Molla Abdullah - Bilgiler
08/12/2009 20:19
HAKKINDA YAZILANLAR

Kul Mehmed ile Molla Abdullah

İrfan Özfatura bilgi@tg.com.tr

Türkiye 11 Mart 2004

Yeni Zelanda’yı ararken yolunu şaşıran Kaptan James Cook’un Avustralya’yı keşfetmesi Britanya’da büyük heyecan uyandırır. Nerede ipten kazıktan dönme şaki ve nerede bir baltaya sap olamayan çulsuz varsa yeni kıtaya koşar. Kaptan Philip yelkenlileri peş peşe sıralar, salkım saçak maceracı taşımaya başlar. Gerçekten bu uçsuz bucaksız ülkede herkese iş çıkar, kısa zamanda tüyü düzer, parayı bulurlar.

İşte Silver City de zengin gümüş madenleri ile serüvencilerin gözüne batar. Ancak hâlâ rayı yolu yoktur, ulaşım can sıkar. Hal böyle olunca Afganistan’dan deveciler (ve tabii ki develer) getirir kendilerince bir çözüm bulurlar. Kervancılar sakin ve sabırlı insanlardır, halka karışmaz bir kuytuya çekilip Müslümanca yaşarlar.

Nasıl olursa olur, Abdullah Hoca adlı bir mollanın yolu Silver City’e düşer. Deveciler bu İstanbul efendisini çok sever, kendilerine imamlık yapmasını isterler. Doğrusu böyle bir şeye şiddetle ihtiyaç vardır zira Aborjinleri şirazeden çıkaran misyonerler Müslüman çocuklarına da el atarlar. Biraz işsizlik, belki macera ama daha ziyade vebâl onu burada tutar.

Deveciler bir zaman sonra gelip “biz bu kâfirlerin boğazladıklarını yiyemiyoruz” diye dert yanarlar, “hani sen bir tezgâh açsan, bize besmeleyle kesilmiş etler satsan...” Olur muydu, olmaz mıydı derken olur ve Abdullah Hoca kasaplığa başlar.

Derken bir başka Anadolu çocuğunun yolu Silver City’e çıkar. Kul Mehmed 20 yaşlarında, atletik yapılı, kaşlı gözlü bir çocuktur. Maraşlı mıdır bilmiyoruz ama dondurmanın kralını yapar. Şirin arabasını kırmızı beyaz güllerle donatır, dört bir yanından çıngıraklar sarkar. Bir yanında Çamlıca tasviri öbür yanda Sultanahmet-Ayasofya... Mavi boncuklar, tuğralar, bayraklar...

Bu mütebessim şarklı Silver City’nin maskotu olur, ufaklıklar “ayskrem” kelimesini unutur, kaymaklıyla yatıp, kaymaklıyla kalkmaya başlarlar. Onun dondurması ancak satırla kesilir ve sakız gibidir. Kaşığı kocaman, külahları iri iridir. Diğerleri ile aynı parayı alır ama tadımlık değil, doyumluk verir.

Cihan harbi çıkınca...

Lâkin güzel günler tez geçer. Bir ara Balkanlardaki katliamları duyar ve kahrolurlar. Ardından İngilizlerin İstanbul’a yürümek için asker topladığını haber alırlar. “Ey.En.Zed.Ey.Ci”ler (Avustralian and New Zeland Army Corps) yani bizim tabirimizle Anzaklar mânâsız bir heyecana kapılır, kuyruklara girip askere yazılırlar. Düşünün nüfusu 5 milyona varmayan bir ülkeden 361 bin gönüllü çıkar. Hava birden gerilir, daha düne kadar yolunu bekledikleri Kul Mehmed’e düşman gibi bakmaya başlarlar.

İki gurbetçi küçük bir istişare toplantısının ardından yetkililere çıkar, “koyverin gidelim, memleketimizin bize ihtiyacı var” diye yalvarırlar. Şimdi haklarını yemeyelim, adamlar karşı cephede olmalarına rağmen “gidin len başımızdan” demez bu talebi mâkul karşılarlar. Ancak o günlerde Alman savaş gemileri Pasifik’ten sandal bile sızdırmaz. Hal böyle olunca sivil gemiler limanlara bağlanır, yerlerinden kıpırdamazlar. Lâkin Avustralya’nın dört bir yanından katarlarla toplanan gönüllüler Sydney’den gemilere bindirilir, İngiliz zırhlılarının korumasında Gelibolu’ya yollanırlar.

Kul Mehmed bakar olmaz, Abdullah Hoca’yı peşine takıp Savunma Nezaretine çıkar. Uluslararası Münasebetler üzerine doktora yapmış diplomat edasıyla “öyleyse biz de burada savaşırız” der ve açık açık “savaş ilanı”nda bulunurlar. Adamlar iki garibe uzun uzun güler ve adeta “elinizden geleni ardınıza koymayın” buyururlar.

Broken Hills

Muharebesi!

İki kafadar ellerindekini avuçlarındakini satar, bu parayla iki Schnider tüfek ve kaldırabildikleri kadar mermi alırlar. Emanetleri dondurma arabasına yükleyip Broken Hills Dağlarına vururlar. Vadinin daraldığı boğaza pusu atar, asker trenlerini beklemeye başlarlar.

Ne kadar beklerler bilmiyoruz ama bir ara borazan trampet sesleri gelmeye başlar. Askerler pencerelerden çıkardıkları İngiliz bayrakları ile “İstanbul’a, İstanbul’a” diye haykırırlar. Makinistin keyfi yerindedir ancak raylar üzerindeki dondurma arabasını görünce çok şaşar. Lokomotif inleye inleye durur, ortalığı buhar, kurum ve yanık balata kokusu sarar. İşte tam o anda bir yaylım ateşidir başlar. Katarı koruyan komutan Millard ve adamları peş peşe vurulurlar. Az evvel “İstanbul’a, İstanbul’a” diye bağıran gönüllüler vagonların döşemesine yatar “n’olur takviye gelsin” diye ağlaşmaya başlarlar.

Jandarmalar hadise mahalline intikal edinceye kadar trene mermi yağar. Ancak Jandarma da kayıp verince, hadiseye Silahlı Kuvvetler el koyar. Artık bu saldırıyı Almanların gerçekleştirdiğini düşünmeye başlarlar. Koca koca birliklerle mıntıkayı sarar söz konusu tepeyi üç koldan kuşatırlar. O kadar çok bomba atarlar ki adeta zemini kazırlar. Ses nefes kesilince korka korka doruğa çıkarlar. Ama Kayzer’in komandolarını değil garip kasapla, sevimli dondurmacının cesedini bulurlar ki şehitlerimizin yüzünde vazifesini yapmış insanların huzuru vardır. (Allahü teâlâ derecelerini âlâ eylesin)

İşte o an ciddiye almadıkları savaş ilanını hatırlarlar. Hatırlarlar ama meğer ki geçmiş ola...

Harp Dairesi uzmanları bu hadiseyi kesinlikle “terör eylemi” olarak görmez, Official War History (Resmi Savaş Tarihi) kitabına “Battle of Broken Hill” (Broken Hills Muharebesi) adıyla başlık atarlar.

Önceki
Önceki Konu:
Kul Mehmed
Sonraki
Sonraki Konu:
Muhammed Ali Clay

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu