, geleceği konusunda en büyük yönlendirmeyi daha çok annesi yapacaktı.

Ereğli ile Devrek ilçeleri arasındaki şose yolun kenarında, civarda başka evler olmadığı ve kardeşi de bulunmadığı için neredeyse arkadaşsız bir çocukluk geçiren Mehmet Şevket’in, hayatının daha sonraki dönemlerinde hoşlanıp benimseyeceği yalnızlıkla muhabbeti de burada başlamıştı.

Çocukluğunun o yalnızlığından o kadar keyif alır hale gelecekti ki, geriye dönüp baktığında, bugün, hâlâ, tek başına bir hayat sürmekte olup, Medine’de iken ve başka zamanlarda birkaç girişimine rağmen evlenmemiş olduğuna da neredeyse sevinecekti: “Şimdi bakıyorum da, bazı dostlarım da öyle söylüyorlar. Tabii ki kayıplar olmakla birlikte kendimi mutlu hissediyorum. Yalnızlığın verdiği bağımsızlığı düşünün... Karışan yok, görüşen yok. Ama bir de düşünün, efendim, bir hanım var, çocuklar var... Tabii hiçbir zaman bunu bir kural olarak görmüyorum.”

-Yürütemez miydiniz?

Mümkün değil.

-Sevdiğiniz birisi oldu mu?

Yok, hayır. Öyle bir şey düşünmemişimdir. Sevdiniz mi bir kere o tuzağa düşersiniz. Evlilik iki tarafı keskin kılıç gibidir. Evlenseydim belki sağlığımı da bu kadar koruyamazdım.”

Eygi, zamanın şartlarında, küçük bir Anadolu kasabasında yedi yaşına geldiğinde, çok yakınında okuyacağı okul bulunmadığından, annesinin ısrarı ile hayatında kendisine önemli pencereler açtığına inandığı Galatasaray Lisesi’nin ilkokul kısmına kayıt yaptırılır: “Bazıları bana imalat hatası derler. Tabii farkında değiller, kendileri imalat hatası. Çünkü Galatasaray Lisesi’nde 1909 yılına kadar beş vakit namaz kılmak mecburi idi. 1920’den, hele 1930’lardan itibaren Türkiye’de tarihî bir kaza oldu, bütün müesseseler yön değiştirdi. Galatasaray’daki en büyük kopukluk 1924’te camisinin kapatılıp, namazın bir nevi yasaklanmış olmasıdır. 1909’a kadar günlük namazları cemaatle, okul imamının arkasında kılmak mecburi iken, ondan sonra mescit kapatılıyor, depo yapılıyor ve namaz kılan kalmıyor.”

Ünlü kaleci Turgay Şeren, milletvekilliği yapmış fabrikatör Memduh Gökçen, onun, beraber okuduğu sınıf arkadaşlarıdır. Lise dönemindeki öğrenciler arasında da yine bugünün tanınmış isimleri bulunuyordu. Abdi İpekçi, Mümtaz Soysal bunlardan ikisidir.

1940 yılında okumaya başladığı Galatasaray’da başarılı bir profil çizen Eygi, hocalarının gözüne de girer. Okulun imparatorluktan kalma muazzam kütüphanesinin anahtarı bu yüzden olacak, lise tahsili boyunca dört yıl süreyle ona emanet edilir. “Galatasaray’a şahsen çok şeyler borçlu” olduğunu düşenen Eygi, okulunun kendisine kazandırdıklarının ilk sırasında da, kendisi için Batı’ya açılan kapı olarak nitelendirdiği Fransızca öğrenmiş olmasını sayar. Eygi, Galatasaray’da o zamanlar ders veren Osmanlı nazırlarından Raşit Erer, Birinci TBMM’de Aydın Mebusu olan Enver Tekand, Orhan Şaik Gökyay, Nihat Sami Banarlı, Ahmet Kutsi Tecer gibi seçkin hocaların bulunmasını da çok önemli bir avantaj olarak değerlendirir. İçine kapanık, mahcup bir kişiliğe sahip olan Mehmet Şevket, bu mahcubiyetin insana bir koruma sağlamasının yanında, çok şeyi de kaybettirdiğinin farkındadır.

Eygi’nin içine kapanık hali hayatının ilerleyen safhalarında da devam eder. Bugünkü bahanesi, inzivayı sevmesinde saklıdır. O yüzden toplantılara gitmez, saatlerce süren açık oturumlarda boy göstermek istemez. Bu yüzden Galatasaray Lisesi’nin pilav günlerine dahi hiç katılmamıştır. 2002 yılında, mezuniyetinin 50. senesi sebebiyle ilk defa katılmayı arzu etse de, Galatasaray Lisesi yönetimi, bir Ramazan ayına denk gelen pilav gününü ileri bir tarihe ertelemediği için bu hevesi de kursağında kalmıştır.

Eygi’nin Beyoğlu’ndaki Galatarasay Lisesi’nde okurken unutamadığı hadiselerden biri, 1950 senesinde vefat eden Mareşal Fevzi Çakmak’ın cenaze törenidir. Yasak olmasına rağmen Çakmak’ın cenaze merasiminde yasak delinmiş ve çok uzun yıllar sonra ezan aslına uygun, Arapça okunmuştur. Daha CHP iktidardadır, DP’nin iktidarı devralmasına 34 gün vardır. Ancak okul idaresi kapıları açmadığı için halkın arasına karışamayan Eygi ve arkadaşları, cenazeye gösterilen alakayı demir parmaklıklar arkasından izlemekle yetinir.

1952 senesine gelindiğinde Galatasaray dönemi onun için artık bitmiştir. Babasının işleri bozulduğundan, üniversite tahsiline devam edecek beş kuruş parası dahi yoktur. Tek çaresi, devletin burs verdiği nadir sahalardan birini tercih edip, burslu okumaktır. Bunun için, tercih ettiği Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin imtihanında ilk 40 içerisinde yer alması gerekmektedir. 28. olur, 100 liralık bursa hak kazanır.

Çok sevmediği halde burs uğruna Ankara’ya yerleşir. Bazı Marksist profesörlerin dersleri onu açmadığı gibi, ruhunu da olumsuz etkilemektedir: “Daha sonraki zamanlarda zihnimin sağlamlığı da belki o derslerle kafamın böyle fazla ütülenmemiş olmasındandır.”

Böylece Mülkiye tahsiline başlayan Mehmet Şevket Eygi, bundan önce de ne olur ne olmaz diyerekten Osmanlı Bankası’nın açtığı memuriyet sınavına girmiş ve kazanmıştır. Ancak tercihini, bursunu da kazandığı Mülkiye’den yana kullanır. Fakat aldığı 100 liralık burs yeterli değildir. Fransızcası iyi olduğundan Fransız hükümetinin Ankara’da açtığı kültür merkezinde çalışmaya başlar. Buradan da eline 175 lira geçmektedir: “Birdenbire çok zenginleştim!”

Eygi, bu şartlarda Mülkiye’yi bitirdiğinde yıl 1956’dır: “Türkiye’de birbirini tutan üç zümre vardır. Birincisi Galatasaraylılar. İkincisi Mülkiyeliler. Ben her ikisine de mensubum. Üçüncüsü de Masonlar. Çok şükür ona mensup değilim. Ama bende ilk ikisinin asabiyeti de yoktur.”

Fakültenin diplomatik bölümünden mezun olan Eygi, Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmak üzere girdiği imtihanı da ilkinde kazanır. Fakat, burada en fazla belki Türkiye’nin Bolivya orta elçiliğinin birinci katipliğinden emekli olacağını düşünerekten, kaymakam olmaya karar verir. Ancak oradan da netice alamayınca, işsiz kalmamak için Diyanet İşleri Başkanlığı’nda açık bulunan mütercimlik kadrosunda işe başlar. Burada çalışırken, on kişilik bir grupla 1957 yılında İslam adında bir dergi çıkarmaya başlar. Avukat Rıza Ulucak, daha sonra Faisal Finans’ta müdürlük yapacak Salih Özcan gibi kişiler vardır bu ekipte.

Eygi, bu dönemde, 1958-59’da, askerlik vazifesini yedek subay olarak tamamlayıp, aradan çıkarır. Erzurum’da, çok zor şartlar altında yapmasına rağmen askerlik süreci onun için üniversiteden daha tesirli olmuştur. Hatta ilerleyen dönemlerde yaşayacağı zorluklara, askerde edindiği tecrübeler sayesinde göğüs gerebildiğini düşünür.

Ve 27 Mayıs 1960... 1950 yılında Demokrat Parti dönemi başlamış, iktidar uzun yıllar sonra yeni ve yıpranmamış bir isim tarafından devralınmıştı. Adnan Menderes’ti bu kişi: “Menderes köken itibari ile son zamanlarda yapılan yayınlardan da anlaşılacağı üzere Sabetaycı’dır. Menderes’in bir kere bile bir camiye gittiğini, bir kere bile alnının secdeye vardığını görmedik. Akif isminde bir Bayrami şeyhi ile görüştüğünü söylerler. Fakat o kimdir? O hususta da derinliğine bir bilgi sahibi olamadım. Menderes’in feci akıbeti kendi aralarındaki anlaşmazlıktan meydana gelmiştir. Menderes, kendi cemaatini darıltmış, hatta dehşete düşürmüştür. Bir Antalya’da bir de İzmir’de iki kere aynı cümleyi söylemiştir: ‘Türkiye Müslüman’dır, Müslüman kalacaktır. İslamiyet’in bütün icapları yerine getirilecektir.’ Ancak Menderes’in asılmasına yol açan esas cümlesi şudur. Sanırım 1960’ta TBMM çatısı altında DP Meclis Grubu’ndaki konuşmasında şöyle söylemiştir: ‘Arkadaşlar, millet size vekalet vermiştir. İsterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz.’ Burada dönmeler onun idam fermanını verdiler. Dönmeler homojen bir grup değildir. Karakaşlar, Kapancılar, Yakubiler. Bunların arası açıktır ve gözlerini kırpmadan kendilerinden olan bir kimseyi de mahvedebilirler. Menderes, dönmelerin Türkiye üzerinde kurmuş oldukları hakimiyeti sarsacak iki cümle sarf etmiştir. Bunu affetmediler.”

Demirel’le iyi geçinmek zorundaydık

27 Mayıs darbesinden sonra Ankara’nın ve hele Diyanet İşleri’nin havası teneffüs edilecek gibi değildir. Tam o sırada İstanbul’dan, Mahir İz Hoca’dan bir mektup alır. Haftalık Yeni İstiklal gazetesini çıkarırken bocaladıkları için, daha tecrübeli buldukları Eygi’yi işin başına getirmeyi planlarlar: “Müslümanların o tarihte basın birikimi diye bir şeyleri yok. Mesela haftalık bir gazetede tam sayfa kaktüsler hakkında bir yazı çıkıyor. Tabii yüretememişler.” Eygi’nin idaresinde iken şirketin de parası bittiğinden, gazetenin yayını durma noktasına gelir: “Ben o havada memuriyete dönemeyeceğim için bana devredin dedim. 15 bin liraya bana sattılar, bedava vereceklerine.” Eygi, parayı da Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey’den temin eder; sonra geri ödemek kaydıyla.

1961 senesinde Menderes’in idam yıldönümünde “Zulümlerin en alçakçası kanunların gölgesinde yapılandır” başlığıyla, onu savunan bir yazı yayınladığı için hemen tutuklanır. İlk hapis cezasını böylece alır. Yeni İstiklal 1967 yılına kadar yayın hayatını sürdürür, 35 binlere varan bir satış rakamı yakalar.

Eygi, 1965 senesinde ise Bugün gazetesi ile günlük gazetecilik yapmaya başlar. O da şöyle olmuştur. Zamanın tacirlerinden Necip Fazıl’ları da tanıyan Hacı Nafiz Çelebi, yayınlara meraklı bir kişidir. Süleymaniye’de bugün Suffa Vakfı olan konağında oturan Çelebi ve Mehmet Zahit Kotku Hazretlerinin bulunduğu bir ortamda Müslümanların neden bir günlük gazetesinin olmadığı konuşulur. Ve bu iş için kolların sıvanmasına karar verilir. Bunun için de yine Şevket Eygi’nin ismi atılır ortaya. Eygi’nin, o dönemde, akılda kalan yayınlarının en başında, yaptığı cihat çağrıları gelir: “Mesela bir haziran ayında diyoruz ki önümüzdeki pazar günü sabah namazında Sultanahmet Camii’nde buluşalım. 30 bin kişi geliyor. Ve namazdan sonra hiçbir dünya kelamı edilmeksizin dağılınıyor.” İktidarda, siyaset sahnesine yeni çıkan Süleyman Demirel vardır. Ancak tepki Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’dan gelir: “Cumhurbaşkanı ‘Bu namazlar siyasi nümayiştir. Hükümetin bunları önlemesi gerekir’ dedi. Ama Demirel hükümeti müdahale etmedi. Başbakan Süleyman Demirel’le iyi geçinmek zorundaydık. Çünkü Bugün’ü yeni çıkartmışız. Ve o kadar küçük imkanlarla bu işe başladık ki.”

O dönemde Türkiye’de sol ve Marksist yapılanma çalışmaları had safhadadır. Özellikle Prof. Dr. Ayhan Songar’ın, daha sonra MİT Başkanı olacak bir daire başkanından kendilerine ulaşan bilgilere göre Türkiye’de komünist bir sistem hazırlığı içinde olanlar vardır: “Müslümanlar iki ateş arasında idi. Ülkede Marksist bir rejim kurulmasını istemiyorduk.”

Yahudilerin teklifi

Eygi’nin kamuoyunda, en az Müslümanlara yönelik eleştirileri kadar üzerinde önemle durduğu bir konu da Sabetaycılık, yani dönmelik mevzuudur. Eygi’ye göre Sabetaycılık konusu Türkiye’nin en önemli konusudur. Çok uzun senelerdir bu konuda kalem oynatan Eygi’nin bu hususta Bugün gazetesini çıkardığı yıllarda yaşadığı ilginç bir hadise vardır: “Bir ara Yahudiler bana adam gönderdiler ‘Aleyhimizdeki yayınları kes, -o zamanın parasıyla- 300 milyon lira verelim’ diye. Sene 1968. Ben kabul etmedim. İkinci gün 500 milyona çıktı bu. Yine kabul etmedim. Hatta dedim ki ‘Sizin aleyhinizdeki kampanyayı durdurursam okuyucularım bana ne der.’ Akıl da verdiler. ‘Bizimle ilgili yazıları durdur, iki gün sonra dönmelerin aleyhine kampanya aç.’ diye Beni satın alamadılar.”

Eygi, o dönemde sadece Yahudilerle mücadele halinde değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki gibi birçok cephede savaş halinde bulur kendisini: “Tabii o zaman oldukça genç bir insandım. Tecrübem yoktu. Bir kere en büyük hatam karşıtlarımızın hepsine birden savaş ilân etmek oldu. Masonlarla, Yahudilerle, dönmelerle, Marksistlerle, Kemalistlerle uğraşıyorum. O zaman Türkiye’den kaçmaktan başka çarem kalmadı.”

1969’un birinci ayında hacca gitmek amacıyla Türkiye’den çıkış yapar. Tarihe Kanlı Pazar olarak geçen hadise de bu dönemde vuku bulur: “Yazılarımı 10 tane, 20 tane yedek yazıp bin zahmetle gönderiyordum. O gün oraya cihatla ilgili bir yazımı basmışlar. Kesinlikle kasıtlı bir şey değildir. Yazılar zaten bir kereye mahsus yazılan yazılar değildir. O zaman da biz o yazılarda devamlı olarak o temaları işliyorduk.”

Eygi, dolayısıyla, çıkan olaylarda kesinlikle kendisinin bir kastı olmadığını, hadiselerin derin devletin tertibi ile çıktığını anlatmaktadır: “Provokasyondur. Benim haberim yokken birtakım Müslümanlar gitmişler, orada Marksistlerle bir çatışma olmuş. Bundan dolayı hiçbir sorumluluğum yok. Zaten herhangi bir sorumluluğum olsaydı o zamanın adliyesi bize karşı pek sıcak değildi. Aleyhimde bu konuda bir dava açılmış olurdu.”

Eygi, gündemde olan üç tane basın affı çalışmalarının neticelenmesini yurtdışında beklemeye başlar. İşin üç ayda biteceğini zanneden Eygi, ancak 6 sene sonra Türkiye’ye dönebilir.

Önce Arabistan’da üç ay kalır, orada oturma talep eder, ancak başarılı olamaz: “Onlar çok ürkek bir topluluktur. Hiçbir devletle pürüzlü iş istemezler.” Bu arada pasaportunun süresi de biter. Ardından Ürdün’e geçer, burada 15 gün kalır. Üç ay da Beyrut’ta ikâmet eder: “Ortadoğu ülkelerinde yaşamak imkansızdı. Çünkü liberal bir rejim yok, hürriyet yok, hiçbir şey yoktu.” Eygi, son çare olarak Almanya’ya gitmeyi başarır. Kısa bir süre Paris’te kalır, tekrar Almanya’ya döner. Burada, 1961’de kurduğu Bedir Yayınevi’nden gelen para başta olmak üzere aldığı borçla geçinen Eygi, 12 Mart 1971 muhtırası, gazetelerini süresiz kapatıncaya kadar yurtdışından yazı yazmaya devam eder.

Bugün gazetesi en iyi zamanında 83 bin bir okura ulaşır. Eygi’nin eş zamanlı çıkardığı Babıali’de Sabah ise daha az, 10 bin satan bir gazete olur. Fakat yaşanan süreçte her ikisi de satılır ve Eygi basından uzak düşer. Türkiye’ye 1974 senesinin sonbaharında gelebilen Mehmet Şevket Eygi için gazetecilik serüveni de artık bitmiştir. Onun tekrar medyaya dönüşü Haldun Simavi yönetiminde iken Günaydın tarafından çıkartılan Son Haber isimli sağ tandanslı bir gazete ile olur. Zaman gazetesi Ankara’dan İstanbul’a taşındığında da üç ay kadar bir süre ile Şevket Eygi yönetiminde çıkar. Eygi’nin en son ücret alarak gazetecilik yaptığı gazete ise Hürriyet Grubu’nun çıkardığı yine sağ bir gazete olan Son Çağrı’dır. O da birkaç ay sürer. 1991 yılından bu yana da Milli Gazete’de ücret almadan yazmakta olan Eygi, bir ara büyük konuşur: “Mebus olmaktansa mahpus olmayı tercih ederim dedim. Bir müddet sonra da hapse girdim zaten.” 1984-85’te yazdığı üç ayrı yazıdan 28 ay hapis cezası alır. Eygi’nin başı 2005 yılında da yargı ile derttedir; üstelik Yargıtay, daha önce aynı konuda başka bir kişi için beraat kararı vermiş olduğu halde, Mehmet Şevket Eygi’ye hapishane yolunu açık tutmaktadır.

Toplumun ancak yüzde 10’u temiz

Bugün gazetesini çıkardığı dönemdeki Mehmet Şevket Eygi’yi sivri ve uç bulan Eygi, bugün geldiği noktada kendisini daha yumuşak ve durulmuş olarak tanımlamaktadır. Durulmuşluğu, din sömürücüleri karşısında rafa kaldıran Eygi, onlara karşı gayzının azalmadığını söylemektedir. Çünkü onları dışarıdaki din düşmanlarından daha tehlikeli bulmaktadır. Eleştirilerinin birer ceket veya gömlek gibi olduğunu, kimin üzerine oturursa onu hedef aldığını söyleyen Eygi, toplumun ancak yüzde 10’unun temiz kalabildiğini savunmaktadır.

Galatasaraylı olmasına rağmen spora alaka duymayan, 1966 senesinde Osman Yüksel Serdengeçti ile girdiği polemik nedeniyle hâlâ çok pişman olan Eygi, “Şimdi kendime bakıyorum da ben eşeklik etmişim. Herkesin karşısında iki Müslüman yazarın tartışması doğru değildi. Kabahat bana ait.” demektedir. Bugün’de yaptığı sert yayınlar hususunda ise pişman değildir: “Aynı şartlar varsa yine yaparım. O zaman Marksistlerle biz, birbirimizin kanını içecek derecede düşman ve kopuk vaziyette idik.”

Müslümanlara sürekli eleştiriler getiren Şevket Eygi, çözüm için de şöyle bir proje öneriyor: “İslami kesimden çok veya az buçuk tanınmış 50 insan bir bildiri yazarlar. Bu bildiri 25 madde olabilir. Ve bunlar teori ve yuvarlak laf da olmaz. Ondan sonra gazetelere gidilir ‘Para ile veya parasız bu bildirinin tam sayfa olarak neşredilmesini istiyoruz’ denir. Bu, ayrıca broşür halinde de basılır. Bakın 1961’de Yön dergisi, komünistler, 159 madde mi neydi Komünist Protokolü’nü yayınladılar. Bomba gibi patladı Türkiye’de.”

Mehmet Şevket Eygi, böyle bir çalışmada öncülük yapmaya dünden razıdır. Ama şartları da vardır. “Din ticareti ile ülkeyi ve Müslümanları ilgilendiren konularda ehliyetli kimselerle istişare edilmeksizin iş yapılmayacak.”

GÖRÜŞ

10 Mayıs 2001

İsteyen Mevlâsını arasın, isteyen de belâsını.

Mehmet Şevket Eygi

Milli Gazete 10 Mayıs 2001

BİZİM dinimiz tahrife, değişikliğe uğramamıştır. Kur'ân-ı Kerîm inzal edildiği (indirildiği) gibi elimizdedir. Peygamber Efendimiz'in (Salât ve selâm olsun O'na) öğütlerini, talimatını ihtiva eden binlerce hadîs elimizdedir. Büyük din imamlarının telif etmiş olduğu binlerce önemli eser elimizdedir. Dinimiz hikmet (bilgelik) kaynağıdır. Bu dünyada izzet, şeref, haysiyet, hürriyet içinde yaşamak için ne kadar ilke, kural lazımsa hepsine sahibiz.

Büyük İslâm imamlarından (önderlerinden) Şâfiî hazretleri, farz-ı muhal Kur'ân kaybolsa, bir tek Asr sûresi kalsa bile, insanlar o sûre ile doğru yolu bulabilir, edebî saadete kavuşur, kendilerini kurtarır buyurmuştur. İlk çağlardaki büyük sâlihlerden Şiblî hazretleri de "Dört bin hadîs inceledim, bunlardan dördünü seçtim, bu dört hadîs kişiyi kurtarmaya yeter" demiştir.

Peki elimizde Kur'ân, Sünnet, bunca güzel ve hikmetli din kitapları varken İslâm dünyası, biz Müslümanlar niçin zillet, rezalet, sefalet, hakaret, zebunluk içinde yaşıyoruz? Niçin iki yakamız bir araya gelmiyor? Niçin bir türlü düze çıkamıyoruz, selâmet bulamıyoruz?

Bazılarına sorarsanız, bizi bugünkü kötü duruma hep düşmanlarımız, karşıtlarımız getirmiştir. Bizim hiç hatâmız, kabahatimiz, vebalimiz yoktur... Siz buna inanacak kadar saf ve ahmak değilsinizdir.

Bizim zilletimizin, esaretimizin, rezaletimizin birinci sebebi Kitabullaha, Sünnete, İslâm önderlerinin hikmetli öğütlerine ve uyarılarına uymamamızdır.

Kur'ân bize "Hepiniz Allah'ın sağlam ipine sarılınız, sakın ayrılıp parçalanmayınız; birbirinizle çekişirseniz dünyevî gücünüz elden gider" meâlinde öğüt veriyor, Allah bizi uyarıyor. Allah'ın ipi nedir? O islâm dinidir, Kur'ân'dır, şer'î ahkamdır, Resûlullah'ın gösterdiği doğru yoldur. Bunlara hakkıyla sarılanlar zillete düçar olmaz.

İçimizden nice kimse Kur'ân'ın yolunu bırakmış, Peygamberin çizdiği rotadan şaşmış, şer'î hükümlere sırt çevirmiş, İslâm ahlâkının ilkelerini ayaklar altına almış ve sonra da bizi dinsizlerin, İslâm düşmanlarının mahvettiğini sanıyor. Bu ne büyük gaflet ve şaşkınlıktır.

Sadece "iman ettim, ben Müslümanım" demekle iş bitmiyor. Dünya hayatı bir sınavdır, onu kazanmak için çalışıp çabalamak gerekir.

Kur'ân'da bizim için yüzlerce emir, yasak, öğüt var. Peygamber Efendimizin sünnetinde (ki o da vahiy ve ilhamladır, Rasulullah dinî konularda kendi nefs ve hevasından konuşmamıştır) biz Müslümanlar için binlerce emir, yasak, öğüt, uyarı bulunmaktadır. Ondört asırdan beri ulemâ, meşayih, mürşidler, sâlihler, seçkinler bizim için kitaplar yazmışlardır. Bu büyük zevat Allah'ın yer yüzünde halifeleridir, peygamberimizin vekilleri ve vârisleridir. Bizim iyiliğimizi istedikleri için bize hikmet dolu nasihatlar etmişlerdir.

Zamane Müslümanları Kitabullahın, Peygamberin, sâlihlerin uyarılarına, istisnalar dışında kulak tıkamıştır. Yüz milyonlarca Müslüman cehalet karanlıklarında kalmıştır. Hiç bir işe yaramaz fânî dünya dedikodularıyla uğraşıyoruz ama bize ebedî saadet sağlayacak dinî hükümlere gereken ilgiyi göstermiyoruz. Kendisini iyi, olgun, yeterli Müslüman sanan nice gafile Allah'ın sıfatlarını say deseniz, cevap veremeyecektir.

Ezanlar okunur, camiler boş. Camiye gitmek, cemaatle namaz kılmak yasak mıdır, suç mudur? Hayır, henüz binde 999 Müslüman için namaz kılmak, cemaate katılmak yasak ve suç değildir ama gafil ve tembel Müslümanlar camilere gitmezler.

"Komşusu aç yatarken, tok yatan bizden değildir" mealindeki hadîs-i şerifi duymayanımız yoktur ama bu bizim için bir edebiyattır. Hayata geçiremeyiz.

Dinimiz bize "Emr-i mâruf ve nehy münker" yapmamızı, bu farzı terk ettiğimiz takdirde üzerimize azab ineceğini haber veriyor. Biz ne yapıyoruz? Kötü bir şey gördüğümüz takdirde, yasal sınırlar içinde kalmak şartıyla mektup, dilekçe, protestoname yazabiliyor muyuz milyonlarca?

Peygamber, "Doğudaki Müslümanın ayağına diken batsa, batıdaki Müslüman onun acısını yüreğinde hisseder" mealinde buyuruyor. Biz böyle miyiz?

Milyonlarca Müslüman kardeşimiz sefalet, işsizlik, aşsızlık, perişanlık içinde sürünüyor. Biz zekatlarımız, sadakalarımız, yardımlarımız ile onların imdadına koşuyor muyuz?

Dinimiz bize ilmi, irfanı, kültürü, sanatı, mârifeti, hüneri emrediyor. Biz bunlara tâlip miyiz, bunları elde etmek için çırpınıyor muyuz? Her yıl bu ülkede dinî hizmetler ve faaliyetler için milyarlarca dolar toplanıyor da, bir islâmî bilgi bankası, bir islâmî stratejik araştırmalar enstitüsü, başka araştırma merkezleri kurulmuş mudur? Kurulmamışsa niçin kurulmamıştır? Gaflet yüzünden mi, hıyanet yüzünden mi?

Peygamberimiz âhir zaman nebisidir, Hâtemü'l-enbiyadır, ondan sonra ta Kıyamet'e kadar başka bir peygamber gelmeyecektir. Buna rağmen ortalıkta birtakım sahte peygamberler, sahte münzirler dolaşmaktadır. Bu ümmetin ilim sahipleri, sorumluları bu kezzabları reddetmek, halkı bunların şerlerinden korumak için ne gibi faaliyetler yapmaktadır?

Birtakım habîsler, zındıklar, câhil kişileri şaşırtmak, sapıtmak için ortaya bir sürü bozuk fikir ve görüş atmakta, kendi nefs, heva ve re'yleriyle İslâm adını verdikleri bozuk sistemler ve ideolojiler geliştirmektedir. Ehl-i Sünnet geçinenler niçin bu sahtekârlara, bu zındıklara hadlerini bildirmiyor, onları çürütüp reddetmiyor?

Bozuk bir fırkanın taraftarları, "Allah gerçek bir Janustur" (Janus: Eski Romalıların iki çehresi olan bir putunun ismidir) cümlesini ihtiva eden bir kitap çıkardıkları zaman bu korkunç şirk ve ilhad sözüne niçin cevap verilmemiştir?

Din rantı yemekte, Müslümanları dolandırmakta birinci olan bazı hâin ve habîsler ihlâs ve istikametle hizmete gelince hiçbir şey yapmıyor.

Kurtuluş bize çok yakındır. Bunun için Kur'ân'a, Sünnete, şer'î ahkâma, İslâm ahlâkına, İslâm bilgeliğine uymamız gerekiyor. Yapabileceğimiz en kolay iş ve eylem, ezan okununca camiye gidip cemaatle namaz kılmaktır. Dinimiz "Allah'ın eli (yardımı, nasrı) cemaat üzerinedir" buyuruyor. Hiç de zor olmayan namazı ve cemaati niçin kütlevî bir şekilde terk etmişizdir?

İslâm dini, onun Kitabı Kur'ân, onun model ve örnek insan Peygamberi, her devirde yaşamış sâlih Müslümanlar bize Mevlâ'ya götüren yolları göstermişlerdir. Mevlâ yoluna gitmeyenler, ters yollarda yürüyenler ise belâlarını bulurlar. Bu husus da bize açıkca bildirilmiştir. İsteyen Mevlâsını arasın, isteyen de belâsını.

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu