evliyânın büyüklerinden ve sofiyye-i aliyyeden. İsmi, Ebû Bekr Muhammed bin Ali’dir. Künyesi, Ebû Abdullah olup, İbn-i Arabî ve Şeyh-i Ekber diye meşhûr olmuştur. Muhyiddîn-i Arabî diye de bilinir. 1165 (H.560)te Endülüs’teki Mürsiyye kasabasında doğdu. 1240 (H.638)ta Şam’da vefât etti.
Küçük yaşından îtibâren ilim tahsil etmeye başlayan İbn-i Arabî, sekiz yaşındayken İşbiliyye’ye gitti ve pekçok âlimin meclislerinde bulunup ilim öğrendi. Zekâsı keskin, hâfızası pek kuvvetli, fesâhat ve belâgat sâhibiydi. Hadîs ilmini ve diğer aklî ve naklî ilimleri; İbn-i Asâkir, Ebü’l-Ferec İbn-ül-Cevzî, İbn-i Sekîne, İbn-i Ülvân, Câbir bin Ebî Eyyûb gibi büyük âlimlerden öğrendi. Tefsîr, fıkıh, hadîs ve kırâat ilimlerinde büyük âlim oldu. Tasavvufa yönelip, Ebû Câfer el-Uryânî, Ebû Midyen Mağribî, Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ, Ebû Abdullah Temîm, Ebü’l-Hasan’dan ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı. Tasavvufta yüksek derecelere kavuştu. İlminden ve feyzinden istifâde etmek için, mürâcaat edilen belli başlı büyük âlimlerden oldu. 1194’te Endülüs’ten ayrılarak Tunus’a, 1195’te Fas’a gitti ve karşılaştığı âlimlerle sohbet edip ilim meclislerinde bulundu. 1199’da tekrar Endülüs’e dönüp, Kurtuba’ya geldi. 1201’de tekrar Endülüs’ten Tunus’a geçti.
Hac yolculuğunda Mısır’a, sonra Kudüs’e uğradı, oradan da Mekke-i mükerremeye giderek hac farîzasını yerine getirdi. İki yıl kadar Mekke’de kalıp pekçok tasavvufî mârifetlere kavuştu. 1204’te Mekke’den ayrılarak Mısır, Şam, Irak, Cezîre ve Anadolu taraflarına seyâhat etti. Bir ara Konya’ya geldi ve Selçuklu sultânından çok ikrâm ve hürmet gördü. Sultanlar tarafından kendisine pekçok tahsisat tâyin edildiği hâlde, hepsini fakirlere dağıttı. Sofiyye-i aliyyeden ve kelâm âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî’nin hocası ve üvey babası oldu. Bu seyâhati sırasında da birçok büyük zâtla karşılaşan İbn-ül Arabî, daha sonra Haleb’e gitti. 1215’te tekrar Konya’ya döndü. Aynı sene içinde Sivas’a, oradan da Malatya’ya gitti ve 1230’da Şam’a yerleşti. Tasavvuftaki yüksek derecesi sebebiyle sekr (şuursuzluk) hâlinde iken vahdet-i vücûd konusunda söylediği bâzı sözleri yanlış anlaşılıp iftirâya uğradı. Fakat zamânının devlet adamları tarafından himâye edildi. Ömrünün sonuna doğru sâkin bir hayât sürmeye başlayıp, Füsûs-ül-Hikem ve Muhtasar adlı eserlerini yazdı. 1240’ta yetmiş sekiz yaşına gelen İbn-i Arabî, Şam’da Muhyiddîn İbn-üz-Zekî’nin evinde vefât etti. Muhteşem bir şekilde cenâze namazı kılınıp, Kâsiyûn Dağı eteğine defnedildi. Şam halkı, büyüklüğünü anlayamadıklarından kabrini çöplük hâline getirdiler. Osmanlı Sultânı Yavuz Sultan Selim Han, Mısır Seferi sırasında Şam’a gelince bu duruma son verdi ve bu büyük zâtın kabrinin bulunduğu yerde bir câmi ile yanı başında bir dergâh yapılmasını emretti. Câmi ve dergâh ile birlikte İbn-i Arabî hazretlerinin kabri üzerine de bir türbe yaptırdı.
Evliyânın büyüklerinden olan İbn-i Arabî hazretlerinin pekçok kerâmetleri, onu sevenlerce nakl edilerek zamânımıza kadar gelmiştir. Kerâmetlerinden biri şöyledir:
Bir gün sohbetine inkârcı bir felsefeci gelmişti. Bu felsefeci, peygamberlerin mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: “Avâmdan insanlar, hazret-i İbrâhim’in ateşe atıldığı ve yanmadığı kanâatindedirler. Bu nasıl olur' Zîrâ ateş her şeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır.” deyip bir takım sözler söyleyince Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; “Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 69. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz de: Ey ateş İbrâhim’e karşı serin ve selâmet ol! dedik.” buyurmaktadır.” dedi. Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle ateşi iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kaldı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin elini yakmadığını görünce iyice şaşırdı. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri ateşi tekrar mangala doldurup, filozofa; “Yaklaş ve ellerini ateşe sok.” deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri çekti. Muhyiddîn-i Arabî bunun üzerine; “Ateşin yakıp yakmaması Allahü teâlânın dilemesiyledir.” buyurdu. Filozof onun bu kerâmetini görünce, Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkan telgrafın çalışma tekniğini bildirerek, Edison’u (1847-1931) dahî “Üstâdım” demek mecbûriyetinde bırakan İbn-i Arabî, Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethedeceğini, Yavuz Sultan Selim’in Şam’a geleceğini keşf yoluyla haber vermiştir.
İmâm-ı Süyûtî, Tenbîh-ül-Gabi kitabında Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü vesîkalarla isbat etmektedir. Ebüssü’ûd Efendinin ve İbn-i Kemâl Paşanın fetvâlarında da ona dil uzatılmayacağı yazılıdır.
Bununla beraber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerinde yazdığı vahdet-i vücut bilgilerinin bâzıları ve velîlere mahsus bir hâl olan sekr (şuursuzluk) hâlinde iken söylediği sözleri hem âlimler, hem de ârifler arasında, yaşadığı zamanda ve daha sonra tartışılmış ve onun hakkındaki sözler farklı olmuştur. Tasavvufun kıymetli hâl ve mârifetlerinden olan Vahdet-i vücut (varlığı bir görmek) bilgilerini açıklamakta Muhyiddîn-i Arabî hazretleri çok yüksek derecelere ulaşmış, bu sâhada kendisine mahsus bir sistem kurmuştur. Ancak bu yüksek ve ince bilgiler uzun zaman zâhir âlimlerini ve velîlerin çoğunu tereddüt içinde bırakmış, nihâyet onun hâlini ulemâ-i râsihînin reislerinden ikinci binin müceddidi İmâm-ı Rabbânî (Bkz. İmâm-ı Rabbânî) ile oğlu Muhammed Ma’sûm (Bkz. Muhammed Ma’sûm), âlimlerin ve âriflerin anlayacağı şekilde Ehl-i sünnet îtikâdına göre îzâh etmişler, bu hususta şaşırmış kalmış olanlara doğru yolu göstermişler ve tereddütlere son vermişlerdir. İmâm-ı Rabbânî mektuplarında Muhyiddîn-i Arabî’nin, “Allahü teâlânın kudreti, âhirette görülmesi ve daha birçok sözlerinin Ehl-i sünnetin doğru sözlerine uymamasının çok şaşılacak bir şey olduğunu” yazdıktan sonra onun hâlini şöyle îzâh etmektedir:
“Muhyiddîn-i Arabî’nin bu hatâları, keşfinde, yâni kalbe doğan bilgilerde olduğu için, belki kabahat sayılmaz. İctihaddaki hatâlar gibi, bir şey söylenemez. Onun büyük olduğu ve hatâlarının kusur sayılamayacağını, yalnız bu fakîr söylüyorum. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i Sünnet âlimlerinin sözlerine uymayan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim. Sofiyyundan bir kısmı, onu beğenmiyor ve çirkin şeyler söylüyor. Bütün ilimlerini yanlış ve bozuk biliyorlar. Bir kısmı da ona uyarak bütün ilimlerini yazılarını olduğu gibi alıyor. Hepsini doğru biliyor ve doğruluklarını isbat etmeye kalkışıyor. Bu iki kısım da, yanılıyor, adâletten ayrılıyor. Bir kısmı haddi aşıyor. Birisi de büsbütün mahrum kalıyor. Evliyânın büyüklerinden olan Muhyiddîn-i Arabî, keşflerindeki hatâsından dolayı büsbütün red olunabilir mi' Fakat, Ehl-i sünnetin doğru bilgilerine uymayan, hatâlı bilgilerine uyulur mu ve her şeyi de kabûl olunur mu' Burada doğru yol, cenâb-ı Hakk’ın bize ihsân ettiği, iki tarafa sapmayan, orta yoldur. Vahdet-i vücut bilgisinde, sofiyyenin çoğunun Muhyiddîn-i Arabî ile berâber olduğu meydandadır. Kendisi burada husûsî bir yol tutmuş ise de, sözün esâsında ortaktırlar. Bu bilgileri de, görünüşte, Ehl-i sünnet îtikâdına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır ve ikisini birleştirmek mümkündür. Bu fakîr, cenâb-ı Hakkın yardımı ile, üstâdımın (Muhammed Bâki-billah hazretlerinin) Rubâiyyât’ını açıklarken, bu bilgileri, Ehl-i sünnet îtikâdı ile birleştirdim. Aradaki farkın yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu göstererek, her iki tarafın şüphe ettikleri yerleri, öyle bir aydınlattım ki, okuyanların hiç şüphesi kalmaz. Görünce anlaşılır.”
Muhyiddîn-i Arabî hazreleri buyurdu ki:
Peygamber efendimizin; “Hesâba çekilmeden evvel hesâbınızı görünüz.” emirlerine uyarak her gece işlediklerimle berâber düşündüklerimin de hesâbını görüyorum.
Belâlardan ve tehlikelerden, gücünüz yettiği kadar sakınınız. Çünkü, tâkat getirilemeyen, dayanılamayan şeylerden uzaklaşmak peygamberlerin âdetidir.
Osmanlı Devletinin yetiştirdiği âlimlerin en büyüklerinden İbn-i Kemâl Paşa, Muhyiddîn ibni Arabî hakkında sorulan bir soruya şu cevabı vermiştir: “Kullarından sâlih âlimler yaratan, bu âlimleri peygamberlerine vâris kılan Allahü teâlâya hamd olsun. Dalâlette olanlara doğru yolu göstermek için gönderilen Muhammed Mustafâ’ya sallallahü aleyhi ve sellem, O’nun ehl-i beytine ve dînimizin emirlerini tatbikte gayretli olan Eshâbına salât ve selâm olsun. Ey insanlar! İyi biliniz ki, Şeyh-i a’zâm, âriflerin kutbu, muvahhidlerin imâmı Muhammed bin Ali ibni Arabî et-Tâî el-Endülüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir mürşid, hayret verici menkîbeler, garîb hârikalar sâhibi bir âlimdir. Çok talebesi olup, İbn-i Arabî âlimler ve fâzıllar indinde makbûldür. İbn-i Arâbî’yi inkâr eden hatâ etmiştir. Hatâsında isrâr eden sapıtmıştır. Sultânın onu edeplendirmesi ve bu bozuk îtikâttan sakındırması lâzımdır. Zîrâ sultan iyiliği emredip, kötülükten sakındırmakla vazîfelidir.”
Aklî ve naklî ilimlerde yüksek derece sâhibi olan, Sadreddîn-i Konevî gibi büyük âlimleri yetiştiren, zamânındaki ve daha sonraki asırlarda yaşayan âlim ve evliyâullah tarafından üstünlüğü bildirilen Muhyiddîn-i Arabî’nin pekçok kıymetli eseri vardır. Bunlar:
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.