Romantizme Dayanan İlişkiler:Altmış yaşında ve hayati boyunca bekar kalmış bir adamla cinsellik ve evlilikten konuşmak garip kaçıyordu. Bu konularda konuşmaktan çekiniyor gibi gözükmüyordu, fakat yorumlarında belli bir tarafsızlık vardı.
O akşam, daha geç vakitte, konuşmamızı düşündüm: bahsetmediğimiz önemli bir ilişki tarzı daha vardı ve bu konu üzerine düşüncelerini öğrenmek için sabırsızlanıyordum. Sonraki gün konuyu açtım.
"Dün, ilişkiler ve yakın bir ilişkiyi ya da evliliği cinsellikten daha fazla şeyin üzerine kurmanın önemi hakkında konuştuk," diye başladım. "Fakat, Batı kültüründe, sadece fiziksel cinsellik değil, tüm bir romantizm düşüncesi de ” aşık olmak, bir insanın sevgilisine derin bir sevgi beslemesi düşüncesi - rol oynar; bu çok arzulanan bir durumdur. Filmlerde, edebiyatta ve popüler kültürde, bu tür romantik aşk yüceltilmektedir. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?"
Hiç tereddüt etmeden, Dalai Lama kati bir sesle şöyle dedi, "Hiç durmadan romantik bir aşkı aramanın ruhsal gelişimimizi nasıl etkilediğini bir kenara bırakırsak, geleneksel hayat tarzının bakış açısından bile, bu romantik aşkın idealize edilmesi bir aşırılık olarak görülebilir. Bu ilişkilerin destekleyici ve gerçek bir sevgiye dayanmamaları ise başka bir konudur. Bu, olumlu bir şey olarak görülemez. Bu, bir fantezinin, ulaşılmaz bir şeyin üzerine kurulmuştur ve bu nedenle de hayal kırıldığına neden olabilir. Bu esasa göre, olumlu bir şey olarak görülemez."
Dalai Lama'nın ses tonunda, bu konuda daha fazla söyleyecek bir şeyi olmadığını ifade eden bir kesinlik vardı. Toplumumuzun romantizme verdiği büyük önemi göz önüne alarak, romantik bir aşkın cazibesini çok hafife aldığını düşündüm. Dalai Lama'nın manastırda yetişmesi nedeniyle romantizmin neşesini tam olarak takdir edemediğini ve kendisine romantizmle ilgili konularda biraz daha soru sormanın, arabamın vites kutusundaki soruna göz atması için onu park yerine çağırmak kadar işe yarayacağını düşündüm. Biraz hayal kırıklığına uğramış olarak, bir kaç dakika kadar notlarımı karıştırdım ve diğer konulara geçtim.
Romantizmi bu kadar çekici yapan nedir? Bu soruya yanıt atayan kişi, romantik, tutkulu aşk olan Eros'un, aşırı derecede kendinden geçme halinin (esrimenin), kültürel, biyolojik ve psikolojik karışımların bir kokteyli olduğunu görür. Batı kültüründe, romantik aşk düşüncesi, son iki yüzyıl içinde, dünyaya bakış açımıza şekil veren bir hareket olan Romantizm'in etkisiyle gelişmiştir. Romantizm, bir önceki Aydınlanma Çağı'na, onun insan mantığına verdiği öneme bir başkaldırı olarak ortaya çıkmıştır. Yeni hareket, içtenliği, heyecanı ve tutkuyu yüceltmekteydi. Kişinin duygusal dünyasının, öznel deneyiminin önemini vurgulamakta ve hayal dünyası ya da fantezi dünyasına, olmayan bir dünyaya ” idealize edilmiş bir geçmişe, ütopik bir geleceğe - eğilim göstermekteydi. Bu düşüncenin, sadece sanat ve edebiyat üzerinde değil aynı zamanda politika ve modern Batı kültürünün gelişiminin her aşamasında büyük etkisi olmuştur.
Romantizmin peşinde koşmamızın en büyük nedeni aşık olma hissidir. Bizi bu duyguyu aramaya yönlendiren güçler, kültürümüzden aldığımız romantik aşkı yüceltme eğiliminden çok daha fazlasıdır. Pek çok araştırmacı bu güçlerin doğuştan itibaren genlerimizde programlandığını düşünmektedirler. Değişmez olarak cinsel çekicilik ile birleştirilmiş olan aşık olma hissi, çiftleşme davranışının genetik olarak belirlenmiş içgüdüsel bir parçası olabilir. Evrimsel bakış açısından, organizmanın bir numaralı görevi yaşamını sürdürmek, çoğalmak ve türünün yaşamını sürdürmesini garanti altına almaktır. Bu nedenle, aşık olmaya programlanmışsak, bu, türün menfaati içindir; aşık olmak, çiftleşip, çoğalma olasılığımızı kesinlikle artırır. Bu nedenle, bunun olmasına yardımcı olacak bir mekanizmaya sahibizdir; beynimiz, bazı uyarılara yanıt olarak, öforik" bir duygu yaratan bazı kimyasal maddeler üretir ve salgılar, aşık olmayla ilgili olarak kendimizi son derece yüksek bir ruh durumunda hissederiz. Ve beynimiz bu kimyasallar içinde yüzdüğü için de, bu duygu başka her şeyi unutturacak kadar bize hakim olur.
Bizi aşık olmaya iten psikolojik güçler, biyolojik güçler kadar zorlayıcıdırlar. Platon'un Sempozium'unda, Sokrates, cinsel aşkın kökeni hakkındaki Aristofanes mitinin hikayesini anlatır. Bu mite göre, dünyanın asıl sakinleri dört eli ve dört ayağı olan, önden ve arkadan bir daire çizen yuvarlak şekilli yaratıklarmış. Bu kendine güvenen, cinsiyetsiz varlıklar çok kibirliymişler ve sürekli olarak tanrılara saldırıp duruyorlarmış. Zeus, onları cezalandırmak için üzerlerine yıldırımlarını yollayıp ve onları ikiye ayırmış. Her bir yaratık artık iki yaratık haline gelmiş ve her yarı diğer yarı ile birleşmeyi arzulayıp durmuş.
Tutkulu, romantik aşka olan itkiyi simgeleyen Eros, diğer yarı ile birleşmek için duyulan arzu olarak görülebilir. Bu, evrensel ve bilinçsiz bir insani ihtiyaç gibi gözükmektedir. Bu duygu, diğer kişi ile birleşme, sınırların kalkması, sevilen kişi ile bir olma heyecanını içerir. Psikologlar bunu, ego sınırlarının çökmesi diye adlandırmaktadırlar. Bazıları, bu sürecin kökeninin en eski deneyimlerimize dayandığını, bebekken
öforik: psik. - kendini aşırı derecede zinde hissetme hali (ç.n.)
yaşadığımız deneyimi tekrar yaratmak, çocuğun tamamen ailesine ya da kendine bakan kişiyle birleştiği dönemi tekrar yaşamak için bilinçsiz bir çaba olduğunu düşünmektedirler.
Deliller, yeni doğmuş bebeklerin, kendileri ve evrenin geri kalanı arasında bir ayrım görmediklerini göstermektedir. Kişisel bir İçimlik anlayışları yoktur ya da en azından kimlikleri, anneyi, babayı ve çevrelerindeki her şeyi içermektedir. Kendilerinin nerede bittiklerini ve "diğerinin" nerede başladığını bilmemektedirler. Nesnenin devamlılığı diye bilinen şey onlarda yoktur: nesnelerin bağımsız bir varlıkları bulunmamaktadır; eğer bir nesne ile karşılıklı ilişkileri yoksa o nesne de yoktur. Örneğin, bir bebek elinde bir çıngırak tutuyorsa, bu çıngırağı kendisinin bir parçası olarak görmektedir ve eğer çıngırak alınır ve saklanırsa, artık var olmamaktadır.
Doğumda, beyin henüz tam olarak "dikenli tellerle sınırlandırılmamıştır"; fakat bebek büyüyüp, beyin olgunlaştıkça, bebeğin dünya ile olan karşılıklı ilişkisi daha karmaşık bir hale gelir ve bebek giderek "diğerinin" karşılığı olarak "benin" olduğu bir kişisel kimlik duygusu kazanır. Tabii ki, kimliğin oluşumu, çocuk dünya ile ilişki içinde bulunduğu sürece çocuklukta ve ergenlikte de gelişmeye devam eder. İnsanların kim oldukları hakkındaki anlayışları, geniş ölçüde, hayatların-daki önemli kişilerle bebeklikten beri yaşadıkları ilişkilerinin ve genel olarak toplum içindeki rollerinin yansımalarının oluşturduğu içsel simgeler geliştirmelerinin bir sonucudur. Kişisel kimlik ve içsel psişik (intrapsişik) yapı giderek daha karmaşık bir hal alır.
Fakat, bir parçamız, varoluşumuzun daha erken bir aşama-Isına, hiçbir yalıtım duygusunun, hiçbir ayrılık duygusunun olmadığı bir mutluluk durumuna dönmek istemektedir. Pek çok çağdaş psikolog, bu "bir olma" deneyiminin bizim bilin-çaltımızla birleştiğini ve yetişkin olduğumuzda bilinçdışımıza ve fantezilerimize girdiğini düşünmektedir. Kişinin aşık olduğunda sevdiği kişiyle birleşmesinin, bebekken anne ile birleşmesinin bir yansıması olduğuna inanmaktadırlar. Bu sihirli duyguyu, her şeye gücünün yettiği, sanki her şeyin mümkün olduğu duygusunu yeniden yaratmaktadır. Böylesi bir duyguya direnmek çok zordur.
Romantik bir aşkın peşinde koşma isteğinin bu kadar güçlü olmasında hayret edilecek bir taraf yoktur. Öyleyse, sorun nedir ve neden Dalai Lama, bu kadar kolayca romantizm arayışının olumsuz bir şey olduğunu iddia etmektedir?
Bir ilişkiyi romantik bir aşk üzerine kurmanın, mutluluğun kaynağı olarak romantizme sığınma sorunu olduğunu düşündüm. Aklıma, eski bir hastam olan David geldi. Otuz dört yaşında bir peyzaj mimarı olan David, ofisime ilk olarak ciddi bir klinik depresyonun klasik belirtileri ile geldi. Depresyonunun, işle ilgili bazı küçük streslerden kaynaklandığını fakat çoğunlukla "öylesine geliverdiğini" söyledi. Onun da onayladığı antidepresan bir tedavi uygulama olasılığı üzerine konuştuk ve üç tane standart antidepresan belirledik, ilaç tedavisi çok etkili oldu, üç hafta içinde akut belirtiler düzeldi ve Dave normal yaşantısına döndü. Hikayesini öğrendikçe, yaşadığı bu akut depresyona ek olarak, yıllardan beri kronik ve hafif depresyonun daha gizli bir şekli olan disthimiadan dolayı acı çektiğini anlamak pek uzun sürmedi. Akut depresyonu iyileştikten sonra, hayat hikayesi üzerine konuşmaya başladık. Yıllardan beri çektiği bu disthimia ile ilgisi olabilecek psikolojik etkileri anlamamızda bize yardımcı olabilecek bir temel oluşturmaya çalıştık.
Sadece bir kaç görüşme sonra, David bir gün sevinçle ofise girdi. "Kendimi harika hissediyorum!" dedi. "Yıllardır kendimi bu kadar iyi hissetmemiştim!"
Bu harika haber karşısındaki ilk tepkim, ruhsal olarak bozguna uğranılan manik bir safhaya geçiş yapma olasılığını aramak oldu. Neyse ki, böyle bir şey olmadı.
Bana, "Aşık oldum!" dedi. "Ona, geçen hafta davet edildiğim bir yerde rastladım. O, şimdiye dek gördüğüm en güzel kız... Bu hafta neredeyse her akşam çıktık, bence biz özeşleriz (ruh eşleriyiz); birbirimiz için yaratılmışız. Buna inanamıyorum! İki ya da üç yıldır kimseyle çıkmıyordum ve artık kimseyle karşılaşmayacağımı düşünmeye başlamıştım; ve birdenbire karşıma o çıktı."
David, o görüşmenin büyük kısmını, yeni kız arkadaşının dikkate değer erdemlerini saymaya ayırdı. "Bence, her açıdan birbirimize uyuyoruz. Bu sadece cinsel anlamda değil; aynı şeylere ilgi duyuyoruz, bu kadar benzer düşüncelerimizin olması doğrusu korkutucu. Tabii ki gerçekçiyim ve kimsenin mükemmel olmadığını biliyorum... örneğin, önceki akşam biraz canımı sıktı çünkü, gittiğimiz kulüpteki adamlardan bazıları ile biraz flört ettiğini düşündüm... fakat her ikimiz de çok içmiştik ve o eğleniyordu. Daha sonradan bu konu üzerine tartıştık ve işe yaradı."
Sonraki hafta, David bana, terapiden vazgeçtiğini bildirdi. 'Hayatımdaki her şey o kadar iyi gidiyor ki, terapide neden bahsedeceğimizi bilemiyorum," diye açıkladı. "Depresyonum düzeldi, bir bebek gibi uyuyorum, işimi tekrar iyi yapmaya başladım ve gittikçe daha iyiye giden harika bir ilişkim var. Sanırım, görüşmelerimizden bir şeyler elde ettik, fakat artık üzerinde çalışacağımız hiç bir şey olmadığı halde terapi için para harcamayı anlamsız buluyorum."
Ona, kendisini bu kadar iyi hissetmesi nedeniyle çok mutlu olduğumu söyledim, fakat tanımlamaya başladığımız bazı ailevi olayların ondaki bu kronik disthimiaya nedeni olabileceğini de hatırlattım. Tüm bu süre zarfında, "direnme" ve "korunma" gibi bilindik psikiyatrik terimler zihnimde belirmeye başlamıştı.
İkna olmamıştı. "Evet, bunlar, ileride bir gün çaresine bakmak isteyeceğim şeyler olabilir," dedi, "fakat gerçekte bunun yalnızlık ile, bir şeyleri paylaşabileceğim özel birisinin olmaması ile çok büyük bir ilgisi olduğunu düşünüyorum ve şimdi onu buldum."
O gün, terapiye son verme isteğinde son derece kararlıydı. İlaç tedavisini izlemek için aile doktorunun takip etmesi gereken bazı düzenlemeler yaptık, bazı şeyleri gözden geçirerek ve kapımın her zaman ona açık olduğundan emin olmasını sağlayarak görüşmeyi bitirdik.
Bir kaç ay sonra, David ofisime geldi.
"Sefil bir haldeyim," dedi kederli bir ses tonuyla. "Seni son gördüğümde, işler çok iyi gidiyordu. Gerçekten de ideal eşimi bulduğumu düşünüyordum. Evlilik konusunu bile ortaya atmıştım. Fakat ona ne kadar yakın olmak istesem, o da o kadar uzaklaşıyor gibiydi. Sonunda benden ayrıldı. Bundan sonraki bir kaç hafta boyunca gerçekten depresyona girdim. Hatta sadece sesini duymak için onu arıyor ve telefonda bekliyordum; sadece arabasının orada olup olmadığını görmek için iş yerinin önünden geçiyordum. Bir ay kadar böyle davrandıktan sonra ” bu çok komikti ” en azından depresyon belirtilerim daha iyiye gitmeye başladı. Yani, iyi yemek yiyor ve uyuyorum, işimde hâlâ iyiyim ve gene çok fazla enerjim var, fakat hâlâ bir parçamın kayıp olduğu hissini duyuyorum. Sanki yeniden başa döndüm, kendimi yıllardır hissettiğim gibi hissediyorum..."
Yeniden terapiye başladık.
Romantizmin, bir mutluluk kaynağı olarak fazlasıyla arzu edildiği açıktır. Ve belki de Dalai Lama, bir ilişkinin temeli olarak romantizm düşüncesini reddetmekte ve romantizmi "bir fantezi... ulaşılmaz bir şey," çabalarımıza değmeyen bir şey olarak tanımlamakla hedeften pek de uzak sayılmazdı. Belki de, daha yakından baktığımızda yaptığı, yıllar süren rahip eğitiminden etkilenmiş olumsuz bir yargılamadan çok romantizmin doğasını tarafsız bir şekilde tarif etmekti. Hatta, "romantizm" ve "romantik" kelimeleri için bir düzineden fazla tanımlamayı içeren tarafsız bir kaynak olan sözlük bile, "kurgusal bir hikaye, "abartma", "yalan", "gerçekten uzak ya da hayal ürünü", "işlevsel değil", "gerçekte bir temeli olmayan", "idealize edilmiş bir aşk yapma ya da flört etmenin özelliği ya da bu durumla meşgul olmak" gibi cümlelerle doludur. Batı uygarlığının ilerlediği yolun bir yerlerinde bir değişiklik olduğu açıktır. Bir olma duygusu, bir başkasıyla birleşme duygusu ile ilgili antik dönemin Eros kavramı, yeni bir anlam kazanmıştır. Romantizm, hilekârlığın ve aldatmanın sunduğu çiçeklerle suni bir özellik kazanmıştır, bu özellik Oscar Wilde'ın şöyle bir gözlemde bulunmasına neden olmuştur: "Kişi aşık olmaya önce kendisini aldatmayla başlar ve aşkı her zaman karşısındakini aldatmakla bitirir. Dünyanın romantizm dediği işte budur."
Mutluluğun önemli bir parçası olarak yakınlığın ve içtenliğin rolünü daha önceden ortaya koymuştuk. Bu konuda hiç şüphe yok. Fakat, eğer kişi, bir ilişkide uzun süreli bir tatmin arıyorsa, bu ilişkinin temeli sağlam olmalıdır. İşte bu nedenle, Dalai Lama, kendimizi ters giden bir ilişkide bulduğumuzda, ilişkinin temelini oluşturan şeyleri incelemek konusunda bizi cesaretlendirmektedir. Cinsel çekicilik ya da yoğun bir aşık olma duygusu, başlangıçta iki insan arasında bir bağ kurabilir, onları birlikte olmaya itebilir, fakat başlangıçtaki bu bağlayıcı unsurların, tıpkı iyi bir epoksi yapıştırıcı gibi, uzun süreli bir bağa dönüşmeden önce başka maddelerle karıştırılmaları gerekir. Diğer maddeleri tanımlama konusuna geldiğimizde, bir kez daha Dalai Lama'nm sağlam bir ilişki kurmak hakkındaki yaklaşımına, yani ilişkilerimizi sevgi, sevecenlik ve karşılıklı saygı temeli üzerine kurmaya döneriz. Bir ilişkiyi bu özellikler üzerine kurmak, bizim, sadece eşimizle ya da sevgilimizle değil aynı zamanda dostlarımızla, tanıdıklarımızla ya da yabancılarla bile - gerçekte her insanla - derin ve anlamlı bağlar kurmayı başarmamızı sağlayacaktır. İlişki kurmak için sınırsız olasılıkların ve fırsatların kapısını açacaktır.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.