medreselerde ders veren öğretim üyesi, profesör. Arapçada “ders” masdarından gelen müderris kelimesi, ders veren öğretmen ve ders vermeye yetkili ilim sâhibi kimse mânâsındadır. Târihte, devrin mektep ve medreselerinde eğitim ve öğrenimini tamamlayıp, icâzet (diploma) aldıktan sonra, medreselerde ve câmilerde din ve fen ilimlerini ders vererek öğretenlere müderris adı verilmiş; makâmlarına da müderrislik denilmiştir. Müderris tâbiri daha ziyâde onuncu asırdan sonra yaygınlaşmıştır.
Kur’ân-ı kerîm’in öğretilmesi, İslâm eğitimi ve öğretimi bakımından ilk sırayı teşkil eder. Bu sebeple Kur’ân-ı kerîm’i ilk öğreten Peygamberimiz hazret-i Muhammed olduğuna göre, İslâm dünyâsında ilk muallim ve müderris de O’dur.
Zamanla İslâmiyetin yayılması ile Eshâb-ı kirâm radıyallahü anhüm arasından seçilenler, diğer beldelere İslâmiyeti yaymak ve öğretmek için gönderildiler. Peygamber efendimiz ve dört büyük halîfe devrinde bu faaliyet artarak devâm etti.
Kısa zamanda Medîne, Basra ve Kûfe birer ilim merkezi hâline geldi. Her biri bir deryâ gibi olan âlimler yetişti. Üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvîleriyle birlikte ezberden bilip, sahih olup olmadığına vâkıf bulunanların sayısı çok fazla idi. İspanya’dan Hindistan’a, Yemen’den Kafkaslar’a kadar dağılan ilim sâhipleri, gittikleri yerlerde ilim öğrettiler. İmâm-ı A’zam, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, İmâm-ı Mâlik gibi mezhep imâmları; İmâm-ı Buhârî veMüslim gibi hadîs imâmları yetişti.
Bu din büyüklerinin yetiştirdiği talebeler, hocalarından öğrendikleri bilgileri câmilerde, evlerinde, kütüphâne ve mektep gibi yerlerde insanlara öğretmeye gayret ettiler. Ancak zamanla Büveyhîler ve Mısır’daki Müslümanlara yıllarca zulmeden Fâtımîler gibi Eshâb-ı kirâm düşmanlığı üzerine kurulan devletler, İslâm ülkelerine çenesi kuvvetli propagandacılar göndererek, Müslümanların zihinlerini karıştırmaya kalkıştılar. Bu propagandacılar, tek tek veya toplu olarak her yerde insanlara sapık fikirler aşılamaya çalıştılar. Memleketlerde anarşi çıkardılar, insanları ve zaman zaman devlet adamlarını öldürdüler. İslâm âlimlerinin İslâmiyeti doğru öğretmelerine mâni olmaya kalkıştılar. Bu sapıklara karşı tedbir olmak üzere ve sistemli bir eğitim ortaya koymak gâyesiyle bâzı İslâm devletleri medreseler açtılar. Bilhassa Büveyhîleri yıkarak Bağdat’ı kurtaran Selçuklular, daha önce yapılan propagandanın halk üzerindeki tesirini kaldırmak ve Ehl-i sünnet îtikâdını yerleştirmek için medrese adını verdikleri yeni eğitim kurumlarını vücûda getirdiler. (Bkz. Medrese)
Medreselerin gelir ve giderini karşılamak için vakıflar kurdular. Devlet adamları yanında, halktan da medrese kuranlar oldu. Onuncu asırdan îtibâren Mâverâünnehr ve Bağdat başta olmak üzere bütün İslâm âlemine yayılan medreselerde muhtaç talebenin geçimi sağlandı ve hocalara ücret verildi. Medreselerde ehil olmayan kimselerin ders vermesine mâni olmak için, hoca silsilesi Resûlullah efendimize kadar ulaşan ve hocasından ders verebileceğine dâir icâzet alanlar seçildi. Büyük Selçukluları tâkiben medreselerin kurulması Türkiye Selçukluları, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı Devletinde de artarak devâm etti.
Osmanlı Devletinde medreseyi bitiren talebe için ilmiye sınıfı dâhilinde iki meslek vardı. Bir kimse ya kâdılık mesleğini seçer veya müderrislik için mülâzemete başlardı. Kâdılık mesleğini seçen, en küçük kazâ merkezlerinden birinde görev alırken, müderrislik yoluna giren de en düşük gündelikli medreseye tâyin olunurdu. Tabiî ki, kâdılığın “nâiblik” devresi olduğu gibi, müderrisliğin de “mülâzemet” dönemi vardı. Her iki dalda da ilmiye mensupları gayret ve başarılarına göre yükselerek daha üst pâyeler elde ederlerdi.
Medreseler, okutulan kitaplara ve bahsedilen ilim dallarına göre kendi aralarında sıralanırken, kazâ merkezleri de nüfuslarına göre, sınıflandırılırdı. En yüksek pâyeli medreseler, sahn-ı semân medreseleriydi. Bu medrese müderrislerinin dereceleri de en yüksek dereceydi. “Mevleviyet kâdılıkları” denilen İstanbul, Bursa, Kahire gibi kâdılıklara da en üst pâyeye sâhip kâdılar tâyin edilirdi. Müderrisler ve kâdılar bu seviyede eşit pâyelere sâhip olurlardı. Bunların ikisinden en bilgili ve kâbiliyetlisi Anadolu kazaskeri olurdu.
Müderrisler, okuttukları derslerden herhangi bir konu üzerinde öğrencilerine münâzara yaptırırlar, sonunda iki taraf arasında hakem olup, görüşlerini söylerlerdi. Dânişmendler arasından ve en liyâkatli olanlardan seçilen yardımcılarına “Muîd” denirdi. Muîdler hem müderrisin derslerini tekrarlar, hem de danişmendlerin disipliniyle meşgul olurlardı. Sahn-ı Semân muîdleri ayrıca Tetimme medreselerinde ders verirlerdi.
Müderris tâyininde, vücud, zihin ve karakter özelliklerine bakılır; sîmâsının sempatik, akıllı, kültürlü, anlayışlı, adâletli, iffetli, cömert ve gözü gönlü tok olmasına dikkat edilirdi. Bunun yanında, hâl hareket ve huy güzelliğiyle talebelerine örnek olması arzu edilirdi.
Zamânın en ehil kimseleri arasından seçilen müderrisler, dersi talebelerinin anlayacakları seviyede tutarlardı. Bilmediği şeyler hakkında soru sorulduğu zaman, tereddütsüz “Bilmiyorum” demekten çekinmezlerdi. Talebesinin kendi kendine iş yapabilecek bir şahsiyet olarak yetişmesine çalışırlardı. Aç ve susuzken, tasalı, öfkeli, üzüntülü veya sıkıntılı zamanlarda ders vermezlerdi. Talebelerine eşit muâmele ederler iltimas ve ayırım yapmazlardı.
Müderrislerin, idâreciler ve halk arasında yüksek îtibârları vardı. Başlarına tülbentle sarılmış büyük sarıklar giyerler, ucunu iki omuzları arasından aşağı sarkıtırlardı. Daha çok beyaz cübbe giyerler, elbiselerinin temiz ve düzgün olmasına çok dikkat ederlerdi.
Müderrislerin derecelerinin ilerlemesi Fâtih devrinde beşer akçe ile sağlanırken, On altıncı asırda otuzlu pâyesine kadar beşer akçe, ondan sonra onar akçe ile olurdu. Bir müderris bâzan sâhip olduğu akçe ile yine o seviyedeki diğer bir medreseye tâyin edilirdi. Bir müderrisin bulunduğu seviyeden üst pâyedeki bir medreseye terakki etmesinde (ilerlemesinde) birden fazla istekli bulunursa aralarında imtihan açılırdı. İmtihanlar, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri huzûrunda ve çoğunlukla İstanbul’da Zeyrek, Ayasofya ve Vefâ câmilerinde yazılı ve sözlü olarak yapılırdı. Yazılı imtihan için bir risâle (tez) hazırlanır, mülâkatta umûmiyetle mûteber bir fıkıh kitabı olan Hidâye’nin bölümlerinden okutulup sorular sorulur ve üstün görülen seçilirdi. Fâtih’in Sahn-ı Semânına tâlip olanlar ise “Üç fenden” yâni fıkıhtan Sâdeddîn Teftâzânî’nin Telvîh adlı eserinden ve kelâmdan Kâdı Adûdüddîn-i Îcî’nin (Mekâvıf), belâgatta Sekkâkî’nin Miftâh’ul-Ulûm adlı eserinden imtihan olurlardı.
Hiçbir müderris, şart-ı vâkıf hilâfına, (işin ehli olmadan) medreseye tâyin edilmezdi ve vakfiyede müderrise yevmiye kaç akçe tesbit edilmişse ondan aşağısı verilmezdi. Ancak medresenin pâyesi yükseltilerek müderrise daha yüksek bir yevmiye verilebilirdi. Bu durumda yükselen yevmiye, vakfın geliri müsâitse ondan, değilse başka vakıfların zevâidinden veya devlet hazînesinden sağlanırdı.
Osmanlı medreselerindeki görevli müderrisler, aldıkları son akçe üzerinden tekâüde (emekliye) ayrılırlardı.
Osmanlı Devletinde başta pâdişâh ve devlet adamları, ilim sâhiplerine (âlimlere, sâlihlere velîlere) karşı büyük bir saygı ve hürmet duyuyordu. Çünkü âlimler Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde medh ü senâ edilmişlerdi. Bu saygı ve anlayış devâm ettiği müddetçe, devlet ve millet gelişip güçlendi, yükselmeye devâm etti. İlim adamları da âlimliğin şeref ve haysiyetini ayağa düşürecek hareketlerden sakındılar ve devlet adamlarına gereğinden fazla ve yersiz iltifâtlarda bulunmadılar. Ancak vazîfeleri îcâbı ihtiyaç kadar onlarla birlikte oldular. Diğer zamanlarda onlardan uzak durmayı ve ilimle meşgûl olmayı tercih ettiler.
Medrese ve müderrisler, insanı dünyânın esiri yapmadan onun fâtihi ve sâhibi yapma vazîfesini gördüler. Osmanlı da bu temeller üzerinde din ve devlet adamlarını en mükemmel bir şekilde yetiştirdi. Ferdî kâbiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programlardan daha mükemmel bir metod geliştirerek tatbik etti. Bugünkü modern pedegojinin de tavsiye ettiği bir tarzda, sınıf geçme yerine ders geçme yolunun seçilerek, mezuniyeti yıllara değil, kâbiliyet ve çalışkanlığa bağladı. Dolayısıyla medreselerde okuma süresi hoca(müderris) ve talebelerinin gayretine bağlı olarak uzayıp kısaldı. Zekî ve çalışkan bir talebe, tahsilini çabuk tamamlayıp kısa zamanda mezun olmuş, ancak devlet memuru olabilmesi için, belli bir yaş aranmıştır. Medreselerde umûmî derslerin yapıldığı sınıflarda talebe sayısı yirmiyi geçmemiştir. Bu durum, derslerin tekrarlarla karşılıklı soru ve cevaplarla daha iyi anlaşılma imkânını hazırlamış ve talebeye ufuklar açmıştır.
1924’te medreselerin kapatılmasıyla müderrislik, 1933’te yapılan üniversite reformu ile de müderris ünvânı kaldırıldı.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.