Elif KARAKUŞ’un Saim Sakaoğlu ile yaptığı bir söyleşiden...
www.bilgicik.com
- Sayın Sakaoğlu, bize kendinizden söz eder misiniz?
Kendimi biraz farklı bir biçimde, biraz da uzunca tanıtacağım. Böylece, bazı sorularınızı da önceden cevaplandırmış olacağım. Bu, biraz hayatım, biraz da bilimimin tarihçesi olacaktır.
Doğum tarihimi, o eskinin 28 sayfalık Hüviyet Cüzdanı, 20 Mart 1939 olarak gösteriyor. Galiba biraz geç yazılmışım. Araştırmalarıma göre bu tarih 28 Şubat olmalı... Yani 20 günlük bir gecikme var. Günlerden ise salı. Fala filan inanmam ama meraklısı için hatırlatayım, burcum Balık imiş!
Doğum yerim ise Konya’nın en eski mahallelerinden biri: Fahrünnisa Mahallesi. Bugün dört caddeye dağılan mahallemizin en ünlü caddesi ise evimizin bulunduğu Çaybaşı Caddesi. Caddenin ünlü olması benden değil, benim bir kitabımdan kaynaklanıyor. 2000 ve 2002 yıllarında iki baskısı yapılan Çaybaşı Yazıları adlı kitabım, pek çok bölümün yanında 80 kadar da renkli fotoğrafıyla, ilk defa bir yerleşim yerine bağlı caddenin değerlendirilmesini içine alıyor... Sekseni geçen yaşıyla, hâlâ 22 numarayı taşıyan iki kanatlı kapıdan girilen, iki katlı kerpiç evimiz ise yaşlanmanın izlerini göstermeye başladı.
Mahallemizin adı, Hz. Mevlâna’nın hanım öğrencilerinden Fahrünnisa Hatun’un, aynı adı taşıyan caminin avlusunda gömülü olmasından kaynaklanıyor. Caddemizin adı ise, bir zamanlar Konya’nın üçte birinin bağ ve bahçelerini sulayan suların akıp gittiği çaydan geliyor. Barajların suya gem vurmasıyla öksüz kalan çayımız, 1970’li yılların başında kanalizasyona çevriliverdi.
Babam, aynı mahalle eşrafından olan Hacı Hasan Efendi’nin dört çocuğunun ikincisi ve ilk oğlu olan [hattat, hafız] Mehmet (1318-1975)’tir. Annem ise, o dönemin geçerli mesleklerinden biriyle uğraşan Nalbantların Salih [Köseoğlu] Efendi’nin dört çocuğunun üçüncüsü ve tek kızı olan Zeliha (1318-1999)’dır. Ninelerim ise sırasıyla Fatma ve Emine adlarını taşımaktadır.
İlk ağabeyim daha Cumhuriyet ilan edilmeden doğmuş ve ölmüş; Mustafa Kemal. Hâlen hayattaki ağabeyim Hasan da 1923’te doğmuş. Evin tek kızı Hayriye Karpuzoğlu 1927-1959 yılları arasında yaşadı. Ben, evin küçüğü, “tekne kazıntısı”, ablamdan 12 yaş küçüğüm; 1939. Beni annemle birlikte ablam büyütmüş, birazını ben de hatırlıyorum.
Bugün, 23 Nisan Ulusal Egemenlik İlköğretim Okulunun birinci kademesini oluşturan Hâkimiyeti Milliye İlkokulunu (1946-1951), Konya Lisesinin orta (1951-1955) ve lise (1955-1959) kısımlarını bitirdim. Lise son sınıf öğrenciliğimle ilgili olarak bir notu eklemeliyim. O yıl, üç arkadaşımla aylık bir fikir ve sanat dergisi yayımlamaya başladık: Özlem. Mezun olduğumuz için kısa ömürlü oldu. Burada; Cahit Öztelli, Mehmet Önder, Feyzi Halıcı, H. Zekai Yiğitler, Abdülkadir Bulut, Kemal Or gibi adlar da yer alıyordu.
1960 güzünde sınavsız girdiğim İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden, 1965 Şubatında, Umumî Türk Dili sertifikasından tez hazırlayarak diploma aldım. Rahmetli hocam Ord. Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat ile başladığım tezimi, onun hastalığı ve vefatı sebebiyle tamamlayamamıştım. Rahmetli Prof. Dr. Muharrem Ergin’in yönetimde tamamladım: Ebû’l-leys Semerkandî’nin Kitâbü’l- Mukaddimetü Fi’s-salât Adlı Eseri Üzerine Bir Gramer Denemesi.
O yıllarda kimlerden ders aldığımı da belirtmek isterim. Yukarıda adlarını saydığım iki dil hocamın dışında Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, Prof. Dr. Sadeddin Buluç, Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş’tan Türk Dili; Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Prof. Fahir İz, Prof. Dr. Abdülkadir Karahan’dan Eski Türk Edebiyatı; Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar, Prof. Dr. Mehmet Kaplan ve Prof. Dr. Ömer Faruk Akün’den Yeni Türk Edebiyatı dersleri aldım. Bu hocalarımızın bazıları o yıllarda henüz profesör olmamışlardı. Ayrıca, bölümümüzün genç araştırmacılarından Dr. Necmeddin Hacıeminoğlu ile Birol Emil de derslerimize yardımcı olarak girerlerdi. Bunlardan sadece İz, Akün ve Emil hayatta.
Aynı zamanda, tarihî Çapa Yüksek Öğretmen Okulunu da bitirdim (Mart 1961- Şubat 1965).
Okulu bitirdikten (26 Şubat 1965) 32 gün sonra (30 Mart 1965), Tokat Gazi Osman Paşa Lisesine edebiyat öğretmeni olarak atandım. Orada, okulun yatılı kısmı da olduğu için belletici olarak da görev yapmaya başladım. Ne de olsa evli olmayan hocalar için en iyi ikinci görev.
Mehmet İstemi (1968-1969), Selcen (1969) ve Seren (1976)’in anneleri Yurdanur Hanımla Tokat’ta tanışıp evlendik (26 Mart 1966).
Asistanlık, üniversite yıllarındaki hayallerimden biri idi. Tokat’ta bir yandan hocalık, bir yandan yöneticilik yapıyor, bir yandan da İngilizce çalışıyor, bilim kitaplarını okuyordum. O güne göre iyi bir kitaplığım var idi. O günlerde verilen bir ilan için hocam Muharrem Bey’i telefonla aradım. Biz de bir gelenek vardır: Önce hocanın izni alınmalı. O, “Saim dedi, Kemal Ağabeyin de başvuracak, o belki senden daha şanslıdır.” Doğruydu. Ben, Rahmeti Beyin sağlığında, Türkiyat Enstitüsündeki odasına bitirme tezi için giderken Kemal [Eraslan] Ağabey de doktora çalışması için gelirdi. Hatta, benim işim daha kısa süreceği için önceliği bana verirlerdi.
Rahmetli Prof. Dr. Harun Tolasa’yı, Konyalı olmakla birlikte, Edebiyat Fakültesinde dersler başladıktan sonra tanımıştım. Konya il merkezinde ayrı ayrı okullarda okumuştuk. İkimizin de amacı asistan olmaktı. O, bir süre sonra Atatürk Üniversitesinde asistan olarak göreve başladı. Onun sık sık, “Yakında ilan verilecek!” uyarıları benim çalışma hızımı yükseltiyordu. Sonunda istediğimiz oldu. 10 Temmuz 1967 Pazartesi günü yabancı dil ve bilim sınavına alındık. Ertesi gün ise mülakat vardı. Hepsi doçent olan Niyazi Akı, Kaya Bilgegil ve Ahmet İhsan Türek’ten oluşan bilim kurulu önünde terledik. Sonucun ilanı epey gecikti. O günlerde Tokat-Erzurum telefon hattını herhâlde en çok ben işgal ediyordum.
Ders yılı liselerde erken başladığı için, Bakanlıktan izin çıkıncaya kadar iki haftaya yakın hocalığa devam ettim. 27 Eylül, tam 21 yıl kalacağım Erzurum’da göreve başlama tarihim olacaktı.
Atatürk Üniversitesine Türk Dili asistanı olarak atanmıştım. Bir süre bu alanda çalıştım. Okuduğum kitaplar, üzerinde çalıştığım çeviriler, hatta almaya başladığım kitaplar hep bu alanla ilgili idi. Bir süre sonra, bölüm başkanımız Kaya Bey, yeni alınan beş asistandan dilci olan dördünden birini halk edebiyatına kaydırmak istiyordu. Hocanın üzerinde durduğu arkadaş ise buna kesinlikle karşı çıkıyordu. O, 1416 sayılı kanunla Almanya’ya doktora yapmaya gidecekti ve gerekli başvuruları yapmıştı. Ortalık toz duman değilse de kendi çapında bir bulanıklığa bürünmüştü. Bir gün rahmetli Tolasa’ya dedim ki:
“Bilimse bilim, dilde de yapılır, halk edebiyatında da... Söyle hocaya, ben halk edebiyatına geçeyim.”
Benim halk edebiyatı uzmanı olmam böyle bir “zıtlaşma”nın tarafımdan çözülmesinin sonucudur.
Bir süre sonra N. Y. Almanya’ya gitti ve dönüşte de mezun olduğu fakültede göreve başladı. Uzun süre Türk Dil Kurumunda da bilim kurulu üyesi olan bu arkadaşımız 15 yıllık profesördür.
O günlerde bölümde iki halk edebiyatı asistanı daha vardı. Muhan Bali 1967 baharında Dr. olmuştu; Bilge Palandöken [Seyidoğlu] ise tezine çalışıyordu. Bizim zamanımızda yüksek lisans yoktu, hatta doktora dersleri de yoktu. Bir “doktora babası” belirleniyor, onun yol göstericiliği altında kitapları okuyor, makaleleri inceliyor ve tezinizi hazırlıyordunuz. Ülkemizde, bu yeni alanın henüz profesörü de yoktu, doçenti ise bir tane idi: Şükrü Elçin. Prof. Mehmet Kaplan, Atatürk Üniversitesinin kuruluşunda görev almış, dekanlık ve rektör vekilliği gibi yönetim görevlerinde bulunmuştu. Bali ve Palandöken’in doktora babası o idi. Bana da bir doktora babası gerekiyordu. Prof. Kaplan’ın dersini 1963 Haziranında vermiştim ve şimdi 1968 idi. Zaten bizim sınıfımız yeterince kalabalıktı; acaba beni hatırlayacak mıydı? Kaya Bey onunla bir telefon görüşmesi yaptı. Sonuç olumlu idi. Hemen izin alıp İstanbul’un yolunu tuttum.
Hocamla uzun uzun konuştuk. Ben, biraz da bölge şartlarını göz önüne alarak bir halk hikâyesi belirlemiştim. Bunu hem çocukluğumda ninemden dinlemiştim, hem de bir Ramazan gecesi, Erzurum’da, Gürcükapısı’ndaki Taksim Çay Evinde, sonradan adının Nalbant İshak Kemâlî olduğunu öğreneceğim bir meddahtan...
Sevinçle eve döndüm; ancak sevincim kısa sürdü. Çünkü konu ile ilgili yeterli malzeme bulamamıştım. Durumu telefonla Prof. Kaplan’a bildirip yeni bir randevu aldım.
Ben, arkadaşlarımdan ve Dr. Kırzıoğlu’ndan aldığım yeni tez konularıyla yine hocamın huzurunda idim. “Konya Masalları” üzerinde çalışmak istiyordum. Hocam, “Saim, Konya bir kültür merkezidir, halk kültürü ile aydınların kültürleri karışmış olabilir... ” deyince hemen, “Tokat Masalları... ” adı dökülüverdi dilimden. Çünkü eşim Tokatlıydı ve ben o yıllarda ilin tek klasik lisesinde öğretmenlik yapmıştım. Her ilçeden öğrencilerim olmuştu.
Tokat yanlış hesabı bu kez Erzurum’dan döndü. Bu coğrafyaya da, daha sonra dekanımız olacak olan bölüm başkanımız Prof. Selâhattin Olcay karşı çıktı. Atatürk Üniversitesinin bir bölge üniversitesi olduğunu, aynı konuyu bir Doğu Anadolu ilinde çalışmamı istedi. Doğruydu. Dilciler Erzurum, Artvin; halk edebiyatçılar Erciş ve Erzurum üzerinde çalışıyorlardı. Açtım önüme Faik Sabri Duran’ı... Erzincan, Muş, Bingöl, Ağrı, Gümüşhane... Gerçi bu sonuncu il İç Karadeniz Bölgesindeydi ama önemli bir bölümü de (ki sonradan il olacak Bayburt ve çevresi) Doğu Anadolu Bölgesindeydi. Trabzon-Erzurum-İran transit yolunun dışında hiçbir önemli yolu yoktu. Derleme çalışması için uygundu bu il. Doktora çalışması olarak Gümüşhane masallarını ele almayı uygun bulmuştum. Bu çalışmam daha sonra, Gümüşhane Masalları/Metin Toplama ve Tahlil (Ankara 1973) ve Gümüşhane ve Bayburt Masalları (Ankara 2002) adıyla iki defa yayımlandı.
1969 yaz aylarında, Haziran-Eylül arasında haftalarca derlemeye çıktım. Dekanımız Prof. Şaban Karataş’ın, emrime verdiği bir jeep ile kaptanı güzel derlemelerin aracılarıdır. Sonrası, Ankara ve İstanbul’da kitaplık araştırmaları... Ankara’da Millî Kütüphane, Türk Dil Kurumu ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi arasındaki geliş gidişler, İstanbul’daki resmîsiyle, özeliyle, yabancılarınkiyle kütüphaneler derken, ünlü 12 Mart 1971 muhtırasının 15. gününde (26 Mart), Hacettepe Üniversitesinin, o zaman Tıp Fakültesindeki birkaç odada faaliyet gösteren Edebiyat Fakültesinde sıygaya çekildim. Prof. Kaplan’dan başka, Prof. Elçin ile Prof. Olcay da kurulda yer almışlardı.
Derken 112. dönemde Tuzla ve Sivas’ta kutsal görevimizi, piyade olarak tamamladık. 2 Şubat 1974-23 Mayıs 1975 tarihleri arasında ABD yolculuğu... Amerika’daki ilk durağım Texas’ın Lubbock şehri oldu. O yıllarda nüfusu Konya’nınki kadardı ama gelişmiş üniversiteleri, kolejleri vardı. Ben, Archive of Turkish Oral Narrative (ATON)’in misafiri idim. Prof. Warren S[tanley] Walker ile eşi ATON müdiresi Barbara K[erlin] Walker yardımcı oldular. Arşiv binası henüz tamamlanmadığı için malzemeler Walker ailesinin üç daire büyüklüğündeki evlerinde korunuyordu. Ben, orada kalıyor, arşiv malzemelerini değerlendiriyordum. Ayrıca yerleşkeye gidip kütüphane araştırması yapıyor, Prof. Walker’ın halk edebiyatı alanında vermekte olduğu yüksek lisans derslerine katılıyordum.
1974’ün Mayıs başında, uzun bir kara yolculuğuna çıktım: Texas-New Mexico-Arizona-California. Uçak ve otobüs fiyatları arasındaki fark azdı ve dostlarım benim uçmamı istiyorlardı. Oysa benim amacım çevreyi görmekti. 30 saatlik bir yolculuktan sonra Los Angeles’a indim. 13 ay kalacağım bu şehri bütün eğitim kurumlarıyla, kitaplıklarıyla tanımaya çalıştım. Folklore and Mythlogy Departmant’ta değişik hocaların yüksek lisans ve doktora derslerine girdim. Bunlar arasında, özellikle efsaneler üzerinde çalışan Prof. Dr. Wayland D. Hand’ı anmalıyım. Başka bir departmanda görevli Macar asıllı bilgin Prof. Dr. Andreas Bodrogligeti’nin derslerine de girdim. Türk tarihi ile ilgili dersler veren değişik alanların öğretim üyelerinin derslerini de fırsat buldukça dinliyordum.
ABD dönüşü, hocalarıma danışarak doçentlik tezimin konusunu belirledim. Zaten orada iken birkaç konu üzerinde yoğunlaşmış, ona göre malzeme toplamıştım: Anadolu-Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi ve Bu Efsanelerin Tip Kataloğu. Bu uzun adlı tezi sunmadan önce 1977 Mayısında yabancı dil sınavını vermiştim. Bilim kurulu tezimi kabul edip beni 28-29 Kasım 1977 tarihlerinde sınava çağırmıştı. Prof. Dr. Ali G. Akıncı’nın başkanlığındaki profesörler Ş. Elçin, S. Olcay, Ö. F. Akün ve Talât Tekin’in huzurunda sözlü sınavı ve deneme dersini vermiş, başarılı bulunmuştum. Bu tezim, 1980 yılında Kültür Bakanlığınca yayımlanmıştır.
Nice dersler, nice makale ve bildiriler, nice kitaplar... Yıllar akıp gitmektedir. 13 Mart 1988’de profesörlük yabancı dil sınavını verdim. Ancak, dönemin bir kuralı vardı: Kendi üniversitende profesör olamıyorsun. YÖK’ün, Selçuk Üniversitesi adına verdiği ilana başvuruyorum. Kadirlili Âşık Halil Karabulut adlı çalışmamı “Başlıca eser” olarak sunmuştum. Profesörler Ş. Elçin, Umay Günay ve Abdurrahman Güzel’in raporlarıyla profesörlüğe yükseltilmiş oldum.
Konya’ya gelişimin üzerinden bir ay geçmeden, kısa bir süre vekâletle yönettiğim kardeş kurum Eğitim Fakültesinde dekanlığa başladım. Altı yıldan fazla süren bu yöneticiliğimin kayıpları yanında ‘insan’ı tanımam açısından çok büyük kazançları da oldu. Bu arada, benden önce başlatılan, hatta yönetmeliği bile yayımlanmadığı hâlde bazı kurumlardan kitap bağışı isteyen bir araştırma merkezi vardı. Her şeyi sil baştan edip sıfırdan işe koyuldum. İki arkadaşımızla hazırladığımız Selçuk Üniversitesi Türk Halk Kültürü Uygulama ve Araştırma Merkezinin yönetmeliği 12 Ocak 1989’da Resmî Gezete’de yayımlandı. 25 Ocak’ta atandığım başkanlık görevim dördüncü defa uzatıldı. Merkezimize bir uzmanlık kitaplığı kurdum, öğrencilerimizin destekleriyle oluşturduğumuz bir ses arşivine kavuştuk. Burada ses kayıtları bilgisayar ortamına aktarılarak daha kolay yararlanılabilir hâle getirildi. Merkezimizin yönetmeliği pek çok üniversitemizce örnek olarak alındı.
Dekanlığımın sona ermesi üzerine (9 Aralık 1994) Fakültemdeki görevime döndüm, hem de bölüm başkanı olarak... Uzun yıllar tek profesör olarak süren bu görevim, Aralık 2003’te, ilk ve son defa, ana bilim dallarınca gönderilen teklif yazılarıyla uzatıldı. Bu son dönem dolmadan, kısmet olursa, 20 Mart 2006’da emekli olacağım.
Çaybaşı Caddesi’nde başlattığım hayat yolculuğumu yerleşkemin başkanlık odasında üç nokta ile beklemeye alıyorum...
Dediğim gibi, uzun oldu olmasına ama beni tanımak için bunların bilinmesinde yarar vardır. Şunu açık kalplilikle söylemek isterim; bu yazılanlara eklenecek o kadar çok şey daha var ki... Ama sayfa sayımızın sınırlı olması, kalanları bir “hatıra” kitabına aktarmamıza yol açmıştır.
- Halk edebiyatı çalışmalarına nasıl ilgi duydunuz? Bu alandaki çalışmalarınıza ne zaman başladınız?
Şiiri çok severdim çocukluğumda. Ağabeyimin aldığı, 7 Gün dergisinde rahmetli Nihad Sâmi Banarlı’nın bir köşesi vardı. İşte o köşe benim çok ilgimi çekiyordu. İlkokul kitaplarımla dergilerimde de güzel şiirler yer alıyordu. Ben, hiçbir ayırım yapmadan bu iki ayrı dünyanın şiirlerini boş bir “okul defteri”ne yazıyordum.
Masallarla tanışmam okul öncesine rastlar; ninem Safiye Sakaoğlu’ndan dinlemiştim ilk örneklerini. Âşık şiirini tanımam ise ortaokul Türkçe kitaplarıyla gerçekleşti. İlkokuldan getirdiğim şiir zevkim Karaca Oğlan’la, Süm¬manî ile birleşiverdi. O yılların şiirlerini çok iyi hatırlıyorum. Bunlardan, Pir Sultan adına türkü olarak TRT dağarcığına girdiği için bir türlü Karaca Oğlan’a mal edemediğimiz, “Dinle sana bir nasihat edeyim”i, kitaplarda Süm¬manî adına kayıtlı olan, “Şu karşıki yüce dağlar”ı unutmam mümkün mü? Bunlar belki halk edebiyatına karşı ileride filizlenecek ilk tohumlardı.
Bir güzel olayı daha anlatmak isterim. Yıl 1958’in sonları, belki de 1959’un başları... Konya Lisesinin 83 kişilik tek 6 edebiyat şubesinde öğrenciyiz. (6 Fenler A ve B diye 40’ar kişilik iki sınıfta okuyor!) Edebiyat öğretmenimiz, Ticaret Lisesinden geliyor: Cahit Öztelli. Ben Öztelli’yi, Ticaret Lisesinde okuyan, bir yaş küçüğüm amcamın oğlu İsmail dolayısıyla tanıyorum. Rahmetli sınıf arkadaşımız Lâtif Çakıcı pire gibi biri... Bir gün oturup karar aldık. Edebiyat derslerinin bir saatinde özel bir halk edebiyatı programı sunacağız. Önce nelerin anlatılacağı, nelerin örneklerinin verileceği konusunu belirledik. Sonra, can sıkıcı olmasın diye örneklerin bir bölümünü arkadaşlarımıza sundurmaya karar verdik. Masallar, fıkralar, atasözleri, bilmeceler ve daha neler... O dersin programını hâlâ saklarım.
Bu alanda çalışmaya başlamamın tarihi ise, biraz önce de dediğim gibi, Atatürk Üniversitesindeki dil asistanlığımdan halk edebiyatı asistanlığına geçişimle yakından ilgilidir. Başlayış o başlayış...
Hemen şunu belirteyim; İstanbul’daki öğrencilik yıllarımızda, boş derslerde hemen bir “fırt” uğrayıverdiğimiz Sahhaflar Çarşısı’ndan aldıklarım arasında âşık edebiyatıyla ilgili olanlar da vardı, halk edebiyatı ile ilgili olanlar da...
Bu konu ile ilgili son bir cümle... Benim kuşağım, üniversite yıllarında ne halk edebiyatı dersi gördü ne de âşık edebiyatı dersi...
-Yetişmenizde rolü olan bilim ve kültür adamları kimlerdir?
Yetişmemde çeşitli bilim dallarına mensup hocalarımın önemli rolleri oldu. Hiç şüphesiz Prof. Arat bunların başında gelmektedir. Bizim Fakültede öğrenciler dört sertifikayı tamamlayarak mezun olurlardı. Bunlardan üç tanesi üç yıl süreli idi. Sonuncusu ise tez hazırlayacağınız sertifikayla ilgili olup dört yıl sürerdi. Sizin sonuncu yılınız, sadece tezinizin yöneticisinin dersine girerek tamamlanırdı. Koskoca sınıftan Prof. Arat’ı üç kişi seçmiştik: Nahide, Atila ve ben. Atila pek derslere gelmezdi; Nahide’yle ben devamlı öğrenciydik. Arat Bey ikimize âdeta özel ders verirdi. Anlattıkları hem bilimdi, hem de hayat tecrübesi idi. Tez aşamasında ise hocam, bazı günler evine gelmemi, orada çalışmamızı isterdi.
Prof. Kaplan’ı zaten lisans yıllarımdaki derslerinden tanırım. Hatta onun farklı konuları işlediği öbür sınıflarındaki derslerine de girerdik. Doktora hocam olduktan sonra onu daha yakından tanıma şansını yakaladım. İstanbul’a çalışma için gittiğim yıllarda, her cumartesi, 15.00-17.00 arasında beni Moda’daki evinde kabul ederdi. Onun çalışma ortamı da beni etkilemiştir.
Prof. Elçin’i, üniversiteyi bitirdikten birkaç yıl sonra tanıdım. Henüz doçentti. Sonra çok iyi iki dost olduk. İlerlemiş yaşında bile bir şeyler yapmak istemesi, millî konulardaki duyarlılığı beni etkilemiştir.
Bu soruyu şöylece sonuçlandırabiliriz: Her hocamın kaptığım özellikleri vardır. Prof. Ergin’in ders anlatması, Prof. Timurtaş’ın hoşgörüsü, Tarlan’ın metin incelemesi, Prof. Tanpınar’ın ders anlatma sırasındaki daldan dala konması, Prof. Akün’ün konulara derinlemesine inmesi vb.
- “Masal, fıkra ve efsane benim bilim hayatımın üç vazgeçilmez güzelliğidir.” demişsiniz. Bu alanda yaptıklarınızı ve yapmak istediğiniz hâlde yapamadıklarınızı anlatır mısınız?
Galiba bu güzel konuşmanın sonunda yayımlanmış kitaplarımın listesini de isteyeceksiniz. Bu sebeple fazla ad vermeden sorunuzu cevaplandırayım. Hayatımı anlatırken de söylemiştim; benim doktoram masallar üzerinedir. Doçentlik çalışmamı ise genelde efsaneler üzerine, özelde taş kesilme motifine yer veren efsaneler üzerine kurmuştum. Bu çalışmanın sonundaki tip kataloğu ise dünyada benzeri olamayan bir çalışmadır. Benim beş masal, dört efsane kitabım var. Fıkra ise bir yandan Nasreddin Hoca, bir yandan da yöre tipleri olarak ilgimi çekiyordu. Bu alanda tek kitap yayımladım. İki yıl sonrası için Nasreddin Hoca kitabı hazırlıkları sürüp gidiyor. Yapamadıklarıma gelince... Vallahi buraya pek çok “yapamadığım” giriyor. Mesela Konya masalları, mesela Türk masalları tip kataloğunun uluslararası ölçülere uygun biçimde hazırlanması, Türk efsaneleri tip kataloğu vb. Ancak, bunları yapamasam bile hayalini kurarak alt yapısını oluşturup gelecek kuşaklara armağan etmek güzel bir duygu.
- Türk Dil Kurumunda yaptıklarınız, yapmak istedikleriniz nelerdir?
Türk Dil Kurumuna yaptıklarımı, üniversite öğrenciliği yıllarıma kadar götürebiliriz. Rahmetli Ömer Asım Aksoy’un öncülüğünde başlatılan atasözlerimizi ve deyimlerimizi derleme seferberliğine genç bir öğrenci olarak ben de katılmıştım. Bölge Ağızlarında Atasözleri ve Deyimler adlı kitabın ikinci cildinin başındaki, “Derleyici adları, nerelerden derleme yaptıkları ve gönderdikleri söz sayısı” bölümünde ‘Konya’ başlığı altında adımın karşısında 60 sayısı yer almaktadır.
1983’te bilim kurulu üyesi olduktan sonra, Ad Bilimi Çalışma Grubunun üyeliğini, iki ayrı dönemde de başkanlığını yaptım. Erzurum’da bulunduğum yıllarda, özellikle kış aylarında düzenli olarak Ankara’ya gelmek zor olduğu için pek fazla görev alamadım. Yabancı Kelimelere Karşılık Bulma, İmla ve Yayın Komisyonları; Atatürk ve Türk Dili ile Halk Bilimi Metinleri Çalışma Gruplarında görev aldım. 1996-1999 yılları arasında bir dönem yürütme kurulu üyesi seçildim. Daha sonraki dönemde de bir boşalma sonucu, yeniden aynı göreve getirildim. Uzun zamandan beri Türk Dili dergimizin yazı kurulu üyeliğini yürütüyorum. Bir ara da, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi’nin yazı kurulunda görevli idim.
Kurum yayınları arasında yer alması için gönderilen eserlere de raporlar yazdım. Bu arada üç kitabım kurum yayınları arasında yer aldı: W. Radloff-I. Kúnos’un Proben 8’ini alfabemize aktardık (Metin Ergun ile), Cumhuriyetimizin 75. yılında âşıkların Cumhuriyetimize bakışını anlatan şiirlerden oluşan bir antoloji hazırladık (Zekeriya Karadavut ile). Son olarak da, alanında, dilimizde ilk defa olmak üzere özgün bir çalışmam yayımlandı: Türk Ad Bilimi I / Giriş.
Yapmak istediklerime gelince... Türk Dil Kurumunun arşivinde bulunan ve doktora çalışmalarım sırasında yararlandığım masal derlemelerini kitaplaştırmak, ad bilimi kitabımın devamı olan Ad Yazıları’nı tamamlamak, ad ve soyadlarının hikâyelerini kitap hâline getirmek.
- Türk Dil Kurumunca yayımlanan dergileri değerlendirir misiniz? Yazı Kurulu üyesi olarak Türk Dili dergisi ve gelen yazılar konusunda neler düşünüyorsunuz?
Kurumumuzun yayımladığı dergileri bir hatırlayınız. 50 yaşlarını aşan aylık Türk Dili ve yıllık Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten ile onuncu yılına doğru yol alan Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi. Aylık dergi üzerinde ayrıca duracağım için öbürlerine kısaca değinmek istiyorum. Kısaca Belleten diye tanınan yıllık dergimiz bilimselliği tartışılmaz dil ve edebiyat yazılarının yer aldığı bir hazinedir. 1995’te yayımlanan dizinine şöyle bir bakmak bile onun nelerle zenginleştiğini görmemizi sağlayacaktır. En genç dergimiz ise Türk dünyasını dil ve edebiyat yazılarına yer vermesi açısından önemlidir. Ayrıca bilgi alışverişinin yapıldığı bir sergidir âdeta. Her ikisinde de yazılarımın yer alması, doğrusu bana mutluluk vermektedir.
Aylık dergimize, 626 aylık Türk Dili’ne gelince söyleyecek epey sözümüz var. Dergiyle lise yıllarımda, galiba 1956’da tanıştım. O yıllarda dergiyi gazete satıcısından alıyor, okuyordum. Bir yaz günü, Konya’da biraz da sahhaf sayılabilecek bir kitapçının dükkânının önünde, farklı ve dikkati çeken kapaklarıyla birkaç dergi gördüm. Bunlar Türk Dili’nin ilk sayılarıydı. Hepsini alıverdim. Ve hep aldım, abone oldum. Yurt dışında iken bile aboneliğimi devam ettirdim. 1969 yılında da eksiklerimi tamamladım. Bu dergi çok sevdiğim birkaç dergiden biridir. Ben, 1999’un Ocak ayından beri (sayı 565), dergimizin Yazı Kurulu üyesiyim. Bu işi severek, isteyerek ve zevkle yapıyorum. Ben daha çok şiir ve hikâye ile tanıtma, edebiyat ve halk bilimi konulu yazıları inceliyorum.
Dergimize gelen yazıların ağırlığını şiirler oluşturuyor. Hatta şairlerimiz 8-10 şiirini birden gönderiyorlar. Birkaç hikâyecimiz var; güzel yazıyorlar, biz de sıra ile yayımlıyoruz. Tabii başka hikâyecilerimiz de var.
Bilim yazılarımız daha çok dille, biraz da edebiyatla ilgili. Uzunluğu ve konusu gereği Belleten’e veya Türk Dünyası’na gönderilmesi gerekenleri oralara aktarıyoruz.
Dergimize gençler de ilgi gösterip şiir ve hikâyelerini gönderiyorlar; onları da değerlendiriyoruz. Hemen şunu belirteyim ki artık günümüzde herkes her dergiye yazı vermiyor, göndermiyor. Bunu, “Herkes belli dergilerde yazıyor.” diye de özetleyebiliriz. Özel sayılar için yazı istememiz yadırganmamalı. Bir de doğum ve ölüm yılları 0 ve 5’li yıllarına rastlayanlar için özel yazı isteklerimiz oluyor. Özetlersek, Türk Dili üzerine düşeni yapıyor.
- Sürekli yazdığınız dergi var mı? Bunlar hangileridir?
Sürekli yazdığım dergi sayısı fazla değildir. Türk Dili dergimize epeydir yazıyorum. Konya’da üç aylık ve mevsim adlarına göre yayımlanan Meram dergisinde de yazılarım çıkıyor. Bu yıllarda daha çok kitap yayınlarıyla uğraştığım için doğrusu sürekli yazmaya zaman kalmıyor. Ayrıca, araya giren onca konu (bildiri, rapor, konferans vb.) da engellerin başında gelmektedir.
- Akademik hayatınızda aldığınız ödüller nelerdir?
Bilirsiniz, ödüllere ya siz aday olursunuz veya yakınlarınız sizi aday gösterirler. Bazen de yarışmayı kazanınca ödül alırsınız. Her neyse, ben, türü ne olursa olsun aldığım ödülleri ve dereceleri sıralayayım.
Üç defa yarışmaya katıldım, üçünde de birincilik ödülünü aldım.
Atatürk’ün doğumunun 100. yılı münasebetiyle Tercüman gazetesi 1981’de Atatürk ve Türkçe konulu bir eser yarışması açmıştı. Atatürk’ün Dili: Türkçe adlı eserimle, 23 eser arasında birinciliğe layık bulundum. VI+200 sayfa olan bu çalışmam basılı değildir. Türkiye İş Bankası 1980’den beri, her yıl üç dalda Büyük Ödül verir. Bu dallardan biri olan ‘Sosyal Bilimler’in 1990 yılına ait olanının konusu “Halk Edebiyatı” idi. Yukarıda adını andığım doçentlik tezimle bu yarışmaya katıldım. Çalışmam, 17 eser arasında birinciliğe layık bulundu.
İlk ödülüm daha küçük çapta biri yarışmayla ilgili idi. Tercüman gazetesinin yayımlamaya başladığı 1001 Temel Eser dizisinin 20. kitabı Emin Nihat Beyin Müsameretname / Gece Hikâyeleri adlı eseri idi. Her ay bir kitabın tenkidi yapılıyordu. Ben 1 Eylül 1973’te üç hikâyesi Gece Hikâyeleri adıyla yayımlanan Müsameretname’nin tenkidinde birinci olmuştum. O günlerde Dr. asistandım.
Aldığım armağanlar da var. Bunlar, bilgimiz dışında layık görüldüğümüz için verilen değerbilirliklerdir.
Kayseri Sanatçılar Derneği (KASD), 1982 yılı için verdiği “Yılın Folklorcusu” armağanına beni uygun görmüş.
Folklor Araştırmaları Kurumu, o zamanki adı “İhsan Hınçer Türk Folkloruna Hizmet Ödülü” olan ödülü, 1985 yılında birkaç arkadaşımla birlikte bana vermişti.
1990 yılından sonra ne bir yarışmaya katıldım, ne de bir ödülü kabul ettim. Bu perhizimi 65. yaşımda bozacağım. Ödül verilirse kabul edeceğim, uygun yarışmalara da katılacağım.
- Üyesi olduğunuz bilim kuruluşları, dernekleri, vakıfları nelerdir?
Üye olduğum derneklerin sayısı pek fazla değildir. American Folklore Society’nin 1974-1988 yılları arası üyesi idim. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Folklor Araştırmaları Kurumu, Konya Fikir, Sanat ve Kültür Adamları Birliği Derneği ile İLESAM’ın üyesiyim. Üyelik olmasa bile onu hatırlayacak bir olay daha var. Almanya’da yayımlanan Ethnos dergisinin de uzun yıllar Türkiye adına Editorial Board üyeliğini yürütmüştüm.
- Bugüne kadar kaç eser yayımladınız ve hâlen üzerinde çalıştığınız eser var mı? İleriye dönük projeleriniz nelerdir?
Bugüne kadar 39 kitabım yayımlandı. Bunlardan biri üç, yedi tanesi de ikişer defa basıldı. Basım sayısı en yüksek olan kitabım, Türk Çocuklarına Masallar’dır, 60 bin adet basılmıştır. Ayrıca, birer kitap hacminde olan makalelerim veya kitap bölümlerim de vardır: Türkçe’de Soyadları (1979, 46 s.), Dünya Folklor Dergileri Bibliyografyası (1980, 56 s.), Masallar (2002, 181 s., metin yoktur), vb.
Üzerinde çalışmakta olduğum eser “hayatımın kitabı” diyebileceğim Karaca Oğlan’dır. Bu yılın yaz başında herhâlde piyasaya sunulacaktır. Derleme ile ilgili ders notlarımı da basıma hazırlıyorum. Türkçenin Tarihi, Orhun Abideleri, Anlatım Bozuklukları, Cümlenin Öğeleri, Yazım ve Noktalama, Türkoloji Makaleleri, Edebiyat Nedir?, Alfabelerimiz, Atasözleri, Bulmacalar, Edebi Sanatlar, Sınav Soruları, Kpss, Oks, Öss, Bunları Biliyor musunuz?, Özlü Sözler, Güzel Sözler, Türkçe, Edebiyat, Masallar, Destanlar, Astroloji, Roman Özetleri
Âşık edebiyatı konusunda özgün makale ve bildirilerimin bir bölümünü de bir kitapta topluyorum. Konya Yazıları adlı kitabımın da sonuna yaklaştık. Meram Yazıları ise ilgililere teslim edildi.
İleriye dönük projelerim var. Birkaç eseri ortak olarak hazırladığımız en eski öğrencim Prof. Dr. Ali Berat Alptekin ile ikimizin öğrenci Prof. Dr. Esma Şimşek ile ortak bir “Türk Halk Edebiyatı” dizisi hazırlamak istiyoruz. 4-5 cilt olabilecek bu eser için bazı eksiklerimiz var, onları tamamlamaya çalışıyoruz. Bu kadar yeter herhâlde... Şimdi de basılı kitaplarımız listesi vereyim:
Gümüşhane Masalları / Metin Toplama ve Tahlil, 1973, (2. bs. Gümüşhane ve Bayburt Masalları, 2002); Halk Şiirinde Atatürk, 1974 (Turgut Günay ile); 101 Anadolu Efsanesi, 1976, 1989 ve 2003; (İlk 71 efsane 1978’de Japoncaya çevrilmiştir.); 4. Türk Çocuklarına Masallar, 1977; Sarı Çiçek / Sivaslı Âşık Kul Gazi, 1980; Anadolu - Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi ve Bu Efsanelerin Tip Kataloğu, 1980; Kıbrıs Türk Masalları, 1983 ve 1986; Azerbaycan Âşıkları ve El Şairleri I, 1985 (Ali Berat Alptekin ve Esma Şimşek ile). (1989’da Tebriz’de Azerbaycan Türkçesiyle de yayımlanmıştır.); Azerbaycan Âşıkları ve Halk Şairleri II, 1986 (Alptekin ve Şimşek ile); Dadaloğlu, 1986 ve 1993; Ercişli Emrah, 1987; Senin Aşkınla / Kadirlili Âşık Halil Karabulut, 1987; Bayburtlu Zihnî, 1988; Dadaloğlu Bibliyografyası, 1990 (Alptekin ile); Bayburtlu Zihnî Bibliyografyası, 1990 (Alptekin ile); Atatürk, Gençlik ve Kültür, 1990; Türkmen Halk Masalları, 1991 (Metin Ergun ile); Folklor Bibliyografyaları Bibliyografyası Üzerine Bir Deneme, 1991; Azerbaycan Tapmacaları / Bilmeceleri, 1992 (Alptekin ve Şimşek ile); Türk Fıkraları ve Nasreddin Hoca, 1992; Hikâye-i Garîbe, 1992 (Ahmet Sevgi ile); Efsane Araştırmaları, 1992; Hurşit ile Mahmihri Hikâyesi, 1996 (Ali Duymaz ile); Proben VIII, 1997 (Ergun ile); Meddah Behçet Mahir’in Bütün Hikâyeleri I, 1997 (Alptekin, Yurdanur Sakaoğlu ve Şimşek ile); Âşıkların Diliyle Cumhuriyet, 1998 (Zekeriya Karadavut ile); Dede Korkut Kitabı / İncelemeler-Derlemeler-Aktarmalar, 2 C. 1998; 80. Doğum Yılında Şair Ahmet Tufan Şentürk, 1999, 2002; Masal Araştırmaları, 1999 ve 2003; Meddah Behçet Mahir’in Bütün Hikâyeleri II, 1999 (Alptekin, Sakaoğlu ve Şimşek ile); Azerbaycan Âşıkları ve Halk Şairleri Antolojisi I (16-18. Yüzyıl), (Alptekin ve Şimşek ile) 2000; Çaybaşı Yazıları, 2000 ve 2002; Türk Ad Bilimi I / Giriş, 2001; İslâmiyet Öncesi Türk Destanları / İncelemeler - Metinler, (Duymaz ile), 2002 ve 2003; Destan Destan Üstüne / Kadirlili Âşık Halil Karabulut’un Destanları, 2002; Ercişli Emrah Bibliyografyası, 2002 (Alptekin ile); Konya Üzerine Şiirler, 2002; 101 Türk Efsanesi, 2003; Türk Gölge Oyunu Karagöz, 2003.
2004 yılında yayımlanacak olanlar: Meram Yazıları; Karaca Oğlan; Konya Yazıları; Dîvânü Lûgati’t Türk’te Türk Halk Edebiyatı.
- Bir Konyalı olarak Konya kültürüne ait ne gibi çalışmalar yaptınız? Uzun yıllar Erzurum’da kaldınız. Konya ile Erzurum kültürlerini karşılaştırır mısınız?
Konya ile ilgili kültür çalışmalarımı iki döneme ayırmak gerekir. Profesör olarak Konya’ya gelmeden önceki Erzurum dönemi ve geldikten sonraki dönem. Doğrusunu söylemek gerekirse birinci dönemimi pek verimli saymıyorum. Daha çok metin yayımlamak, Konyalı öğrencilere Konya halk edebiyatı konulu tezler yaptırmak, özellikle Konya’daki toplantılarda Konya konulu bildiriler sunmak ve Çağrı başta olmak üzere bazı dergilerde yazmak.
Bu dönemi bir hazırlık, bir ısınma dönemi olarak kabul edersek ikincisinin yerini daha iyi anlamış oluruz. Bu dönemde, özellikle Türk Dil Kurumunun bütün kongrelerinde Konya ağzı ile ilgili bildiriler sundum. Konya ağzını ve Konya’daki dil hareketlerini gündeme taşıdım.
Benim Konya’ya gelişimle birlikte üniversitemizdeki halk edebiyatı ve halk bilimi çalışmaları bir canlılık kazandı. Selçuk Üniversitesindeki son halk edebiyatı öğretim üyesi, eski bir öğrencim olan yardımcı doçent de ben gelmeden önce ayrılıp gidince doğrusu üzülmüştüm. Neyse, önce iki fakültede birden (Fen-Edebiyat Fakültesi, Eğitim Fakültesi) halk edebiyatı dersleri vermeye başladım. Sosyal Bilimler Enstitüsüne bağlı olarak bir halk edebiyatı programı vardı, ancak hoca azlığından doktora programı yoktu. Onu açtırdım ve hemen öğrenci kabulüne başladık. Bu öğrencilerin, gerek yüksek lisans, gerek doktora programlarındaki seminer, yüksek lisans ve doktora tezlerinin çoğunluğu Konya ve çevresi ile ilgilidir. Bugün, Enstitü Kütüphanesinde güzel bir koleksiyon oluşmuştur. Yanlış anlaşılmasın, konu Konya il merkezi ile sınırlı değildir. Ereğli, Akşehir, Beyşehir vb. ilçelerimiz ile ilgili tezler de hazırlatılmıştır.
Bu arada Konya basınında, uzun süre haftalık köşe yazısı kaleme aldım; bunların da ağırlığını kültür konuları oluşturuyordu. Ayrıca, bu gazetelerde hazırlanan özel sayfa, bölüm veya eklerde de Konya kültürü ile ilgili yazılarım yayımlandı. Kırkambar, Konya, Cönk, Akademik Sayfa vb. adlarla yayımlanan bölümlerde pek çok yazım yer aldı.
Doğup büyüdüğüm Çaybaşı Caddesi ile ilgili yazılarım Meram Belediyesince bir kitapta toplandı: Çaybaşı Yazıları (2000, 2002). Aynı belediye bu sefer de Meram Yazıları’nı basım aşamasına getirmiştir. Bu alandaki üçüncü kitabım Konya Yazıları da düzenleme aşamasındadır. Bir de mahallemiz var... Onunla ilgili yazılarım da artmaktadır. Galiba sıraya girecek.
Daha lise yıllarımdan itibaren biriktirmeye başladığım Konya konulu şiirleri, 500 sayfalık bir antolojide topladım. Konya Ticaret Odasının yayımladığı Konya Üzerine Şiirler adlı bir kitabım düzenlenmesi açısından, antoloji hazırlama anlayışına bir çığır açmıştır. Daha önce de söylemiştim galiba... Konya masalları, efsaneleri benim hayalimde her zaman için canlılığını koruyor. Fıkra tipimiz Tayyip Ağa’yı da unutmuş değilim. Hepsi zaman işi...
Bilir misiniz, benim kızlarıma, “Nerelisiniz?” diye sorulunca “Erzurumluyuz.” derler. Doğrudur; orada doğdular, orada büyüdüler. Ben de, hayatımın en güzel 21 yılını (1967-1988) Erzurum’da geçirdiğim için hiç şikâyetçi değilim. Çünkü orası da bir Konya idi benim için. Ailecek hâlâ Erzurum’u özleriz. Neyse, ben her yıl, fahri hemşerisi olduğum Bayburt’a gidip gelirken bir Palandöken havası alıyorum.
Siz bilmem hatırlayabilecek misiniz, bir türkümüz var; şöyle başlar:
Yaylalar içinde Erzurum yayla
Şehirler içinde Konya’dır Konya
Vallahi bu türküyü söyleyen ya benim gibi Erzurum’da kalan bir Konyalı veya Konya’da bulunan bir Erzurumlu olmalı. Her iki ilimiz de insanlarıyla, kültürüyle geleneklerine sahip çıkmaları ile âdeta kardeş şehir gibidir. Ben Erzurum’un her yönünü çok seviyorum, tıpkı Konya’mızın her yönünü sevdiğim gibi.
- Bugün dilimizin bir anarşi içinde olduğunu kabul ediyor musunuz? Türk dilinin içinde bulunduğu sorunlar sizce nelerdir? Bu sorunların çözümünde Türk Dil Kurumunun rolü nedir ve ne kadar etkili olabilmektedir?
Evet, bugün dilimiz bir anarşinin içindedir; acı ama doğru. İnsanlar dillerini bilmiyor, onun değerini anlamıyor. Yazarken veya konuşurken dilimize asla özen göstermiyoruz. Türk Dili’nin geçen sayılarında bir yazım yayımlanmıştı: “Cumhuriyetten Günümüze Konya’da İş Yeri Adları” (622, Ekim 2003, 410-420). Ben 1922’deki gazetelerden yola çıkarak bu araştırmayı yapmıştım. Son 15-20 yıl içindeki bozulmayı, hatta çürümeyi büyük bir üzüntüyle karşılıyorum. Özellikle ticaret hayatımız üç kuruş için her türlü yanlışa koşuyor, yabancılaşmaya koşuyor. Dil sevgisi olmayan insanlara bunu anlatmak zor. Bu konuları ele aldığımız bir televizyon programına telefonla katılan sayın seyircimiz “İş yeri adlarının ticaretle ne ilgisi var?” şeklinde gayet mantıklı (!) bir soru yöneltmişti.
Bir büyük gazetemizin özel giyimli kültür-edebiyat köşesi yazarı da birkaç yıl önce, “Türkçe, tabelalarla düzeltilmez.” anlamını veren bir başlık atıvermişti. Ama unutulmasın, Türkçeyi bozan üç zararlıdan biri tabelalardır (Tabii siz bunu iş yeri adları olarak algılayacaksınız.). Tempo dergisinin bu aylarda her hafta vermekte olduğu, illerimizle ilgili rehber kitapçığının İzmir ile ilgili olanına bir göz atınız (31 Aralık 2003, 52 / 837). Yemek yediğimiz, çay içtiğimiz, sohbet ettiğimiz yerlerin adlarına bir bakın Allah aşkına... Türkiye’de olduğunuzdan şüphe edersiniz. “Tabelana ‘Show Room’ yazdırmazsan sana bayilik vermeyiz!” diyecek kadar ileri giden büyük iş yeri patronlarının adı acaba; Ahmet, Mehmet mi, yoksa James veya George mu? İki defa kadük olan Türk Dili Kanunu mutlaka bir an önce çıkarılmalıdır.
Her şeyden önce insanımıza Türkçe sevgisini aşılamalıyız. Sonra belirli yöntemlerle bazı meslek sahiplerini eğitmeliyiz. Mesela düğün davetiyesi veya kartvizit basanlara, tabelacılara, bilgisayar üzerine çalışanlara, vb. yabancı adlara özenmemek gerektiğini açıkça anlatmalıyız. Türkçenin de çok güzel bir dil olduğunu, zengin bir kelime dünyasının olduğunu belirtmeliyiz. Çoğunun bir moda diye ayak uydurduğu bu insanlarımızı uyarmanın da yararlı olacağına inanıyorum.
Türk Dil Kurumu bu konuda elinden geleni yapıyor. Konferanslarıyla, kongreleri ile, Türk Dili’ndeki yazıları ile epey yol alındı. Ancak toplumuzun bu konuda gereken duyarlılığı göstermemesi gelişme hızını kesmektedir. Özel kitap yayınlarımız var, ama okunup uygulanabilme oranı ülkemin okuma alışkanlığı ile yakından ilgili. Eğer bu ülkenin Türkçe veya edebiyat öğretmeni 70 yıllık Varlık’ın, 53 yıllık Türk Dili’nin adını duymamışsa anarşiyi başka yerlerde aramalıyız.
- Halk edebiyatının dil çalışmalarına ne gibi katkısı olmuştur?
Halk edebiyatı, bilirsiniz, sözlü olma özelliği ağır basan bir edebiyattır. Bu edebiyatın başka bir özelliği de genelde halkın arasında yaşamasıdır. Bu sebeple halk edebiyatı dil çalışmalarına, özellikle ağız araştırmalarına büyük ölçüde yardımcı olmaktadır. Rahmetli hocamız, Kurumumuzun eski üyelerinden Prof. A. Caferoğlu’nun Anadolu ağızlarından derlediği ciltler dolusu dil malzemesinin tamamına yakını halk edebiyatı ürünleridir. Bizim derlediğimiz ürünleri ağız araştırıcıları da rahatlıkla kullanabilirler. Ayrıca, ürünlerimizin kelime dağarcığı da sözlüğümüze yeni yeni kelimeler kazandırmaktadır. Bu iki dalı ayrı ayrı düşünemeyiz, ikisi birden ele alınmalıdır.
- Yeni nesillere halk edebiyatını, halk bilimini sevdirmek için neler yapılabilir?
Aslında içinde bir cevher olana, bu iki alanı sevdirmek için hiçbir şey yapmaya gerek yoktur; ancak bu türün örneği pek azdır. O hâlde, biz onları bu alana çekebilecek işler yapmalıyız. Son yıllarda televizyon kanallarına kök salan tuhaf yarışmalar gençliği yanına alabilmektedir. Yararlı olduğu veya bir şeyler verdiğinden değil tabii; onlar da bir yerden sonra televole kültürünün bir başka görünüşüdür.
Önce bu alanları sevdirmeliyiz; bu alanlarda yazılanları okutmalıyız. Ayrıca, katılımın çok olacağı yarışmalar düzenlemeliyiz. Ben, özellikle ödülü iyi olan yarışmalara katılımın çok olacağına inanıyorum. Mesela âşık tarzı şiir yazma yarışması, halk türküsü derleme yarışması, bir halk bilimi olayının filme alınması (bir çocuk oyunu, yağmur duası, seyirlik oyunları vb.), masal veya hikâye anlatma yarışması vb.
- Türk halk biliminin tanıtılması ve yaşatılması amacıyla ne gibi çalışmalar yapılmalıdır?
Halk biliminin yabancı dillerin pek çoğundaki karşılığı folklordur. Ancak başka ülkelerde folklor denilince bir bütün akla gelirken bizde bütünün bir iki parçası hatırlanmaktadır: Halk oyunları, halk türküleri vb. Onun için halk bilimi bir bütün olarak ele alınmalıdır. Biz, halk bilimi yazılarımızla ve onunla ilgili bildirilerimizle bu alanı tanıtmaya çalışıyoruz. Bu alanda asıl yetkili olan Kültür ve Turizm Bakanlığının ilgili birimleri başta olmak üzere çeşitli kurumlar ve kuruluşlar tanıtım faaliyetlerini geniş bir alana yaymalıdır. Sergiler, gösteriler vb. deyip de bilinenleri tekrarlamayayım. Kâğıt üzerinde kalan güzel düşüncelerin yarısı bile uygulansa gereken yapılmış olur.
- Dünya halk biliminde ve kültüründe yerimiz ne durumdadır?
Halk oyunları ekiplerimiz bizlere güzel dereceler kazandırıyor. Biraz da el sanatlarımızın adı anılabilir. Yazdıklarımız yabancı dillere çevrilmezse sizin görüşleriniz nasıl olur da değerini ortaya koyabilir ki? Bir bilim adamı yıllarını verip yazdığı bir kitabını bir de oturup İngilizceye veya Almancaya mı çevirsin? Bu işler için yetişmiş çevirmenlerden yararlanılmalıdır; onların işi çeviri olmalıdır. Yerimizin ne olduğunu söylemek ise zor. Üç beş ülkeyi göz önüne alıp sonuca ulaşmak yanıltıcı olabilir.
- Sayın Hocam, değerli vaktinizi bize ayırdığınız ve sorularımıza cevap verdiniz için teşekkür ederim.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.