fetvâ vermek ehliyetine sâhip olan büyük İslâm âlimi. Fetvâ, bir meselenin dindeki hükmünü öğrenmek için sual soran kimseye, müctehid olan bir İslâm âliminin verdiği cevap, bildirdiği dînî hükümdür (Bkz. Fetvâ). Müftî, İslâmiyeti iyi bilen, sorulan dînî bir meselenin hükmünü Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlayıp beyan eden, açıklayan derin din âlimidir. Böyle olan İslâm âlimlerine “müctehid” denir (Bkz. Müctehid). Esasen usul-i fıkıh ilmi ıstılahında (terminolojisinde) müftî demek, müctehid demektir. Müctehid olmayıp, başka bir âlimin ictihâdına uyan ve bunun için mukallid sayılan bir fakihe (âlime) müftî denilmesiyse mecâzidir. Bu, müctehidlerin fetvâlarını nakl edip bildirmesi îtibâriyledir. Böyle olan kimse fetvâ veremez. İslâm ilimlerini öğrenmeden ve bilmeden, âyet-i kerîme veya hadîs-i şerîfleri okuyup da bunlara kafasına, kendi görüşüne göre mânâ verenlere, dînî mevzularda gelişi güzel hüküm verenlere, müftî, İslâm âlimi denmez. Böylelerinin fetvâlarını fıkıh kitaplarına uygun vermesi lâzımdır. Böyle olmayan fetvâları mûteber değildir.
İslâmiyetin tebliğ edilmeye başladığı ilk asırda, herkes müşkülünü Peygamber efendimize sorup hallediyordu. O’nun bildirdiği her dînî hüküm vahye dayanıyordu. “Vahy” bizzat Allahü teâlânın öğretmesi, bildirmesi demektir (Bkz. Vahy). Asr-ı seâdette, her şeyi Resûlullah efendimizden öğrenen Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idi. Onlar hakkında Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Eshâbımın hepsi gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavuşursunuz.” buyurdu. Bunlar içinde fetvâları meşhur olanlar çoktu (Bkz. Mezheb). Bu devirden sonra yetişen âlimler arasında da müctehid olanlar vardı. Dört mezhep imâmı ve onların mezhebinde yetişen müctehid âlimler bunlardandır.
Dört büyük mezhebin, İslâm ülkelerinde yayılmasından sonra, müctehid olan müftî kalmayınca her müftî, bu mezheplerden birine uyarak fetvâ vermeye başladı. Müctehid olmayan bu müftîlerin kendilerine sorulan bir mesele hakkında fetvâ bildirirken uymaları gereken bir takım kâideler ve şartlar konulmuştur. Hanefî mezhebinde olan bir hâkim (kadı), kendisine sorulan bir meselede İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradığını onun sözlerinde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf’un sözünü alır. Onun sözlerinde bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin sözünü alır. Ondan sonra İmâm-ı Züfer’in, daha sonra Hasan bin Ziyâd’ın sözünü alır. Müctehid-i fil-mezhep (mezhepte müctehid) ve eshâb-ı tercîh olan müftîler, ictihâdlar arasında delilleri kuvvetli olanları seçerler. Müctehid olmayanlar, bunların tercih etmiş oldukları söze uyar. Böyle yapmıyan müftîlerin ve hâkimlerin sözü kabul edilmez. Demek ki, tercih ehlinin seçmemiş olduğu şeylerde, İmâm-ı A’zamın sözünü almak lazımdır. Görülüyor ki, müftînin müctehid-i fil-mezheb olması lâzımdır. Böyle olmayana müftî denilmez. Nâkıl yâni nakl edici, fetvâyı iletici denir. Nâkıller fetvâları, meşhur fıkıh kitaplarından alır. Bu kitaplar, meşhur olan mütevâtir haberler gibi kıymetlidirler.
“Müftî” tabiri, İslâmiyette esasen ilmî bir tâbir ve sıfattır. Hicrî birinci ve ikinci asırda yaşayan Müslümanlar arasında din bilgilerinde derinleşmiş, fetvâ makamına ulaşmış pekçok mütfî yetişmiştir. Bunlar devlet memuru değildiler. Çoğu ticâret veya bir meslekle meşgûl olurlardı. İslâmiyet devlet idâresinde ve insanlar arasındaki işlerin hükmünde de belli esas ve kâideler getiren mükemmel bir din olduğu için, târihte kurulmuş çeşitli İslâm devletlerinin idarecileri, işlerini dîne uygun yapabilmek için devlet bünyesinde din adamının bulunacağı bir makama da yer vermişler ve bâzılarında bu makamda bulunan din adamlarına müftî sıfatı verilmiştir. Böylece bu sıfat idârî bir tâbir olarak da kullanılmaya başlanmıştır.
Dinde bir âlimin müftîlik derecesine ulaşabilmesi için; devlet idâresindeki belli makamda bulunması şartı hiç gerekmediği gibi, târihte devlet idârelerinde yer almış müftî lakaplı, din adamlarının çoğu da ilmî bakımdan müftîlik derecesine ulaşabilmiş değillerdi. Bunlar; o derecedeki âlimlerin fetvâlarını naklederlerdi.
Osmanlı Devletinde müftî: Bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi Osmanlılarda da, ilmiye sınıfına dâhil olan müftîler vardı. Müftîlere, “Reisül-ulemâ”, “Müftil-enâm” veya “Şeyhul-İslâm” gibi ünvanlar da verilmiştir (Bkz. Şeyhülislâm). Devletin merkezinde, vilâyet, sancak ve kazâlarında (ilçelerinde) halkın sordukları şer’î (dînî) suallere cevap veren müftîler tâyin edilmiştir. Osmanlılarda müftîlik ve kâdılık, ayrı ayrı iki sınıftı. Bâzan birleştikleri de olmuştur. İlk Osmanlı müftîsi (şeyhülislâmı) Molla Şemseddîn-i Fenarî idi (Bkz. Molla Fenârî). Osmanlı Devletinde din asıl, devlet fer’ı (ikinci derecede) kabul edilmiştir. Bu sebeple devletin temeli kabul edilen İslâmiyetin en büyük temsilcisi olarak müftî (şeyhülislâm), Osmanlı devlet protokolünde veziriâzamdan (sadrâzamdan) üstün tutulmuştur. Kânûnî SultanSüleyman Han devrinde Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendiden başlıyarak müftîler bütün ilmiye sınıfının başkanı olmuş, bütün müderrisler ve kâdılar (hâkimler) onun emrine verilmiştir.
Günümüzde müftî: Türkiye Cumhûriyeti Anayasasına göre genel idâre hizmetleri sınıfında yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, il ve ilçe müftüleri mârifetiyle, ilgili kânunun gösterdiği şekilde lâik devlet kuralları çerçevesinde kalarak, İslâmiyetin îtikât, ibâdet ve ahlâkî konularında halkı aydınlatmak görevini yürütmektedir.
Günümüz Türkiyesinde müftü sıfatı, devlet idâresinde belli bir makamın adıdır ve bu makamda bulunan devlet memurlarının ünvanıdır. Zamânımızda diğer İslâm ülkelerinde de durum aynıdır.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.