Muınüddın-i Çeştı - Bilgiler
14/04/2014 1:00
Hindistan evliyâsının büyüklerinden. İsmi, Hasan bin Gıyâsüddîn Hüseyîn el-Hüseynî’dir. Muînüddîn lakabı ile tanınmıştır. Peygamber efendimizin neslinden olup seyyiddir. 1136 (H.531) senesinde Horasan’da doğdu. 1236 (H.634) yılında Ecmîr’de vefât etti. Kabri oradadır.

Horasan’da büyüyüp yetişen Muînüddîn-i Çeştî’nin babası Gıyâsüddîn Hasan, aslen Senceristanlı olup, sâlih ve müttekî bir zât idi. Üç evlâdı vardı. Müînüddîn on bir yaşında iken babası vefât edince, kalan mîrâs üç kardeş arasında taksim edildi. Bu taksimde, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine bir bağ düştü. Bağla meşgûl olduğu bir gün İbrâhim Kandûzî adında bir evliyâ yanından geçiyordu. Ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi ve elini öptü. Sonra bağına dâvet edip gölgeye oturttu, üzüm ikrâm etti. Fakat o zât üzüme rağbet etmeyip, koynundan bir parça kuru ekmek çıkardı. Dişi ile biraz koparıp, Muînüddîn-i Çeştî’ye yedirdi. Ekmek parçasını yer yemez, kalbinde birdenbire bir nûr hâsıl oldu. Dünyâya bağlılıklarından tamâmen soğudu. Kalbinde büyük bir zevk ve muhabbet-i ilâhî hâsıl oldu. Bundan sonra, babasından kalan bağı ve diğer malları fakirlere sadaka verdi. İlim öğrenmek için seyâhatlere çıktı. Önce Horasan’a gidip orada Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Aklî ilimleri öğrendi. Buradan Semerkand’a geçti. Irak’a gitmek için yola çıktı. Yolu Hârun kasabasına uğradı. Zamânının en meşhûr velîsi Osman Hârûnî hazretlerini tanımakla şereflendi ve talebesi oldu.

Senelerce onun derslerine ve sohbetlerine devâm edip, tasavvufta yükseldi ve bu hocasının halîfesi oldu. Bundan sonra Bağdat’a gitmek üzere yola çıktı. Yolculuğu sırasında Sincan kasabasında büyük âlim Necmeddîn Kübrâ ile tanışıp, onunla birlikte Bağdat’a gitti. Bir müddet orada kalıp, Hemedan’a geçti. Hemadan’da âlim ve kâmil Yûsuf Hemadânî’yi tanıyarak sohbetlerinde bulundu ve ondan çok istifâde edip, feyz aldı. Buradan da Herat’a ve Belh’e geçti. İlimde ve tasavvufta çok yükselip, birçok talebe yetiştirdi.

Yetiştirdiği talebeleri; Kutbuddîn Bahtiyâr Ûşî, kendi oğlu Hâce Ferîdüddîn, Hamidüddîn Nâgûri-i Sofi, Şeyh Vecihüddîn Sa’d bin Zeyd, Hace Burhâneddîn, kızı Bibi Hâfıza Cemal, Şeyh Muhammed Türk, Abdullah Beyâbânî gibi çok sayıda kıymetli kimselerdir.

Muînüddîn-i Çeştî, gittiği her beldede kabristanları ziyâret eder, orada bir müddet kalırdı. Vardığı yerde tanınıp meşhur olunca, orada durmaz, kimsenin haberi olmadan, gizlice çıkıp giderdi. Bu seyâhatlerinden biri de Mekke’ye olmuştur. Mekke-i mükerremeye gidip, Kâbe-i muazzamayı ziyâret etti. Bir müddet Mekke’de kalıp, oradan Medîne-i münevvereye gitti.Peygamberimiz server,i âlem Muhammed aleyhisselâmın kabr-i şerîfini ziyâret etti. Bir müddet de Medîne’de kaldı. Bir gün Mescid-i Nebî’deyken, Ravda-i mutahheradan, Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin türbesinden; “Muînüddîn-i çağırınız!” diye bir ses işitildi. Bunun üzerine türbedâr; “Muînüddîn!” diye bağırdı. Birkaç yerden “Efendim!” sesi işitildi. Sonra; “Hangi Muînüddîn’i istiyorsunuz'Burada Muînüddîn adında birçok kişi var.” dediler. Bunun üzerine türbedâr geri dönüp, Ravda-i mutahheranın kapısında ayakta durdu. İki defâ; “Muînüddîn-i Çeştî’yi çağır!” diye nidâ eden bir ses işitti.Türbedâr bu emir üzerine cemâate karşı; “Muînüddîn-i Çeştî’yi istiyorlar!” diye bağırdı. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri bu sözü işitince, bambaşka bir hâle girdi. Ağlayıp, gözlaşları dökerek ve salevât okuyarak Peygamberimizin türmbesine yaklaştı ve edeble ayakta durdu. bu sırada; “Ey Kutb-i meşâyıh içeriye gel!” diye bir ses işitince; kendinden geçmiş bir halde, Resûl-i ekremin türbesine yaklaştı ve Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı görmekle şereflendi. Peygamberimiz; “Sen benim dînime hizmet edicisin. Senin Hindistan’a gitmen gerekir. hindistan’a git! Hindistan’da Ecmîr denilen bir şehir vardır. Orada benim evlâdımdan (torunlarımdan) Seyyid Hüseyin adında biri var. Oraya cihâd ve gazâ niyetiyle gitmişti. Şu anda şehîd oldu. Orası kâfirlerin eline geçmek üzere, senin oraya gitmen sebep ve bereketiyle, İslâmiyet orada yayılacak ve kâfirler hakîr olacaklar, güçsüz ve tesirsiz kalacaklar.” buyurdular.Sonra ona bir nar verip; “Bu nara dikkatle bak ve nereye gitmek gerekiyorsa, görüp anla!” buyurdu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, Server-i âlemin verdiği narı alıp, emredildiği gibi baktı, şark ve garbı tamâmen gördü. Gideceği Ecmîr şehrini ve dağlarını da görüp dikkatle baktı. Bundan sonra Peygamberimizi göremedi. Fâtiha okuyup duâ etti ve yardım dileyip, Ravda-i mutahheradan (Peygamberimizin türbesinden) ayrıldı ve Ecmîr’e geldi ve yerleşti. Burası Hinduların çok olduğu bir şehirdi. Muînüddîn-i Çeştî insanlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Îmân edenlerin sayısı gün geçtikçe arttı. Sâdece Delhi’de îmân edenlerin sayısı yedi yüze ulaşmıştı. Ömrünün sonuna kadar bu hizmete devâm edip, nice kimselerin Müslüman olmakla şereflenmesine sebep oldu ve Ecmir’de vefât etti. Dergâhının bulunduğu yerde defn edildi. Kabri önce kerpiçten, daha sonra taştan yapıldı. Önce Hâce Hasan Nâgûri tarfından tâmir ettirildi. Daha sonra Şihâbüddîn Muhammed Şâh Cihan tarafından türbesi yanına gâyet güzel bir mescit yaptırıldı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri 1623 senesinde Ecmîr’e gittiğinde Muînüddîn Çeştî hazretlerinin türbesini ziyâret etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Hâce hazretleri merhamet eyledi. İhsânda bulundu. Husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdi. Çok konuştuk, esrâr (sırlar) açıldı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun kabrini ziyâret ettiği sırada türbesine hizmet eden türbedarlar, kabri üzerindeki örtüyü ona hediye ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de kabûl ederek; “Hâce hazretleri en yakın elbisesini bize ihsân etti. Bunu kefenim olması için saklayayım.” buyurdu. Bir sene sonra vefât edince o örtüyü kefen yaptılar. (Bkz. İmâm-ı Rabbânî)

Muînüddîn Çeştî’nin bir kerâmeti şöyledir: Bir gün talebelerinden biriyle bir yerden geçiyordu. Yolda yanındaki talebesinde alacağı olan biri gelip, talebesinin yakasına yapışarak alacağını istedi. Muînüddîn Çeştî son derece nezaketle birkaç gün daha mühlet vermesini istedi. Adam diretip; “Mâdem ona yardım etmek istiyorsunuz siz ödeyin.” diyerek, edepsizlik yaptı. Bunun üzerine cübbesini çıkarıp yere serdi ve cübbesinin altı altın ve gümüşle doldu. O adama; “Alacağın ne kadarsa onu al fazla alma” diye emretti. Fakat adam altınları ve gümüşleri görünce tamahkarlık ederek alacağı olan miktardan fazla aldı. Bunun üzerine hemen eli kuruyup, tutmaz oldu. Feryâd ederek; “Tövbe ettim, bana duâ ediniz, bu hâlden kurtulayım” deyip yalvardı. Muînüddîn Çeştî adamın bu hâline acıyarak ve lütfederek kuruyan eline, kendi elini sürdü. Adamın eli eski hâline gelip, tekrar sağlamlaştı.

Enîs-ül Ervâh adlı bir eseri vardır. Bu eserinde hocasının sohbetlerini yazmıştır.

Buyurdu ki:

Muhabbetin alâmeti itâat etmektir. Muhabbette gevşeklik olmaz.

Derviş o kimsedir ki, kendisine ihtiyâcını söyleyen hiç kimseyi mahrum etmez, ihtiyaçlarını karşılar.

Kurtuluş; sâlihlerin, büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne kadar kötü de olsa, büyüklerin sohbetinde bulunmak onu kurtarır ve yükseltir. Sâlihlerin sohbetine devâm eden kimse iyi bir kişi ise, kısa zamanda olgunlaşıp yükselir.

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu