Salih Mirzabeyoğlu - Bilgiler
08/12/2009 20:19
Salih Mirzebeyoğlu,1950 doğumlu.

Salih Mirzabeyoğlu'nun Eserleri

1. Bütün Fikrin Gerekliliği -İktidar Siyaset Hareket- /Fikir (2.Basım)

2. Aydınlık Savaşçıları -Moro Destanı- /Destan

3. İdeolocya ve İhtilâl -Kavganın İçinden- /Fikir (2.Basım)

4. Yaşamayi Deneme /Roman

5. Önsöz /Şiir

6. Tarihten Bir Yaprak /Fikir

7. Kültür Davamız -Temel Meseleler- /Fikir (3.Basım)

8. Damlaya Damlaya -Yılanlı Kuyudan Notlar- /Fikir (2.Basım)

9. Anafor /Şiir

10. Necip Fazıl'la Başbaşa -İntıbâ ve İlhâm- /Fikir (2.Basım)

11. Müjdelerin Müjdesi /Hikayeler

12. İslâma Muhatap Anlayış -Teorik Dil Alanı- /Fikir (2.Basım)

13. Kayan Yıldız Sırrı -Şâh Eser Şâheser- /Şiir (4.Basım)

14. İstikbâl İslâmındır -Denenmemiş Tek Nizam- /Fikir (3.Basım)

15. Gölgeler -Yaşadigimız Günler- /Roman (2.Basım)

16. İbda Diyalektiği -Kurtuluş Yolu- /Fikir (3.Basım)

17. Dil ve Anlayış -Dil ve Diyalektik- /Fikir (2.Basım)

18. Kökler -Necip Fazıl'dan Esseyyid Abdülhakîm Arvasî'ye- /Menakıb (2.Basım)

19. Marifetname -Süzgeç ve Şekil- /Fikir

20. Kavgam l -Necip Fazıl- /Fikir (2.Basım)

21. Kavgam ll -Necip Fazıl- /Fikir (2.Basım)

22. İktisat ve Ahlâk -İktisada Giriş- /Fikir

23. Hikemiyat -Tefekkür ve Hikmet- /Fikir

24. Şiir ve Sanat Hikemiyati -Estetik ve Ahlâk- /Fikir

25. Hukuk Edebiyatı -Nizam ve İdare Ruhu- /Fikir

26. İşkence -Hukuk ve Hûk- /Gözlem

27. Tilki Günlüğü l -Ufuk ile Hafiye- /Ruhî Roman

28. Tilki Günlüğü ll -Ufuk ile Hafiye- /Ruhî Roman

29. Tilki Günlüğü lll -Ufuk ile Hafiye- /Ruhî Roman

30. Tilki Günlüğü lV -Ufuk ile Hafiye- /Ruhî Roman

31. Tilki Günlüğü V -Ufuk ile Hafiye- /Ruhî Roman

32. Tilki Günlüğü Vl -Ufuk ile Hafiye- /Ruhî Roman

33. Hakikat-i Ferdiyye -Çöle İnen Nur- /Fikir

34. Sahâbîlerin Rolü ve Mânâsı -Peygamber Halkası- /Fikir

35. Başyücelik Devleti -Yeni Dünya Düzeni- /Fikir

36. Yağmurcu -Gerçekliğin Peşinde- /Fikir

37. Üç Işik -Sohbet Konferans- /Fikir

38. Adımlar -1984'den 1996'ya- /Fikir

39. Parakutâ' -Para'nın Romanı- /Fikir

40. Hırka-i Tecrîd -Risâle-i Üçışık- /Fikir

Said AYKUT’un kaleminden Mirzabeyoğlu

Hayatı, Üstad'ı tanıdıktan sonra bir avuç ateş!...Temel hedefi "zıtlar arası muvazenenin üstün nizamı olan İslam'ı hakim kılmak!...Kuşkusuz bu davada oldugunu iddia eden pek çok kişi var. Ama Mirzabeyoğlu'nun usûlü farklı. Bir kere en üstte "ehli Sünnet" kimliği var. Ve tabii "Evliya Kelamı" ...Şeriat, -külli istikametlendiricilik vasfı ile iç içe- yamukluk nerede olursa olsun düzelten, öpülesi kılıçtır onda!...

Mirzabeyoğlu'nun hayatı, fikir ve eylemin içiçe geçtigi bir yumak... Şöyle; önce en doğrusunu tasarlayış ve eksiksiz bir şekilde belirtiş... Sonra, hareket... Ve hareket içinde güzelliği ve cevvalliği artan fikir... Artık eylem ve fikir öyle sıkı sarılır ki birbirine, öylesine meczolur ki; "bu adam ne diyorsa yapar" yahut "ne yapıyorsa mutlaka düşünmüştür" dersiniz Mirzabeyoğlu için. Onun sisteminde, tasavvufun derin kelimelerinden bir "kıyam ve inkılap"usulü, bir diger tabirle, bu işin ideolojisi üretilmiştir. şunun da bilinmesi elzemdir ki: O, direnmek için direnmez. Güce sahip olduktan sonra,ne yapacağını ve nasıl yapacağını da belirtir.

Kitaplarında; Platon'a, Hegel'e ve Sartre'a rastlayabilirsiniz. Fakat, asla kuru ve kabuledici tarzda degil!... Mevzû edilen fikrin can damarını yakalayıp, mümkün olan en büyük faydayı teminden sonra, posayı kenara atıştır onunki. Ve Batı tefekkürünü incelerken, İslam tasavvufunun derin ölçüleri vardir elinde!... Üslubu kimi zaman giyotin kadar keskin, kimi zamansa "bulut" gibi; yağmur dolu ve yumuşacık... Asla kuru örgütçü değil...

Şair, lakin şiir anlayışı farklı; şiiri "sır avcılığı" onun. Kitapları "ortalama" değil; iyi bir zihin eğitimi almış insanlara bile ağır gelebiliyor. Yalnız bu "ağırlık" şişirme olmayıp; bilakis, ele aldığı mevzuların derinliğinden kaynaklanıyor. Nasıl "ağır" olmasın ki? Toplumu, tarihi, varlığı ve insan ruhunu ele almakla kalmayıp; teferruatı da belirterek, hepsinin "ana prensipler" le ilişkisini işaretliyor. Dolayısıyla sürekli bir "gel-git" var eserlerinde. Üstelik üslubu, gerektiğinde çok açık... "Normal" ve "sıradan" biri değil...

Kızgın bir dahi!... Bu yüzden hakkında birbirinden farklı sözler duyabilirsiniz: "Çok sert", "Çok yumuşak ve merhametli", "Şiiri sır gibi", Destan şairi mi ne; çekinmese 'kesin boyunlarini' diyecek. "Sözleri muğlak, genel kitle için faydasız", "Cümleleri slogan gibi gayet açık", "Bak,bak; Hegel'i nasıl da kullanıyor" "Bu adam derviş yahu,her yerde menkibe", "Adamın, ölüm kalım endişesi yok herhal", "Güce karşı ne kadar da ihtirasli", "Şuna bak, nefs cihadından bahsediyor!", "bu sayılar da neyin nesi?" ...Uzayıp gidiyor... Bu cümleler kurgulama değil; sevenlerinin veya muhaliflerinin de duyup bildiği üzere, onun hakkında -bilhassa entellektüel ilgi sahibi çevrelerde-yapılan değerlendirmelerden aynen naklettiğimiz birkaçı.

Herkes kendi aynasından bakar ya!..

Xxxxxxx

SALİH MİRZABEYOĞLU VE İBDA

Said Aykut

TAKDİM

Said Aykut, İBDA külliyatıyla geçtiğimiz yıllarda tanışmış bir isim. Akademik eğitiminin bir bölümünü Arab ülkelerinde tamamladıktan sonra yurda dönen, bir yandan akademisyenliğini sürdürürken diğer yandan entelektüel etkinliklerini bir araştirmaci, filolog, tercüman ve müellif olarak yürüten bir fikir işçisi. Aykut, özellikle Arab dili ve kültürüne vukufiyetiyle sahasinda temayüz etmiş ve bu dilden çok sayida tercüme eseri yayinlanmiş olmasi yaninda; kendisine ilgi alanı olarak seçtiği İslam ve Batı tefekkürünün tarihî mimarları, Doğu ve Batının siyaset öncüleri, Arab ülkelerindeki son dönem fikir hareketleri, ayrıca, modern veya klasik Batı dilleri üzerinde de hayranlık uyandırıcı bir birikimin sahibi. Ona getirilebilecek tenkid de bu noktada belki: Çapsızlıklarını müthiş bir pazarlama ve üslûb gözbağcılığıyla örten "reklamcı" entelektüeller vasatında, bu değerli birikimini pazarlayabileceği bir üslûb gayretkeşliğine tevessül etmeden, ilim çilehanesindeki "mütevazi" üslûbunu koruması. Gerçi onun seçkinliği de burada galiba: . Said Aykut, aşağıda okuyacağınız yazıyı, aslında "ortalama" bir Arabın anlayabileceği form özellikleri dahilinde "Arabça" olarak kaleme aldı.

AKADEMYA

Salih Mirzabeyoğlu; şair ve mütefekkir!.. Necip Fazıl'dan devraldığı "Büyük Doğu" fikir sistemini, "İbda" keyfiyetiyle yaşatan "genç adam"... Üstad, onun âleminde, varlık ve fikir dünyasına açılan "ana pencere"...

İbda fikir sisteminin mimarı olan Mirzabeyoğlu, 1950 doğumlu. Hayatı, Üstad'ı tanıdığından beri, bir avuç ateş!.. Temel hedefi, "zıtlar arası muvazene sistemi" olan İslam'ı hâkim kılmak!.. Kuşkusuz, bu dâvâda oldugunu iddia eden pek çok kişi var. Ama Mirzabeyoglu'nun usulü farkli. Bir kere, en üstte "Ehli Sünnet" kimligi var. Ve tabiî "Evliyâ kelâmi"... Şeriat, -küllî istikametlendiricilik vasfiyla içiçe- yamukluk nerede olursa olsun düzelten, öpülesi kılıçtır onda!..

İbda Fikir Sistemi ise, varlığı ve hayatı teferruatıyla ele alan bir usûl aslında. Usûl diyoruz; zira kökler, ana kaynaklar, âlim ve velîlerin sözleri, tüm bunlar kütüphanelere dizili kitaplarda "mestûr" lâkin, neye nasıl varılacağı ve nisbetlerinin ne olduğu o derece mühim ki, "usûlsüz" dalış yapmak, "boğulmakla eşanlamlı" olup çıkıvermez mi!..

Mirzabeyoğlu'nun hayatı, fikir ve eylemin birbiriyle içiçe geçtiği bir yumak... Şöyle; önce en doğrusunu tasarlayış ve eksiksiz bir şekilde belirtiş... Sonra, hareket!.. Ve hareket içinde güzelligi ve cevvalligi artan fikir... Artik, eylem ve fikir, öyle siki sarilir ki birbirine, öylesine mezcolur ki; "bu adam ne diyorsa yapar" yahut "ne yapiyorsa mutlaka söylemiş ve düşünmüştür" dersiniz Mirzabeyoğlu için.

Onun sisteminde, tasavvufun derin kelimelerinden bir "kıyam ve inkılâb" usûlü, bir diğer tâbirle, bu işin ideolojisi üretilmiştir. Şunun da bilinmesi elzemdir ki: O, direnmek için direnmez. Güce sahip olduktan sonra, ne yapacağını ve nasıl yapacağını da belirtir. Hem de, TEFERRUATIYLA belirtilen bir alternatif!..

Kitaplarında; Platon'a, Hegel'e ve Sartre'a rastlayabilirsiniz. Fakat, asla kuru ve kabul edip geçici tarzda değil!.. Mevzû edilen fikrin candamarını yakalayıp, mümkün olan en büyük faydayı teminden sonra posayı kenara atıştır onunki. Ve Batı tefekkürünü incelerken, İslam tasavvufunun derin ölçüleri vardır elinde!..

Üslûbu, kimi zaman "giyotin" kadar keskin, kimi zamansa "bulut" gibi; yağmur dolu ve yumuşacık... Asla, "kuru örgütçü" değil!.. Şair, lâkin şiir anlayışı farklı; şiiri "sır avcılığı" onun.

Kitapları "ortalama" değil; iyi bir zihin eğitimi görmüş insanlara bile ağır gelebiliyor. Yalnız bu "ağırlık", şişirme olmayıp; bilakis, ele aldığı mevzuların derinliğinden kaynaklanıyor. Nasıl "ağır" olmasın ki? Toplumu, tarihi, varlığı ve insan ruhunu ele almakla kalmayıp; teferruatı da belirterek, hepsinin tek tek "ana prensiplerle" ilişkisini işaretliyor. Dolayısıyla, sürekli bir "gel-git" var eserlerinde. Üstelik üslûbu, gerektiğinde çok açık...

"Normal" ve "sıradan" biri değil... Kızgın bir dâhî!.. Bu yüzden, hakkında birbirinden farklı sözler duyabilirsiniz: "Çok sert", "Çok yumuşak ve merhametli", "Şiiri sır gibi", "Destan şairi mi ne; çekinmese 'kesin boyunlarını' diyecek!", "Sözleri muğlak, genel kitle için faydasız", "Cümleleri slogan gibi, gayet açık!", "Bak, bak; Hegel'i nasıl da kullanıyor!", "Bu adam derviş yahu; her yerde menkıbe", "Adamın ölüm-kalım endişesi yok herhâl", "Güce karşı ne kadar da ihtiraslı!", "Şuna bak; nefs cihadından bahsediyor!", "Bu sayılar da neyin nesi?"... Uzayıp gidiyor. Bu cümleler, kurgulama değil; sevenlerinin veya muhaliflerinin de duyup bildiği üzere, onun hakkında -bilhassa entelektüel ilgi sahibi çevrede- yapılan değerlendirmelerden aynen naklettiğimiz birkaçı. Herkes kendi aynasından bakar ya!..

Onun düşüncesinde, sonu gelmez bir hareket -ve dinamizm- var. Sürekli canlilik! Ve Ibda Sistemi, teferruat konusunda hâlâ oluşum içinde; devam ediyor. Çünkü, mimari yaşiyor. Şayet ögrencileri de gerekli cehdi gösterebilirse, bu gelenek, sürekli yenilenen ve özünü paslanmaktan koruyan bir "mektep" olmaya devam edecek!..

Hemen söyleyelim; fikirleri öyle yaygın, "moda" kavramlarla pek uyuşmaz. Zira, şu -sönüp giden- ısmarlama akımların yaşattığı gibi, kullanılıp atılan "zamana uymayı" değil; Mutlak'ın peşinde, öteleri hedefler. Alternatifini sunarak, çağı değiştirmek ister!..

Edebî eserlerinde, kaosla düzenin birbirine yaslandığı görülür. Uzaktan bakan için Tilki Günlüğü, gerçek bir kar fırtınasıdır. Oysa, usûlünü bilme cehdine girenlerin ellerinden düşüremedigi bir "kâinat kitabı" olur ki; işte o ân okuyucu, o uğultulu fırtınadaki her kar tanesinin, birbirinden farklı bir desen taşıdığını görür. Kimileri için "rüya tâbiri", kimileri için "içte kopan" fırtınalar, kimi

leri için "lûgat kitabı", kimileri içinse "sihir"... Bu kitabı anlamak için -galiba en başta-, "yazandan önce yazdırana bakmak" ilkesi geçerli!..

İbda Sisteminde "akıl", hakkı yenemez bir âlet. Ama yalnızca âlet!.. "Kalp" ve "sır idrâkı" ise, asıl. Sonsuza açılan penceresini, böylece muhatabına gösterir İbda!..

Kısaca; hayat ve kâinat, nerede ne kadar karmaşık veya zor anlaşılır bir renge bürünmüşse, İbda Sistemi de işte orada "zor anlaşılır" bir üslûba sahip. Ve yine nerede bir mânâyı bedihî olarak anlıyorsanız, işte orada "bedihî" olarak anlaşılır İbda. Muhteşem bir Kaos ve Muhteşem bir Düzen!..

xxxxxxxx

Bütün Yönleriyle Kürt Meselesi

Salih Mirzabeyoğlu

Akademya’ya Doğru

ZENDPRESS- Derginizin bir sayısında Yavuz Sultan Selim'in mirasını sürdüreceğinizi söylüyorsunuz, bir yandan da Kürt meselesine sahib çıkmaya çalışıyorsunuz?.. Oysa Yavuz, Dersim'li Kürtleri kesip asan birisi değil miydi?.. Yine aynı Osmanlı 1830'lardan başlayarak Kürt prensliklerini (Bedirhan, Bâban vesaire) tasfiye etti?

SALİH MİRZABEYOĞLU- Yavuz Sultan Selim'in mirasının sürdürüleceğini haykıran dergi Taraf isimli dergidir... İbda Fikriyatı'nı, kendi hususiyetine ve oluş mizacına göre yürüten bir cephe... Adresi böylece belirtmemin sebebi, fikri benimsediğim, fakat ifâdecisi ben olmadığım bakımındandır; yâni dergiyi ben çıkarmıyorum... Benimsiyorum, çünkü dergide belirtildiği üzere Yavuz Sultan Selim, İslâm birliği davasının sahibi adamdır; bu davanın büyük aksiyoncusu, remz şahsiyetidir... Bu davanın önüne kim çıktıysa, bertaraf etmiş ve etmeye çalışmış bir kahramandır; kendi kardeşinden tutun da, Şiî sapıklarına ve Mısır seferine kadar hep bu gaye ile tepelemiştir... Daha önce de belirttiğim gibi, Osmanlı bir kavim değil, kavimlerin harman olduğu bir "ümmet" devletidir; İslâm'ın hakikatini temsil eden Sünni Kürtler de, bu davada Yavuz Sultan Selim'e özellikle yardım etmişlerdir... Aslında doğrudan doğruya şunu söylemem gerekirdi: Öldürmenin kendi başına "iyi-kötü" değerlendirmesi olamaz... Yeri gelir, Üstad'ımın söylediği gibi, "mikroba merhamet, hastaya merhametsizliğe varır!"... Yavuz'un tepelediği, Şiî Kürtlerdir; şimdi kontrgerillanın Hizbullah diye meşreblerinde örgütlendikleri ve düzen adına PKK'ya karşı çıkan zümre... Söz PKK'dan açılmışken, "sözde Kürt'ün meselesine sahip çıkıyor ama, hep Kürtleri öldürüyor" desek?.. Üstelik Yavuz Sultan Selim ve Ulu Hakan Abdülhamit Han, Kemalist rejim adına kalem yürütenlerin "Kürtlere yüz verdi, Kürtçülük şuuru bunlarla uyandı!" diye buğz ettikleri iki isimdir... Aynen, "Kürtlere yüz verdiler!" derler; "Kürt diye diye, bu Türkleri ayrı kavim zannettirdiler!"... Altını çizdiğim bu husus, "Kürt meselesine sahip çıkmaya çalışıyorsunuz" ifâdenizin çeşitli yanlışlıklarından birini de göstermiş oluyor!.. Sorunuzun son faslına gelince... Yavuz Sultan Selim'den sonra Osmanlı genellemesine atlayarak 1830'lardaki tasfiyelerden bahsetmenizi, hâdiselerin muhasebesi yönünden bir zaaf olarak görürüm: "İyi adamın kelek oğlu" hesabı, oğulun vasfı babanın mümtaz şahsiyet olduğu hakkındaki hükmü bertaraf etmez... Osmanlılar, ümmet olarak -ki Kürtler de buna dahildir- İslâm'ı temsil ettikleri kadar yükselmiş, temsil liyakatini kaybettikleri nisbette de gerilemiş ve çökmüşlerdir... Dikkat ediliyorsa, sözü geçen tasfiyelerin şartları üzerinde değil de, muhakeme usûlünüz üzerindeyim... Başka bir yönden: Meselâ, Anadolu birliğinin sağlanması safhasında, bir sürü Türk beylikleri de tasfiye edilmiştir... PKK'nın, "gayeye o türlü değil de, bu türlü ulaşılır" diye, metod ayrılığından dolayı -hem de Kürtçü olmasına rağmen- tasfiye etmeye çalıştığı Kürt örgütleri?.. Demek oluyor ki, haklılık-haksızlık değerlendirmesi ayrı şeydir, gücün haklı kullanılıp kullanılmaması ayrı şeydir, bayrağın gücü olanda kalmasının tabiîliği ayrı şeydir, herkesin kendi yönünden haklı olup da gücün tayin edici rol oynaması ayrı şeydir!.. Gelelim, verdiğiniz tarih (1830) dönemine:

- "19. yüzyılın başlarında problem hâline gelenlerden Vidin'de Pazvantoğlu, Rumeli'nde Tirsinikli oğlu İsmail Ağa ve Dramalı Mahmut Paşa, Yanya'da Tepedelenli Ali Paşa, Tırhala'da Tıfılboz, Manisa'da Kara Osmanoğlu, İzmir'de Kâtibzâde, Yozgat'ta Çapanoğlu, Sivas'ta Kadıkıran, Trabzon'da Tuzcuoğlu, Muş'ta Emin Paşa, Ravanduz'da Mehmed Paşa, Cizre'de Bedirhanîler, Süleymaniye'de Babanlar vb. olmak üzere sayısız mütegallibe ve derebeyi sayılabilir. Bu bölünmeyi, dağılmayı durduran, imparatorlukta otoriteyi ve devlet nizâmını hâkim kılmak için amansız bir çabaya girişen Sultan 2. Mahmud olmuştur."

Altını çizdiğim bu husus, ısrarla Osmanlı ile Kürt'ü karşı karşıya gösterme çabasının sakatlığını gösterir; dikkat edilirse, -haklılık, haksızlık davası bir yana-, devlet ve devlet içi çeşitli bölgelere âit meseleler karşılaşması var... Aynı eserden:

- "Çıkarları ve şahsî nüfuzları kırılan mahalli Bey ve ağalar, bu kez İbrahim Paşa ile devlete karşı anlaşmaya giriştiler, ne var ki, yıllardan beri yerli beylerin, ağaların, şeyhlerin nüfuz ve otorite kavgasında oyuncak olan, fakat gerçek selâmetin devletin yüce hâkimiyetinde olduğunu sezen halk, bu yaklaşmalara seyirci kaldı. Halktan gerçek desteğini bulamayan mütegallibenin bu teşebbüsleri de bir sonuç vermedi. 1848 ve 1850 yıllarında yapılan harekât sonunda Cizre'den Bedirhanî, Süleymaniye'den Baban ve Hakkari'den de Nuri Bey'in despotluklarına son verilerek Osmanlı devlet nüfuzu İran hududuna kadar yayılmış oldu."

İsmet Parmaksızoğlu'nun resmi görüş doğrultusunda yazılmış "Tarih boyunca Kürt Türkleri ve Türkmenler" isimli kitabından altını çizdiğim husus, Bedirhaniler ve Babanların 1830 değil de 1848-1850 yıllarında tasfiye edildiklerini gösteriyor ki, bildiğiniz gibi 1839 Tanzimat Fermanı, hâlen solun ilericilik adına şakşakladığı bir hâdisedir... M. Salih San tarafından yazılan "Doğu Anadolu ve Muş'un İzâhlı Kronolojik Tarihi" isimli kitabtan:

- "1839 yılında Büyük Mustafa Reşit Paşa, Gülhane Hattı Humayunu ile Tanzimat devrini açtı. Tanzimat idaresi kurallarına göre, beyliklerin kaldırılması lâzımdı. Bu arada Muş'taki bağımsız Beylerbeyi Alâaddin Paşa'nın evlâtlarının da saltanatına son verilecekti."

Aynı eserde, Alâaddin Paşaların tasfiyesinin civar aşiretler tarafından memnuniyetle karşılandığı da belirtiliyor... Henüz gerçek anlamda Kürtlerin tarihi yazılmamış olduğu için, bazı olayların ve gerçeklerin saptırılması, Kemalist görüş çerçevesinde bir takım -Osmanlılar için de olduğu gibi- uydurma yorumlar bir yana, Alâaddin Paşalardan bahsetmemin sebebi, Mirzabey'ler ile akraba, bir şecere kopyasına nazaran da aynı kökten olmaları... Bu husus size iki bakımdan çok şey söylemeli... Birincisi; İslâm davasının kavgacısı olmam bir yana, sizin ölçünüzle de "meseleye sahib çıkmaya çalışıyorsunuz" sözünün muhatabı değilim... İkincisi; hak ve hakikat kaygısını her türlü şoven duygudan üstün tutmam ki, değerlendirmelerime ayrıca kıymet katsa gerek... Bu hususlar göz önünde tutulursa, Kürt aşiretlerin birbirlerini tasfiye hareketleri yanında, sözünü ettiğiniz tasfiyelerin bir Osmanlı karşıtlığı olarak kullanmada sözünün bile edilemeyeceği gerçeğini belirtmemin, tartışma götürmeyeceği açıktır!..

Xxxx

Önceki
Önceki Konu:
Haluk Gerger
Sonraki
Sonraki Konu:
Liceli Fehmi

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu
Popüler Sayfalar:
Son Ziyaretler: