evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Muhammed bin Ali olup, Tebrizlidir. “Şemseddîn” yâni “dînin güneşi” lakabıyla meşhurdur. 1247 (H.645) senesinde Konya’da şehit edildi. Daha ilk mektebe giderken Resûlullah’ın aşkından yemez, içmez olmuştu.
Şems-i Tebrîzî, Ebû Bekr-i Kirmânî’den ve Bâbâ Kemâl-i Cündî’den ilim öğrenip, feyz aldı. Kısa zamanda zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecelere kavuştu.
Şems-i Tebrîzî, seyâhat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması için duâ ederdi. Isrârla yaptığı bu duâların netîcesi olarak rüyâsında; Celâleddîn-i Rûmî’ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması bildirildi. Böylece o, Allahü teâlâya şükürle; “Böyle dosta canım fedâ olsun” diyerek, 1224 senesinde Şam’dan Konya’ya geldi.
Konya’ya gelerek Şekerciler Hanına indi. Günlerini orada geçiriyordu. Kapıda oturup Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekküre daldığı bir günde; Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçiyordu. Celâleddîn-i Rûmî kapı önünde tefekkür hâlindeki, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan Şems hazretlerine baktı, selâm verdi ve yoluna devâm etti. Kendi kendine; “Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var.” diye düşünürken âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı durduran Mevlânâ hazretleri, elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; “Buyurunuz! Bir arzunuz mu var'” dedi. O kimse; “İsminizi öğrenmek istiyorum.” deyince, o da; “Celâleddîn Muhammed!” diye cevap verdi. Mevlânâ’ya Resûlullah ile Bâyezîd-i Bistamî’nin derecelerini sordu. Aldığı cevaplar karşısında kendinden geçti. Bu şekilde tanışmış oldular. İkisi arasında büyük muhabbet hâsıl oldu. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Şems-i Tebrîzî’yi evine götürdü.
Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince:
“Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değilse de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır.” diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor; talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz u nasîhata gitmiyordu. Yanlarına dahi, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekküre dalarlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakkı zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhirî ve bâtınî çalışmaları devâm ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve Mevlânâ’nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ’nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki:
“Bu kimse Konya’ya geleli, Mevlânâ bizi terk etti. Gece gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar, Yanlarına kimseyi de koymuyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-ulemâ’nın oğlu olsun da, Tebriz’den gelen ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağıyla (Mevlânâ hazretlerinin memleketi) Tebriz toprağı bir olur mu' Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir.”
Bu söylentilere Mevlânâ:
“Hiç toprağa îtibâr olunur mu' Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı'” diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya’da kalamayacağını anladı. O çok kıymetli ve mübârek ahbâbını bırakarak Şam’a gitti.
Şems-i Tebrîzî’nin gitmesi Mevlânâ’yı çok üzdü. Böylece aylar geçti. Mevlânâ artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled’i Şam’a göndermeye karar verdi. Sultan Veled, hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam’da, babasının târif ettiği handa, Şems-i Tebrîzî’yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya’da bu hâdiseye sebep olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ’dan çok özürler dilediklerini de sözüne ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, dâveti kabul ederek tekrar Konya’ya geldi. Mevlânâ ile buluştu.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbet ediyorlardı. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi sokmadan, mânevî bir âlemde ilerlemeye başladılar. Halk, Şems gelince Mevlânâ’nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems’e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.
Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâ’yı elviyâlık makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde geçerken halk, Mevlânâ’nın hiç görünmemesinden dolayı Şems’e kızmaya başladılar. Bir gün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled’e:
“Ey Veled! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni Mevlânâ’dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak!” dedi.
1247 (H.645) senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlânâ ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli evliyâlık makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ’ya; “Beni katletmek için çağırıyorlar.” dedi ve dışarı çıktı. Dışardaki bir grup insan, bir anda üzerine hücum ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin “Allah!” diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled’i uyandırıp durumun tedkikini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bu cinâyeti işleyenler yedi kişiydi. İçlerinde, Mevlânâ’nın oğlu Alâeddîn de vardı. Yedisi de kısa bir süre sonra çeşitli belâlara yakalanarak öldüler. Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî’nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Uyanınca, yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Mevlânâ’nın medresesine defnettiler.
Şems-i Tebrîzî’nin kıymetli sözlerinden bâzıları:
“Allahü teâlâya vâsıl olmaya mâni dört şey vardır: 1) Şehvet, 2) Çok yemek, 3) Mal ve makam, 4) Ucb ve gurûr. İşte bunlar kulun cenâb-ı Hakk’a ulaşmasına mânidir.”
“İlimsiz beden, suyu olmayan şehre benzer.”
Şems-i Tebrîzî hazretlerine; “İnsanların en üstünü ve en kıymetlisi kimdir'” diye sordular. Cevâbında:
“Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü teâlâ katında yüksektir: 1) Şükreden zengin, 2) Kanâatlı ve sabreden fakir, 3) İşlediği günahlara pişmân olup, Allahü teâlânın azâbından korkan kimse, 4) Takvâ, verâ’, zühd sâhibi; yâni haramlardan sakınıp, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terk ederek dünyâya zerre kadar meyletmeyen âlimdir.” buyurdu. “Bu kıymetli insanların içinde en üstün olanı hangisidir'” diye sorduklarında; “İlim ve hilm sâhibi âlimlerdir.” buyurdu.
Cömertliği sorduklarında, buyurdu ki: “Dört türlü sehâvet (cömertlik) vardır: 1) Mal cömertliği; zâhidlere mahsustur. Onlar mal verir mârifet yâni Allahü teâlâyı tanımayı alırlar. 2) Beden cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsustur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar. 3) Can cömertliği; şehitlere mahsustur. Onlar da canlarını vererek Cennet’i alırlar. 4) Kalp cömertliği; âriflere mahsustur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar.”
“Dünyâ, insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur. NetîcedeCehennem’e götürür.”
“Âhireti kazanmak için çalışmak lâzımdır ki, bu, insanı Cennet’e götürüp, Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflenmeye sebep olur.”
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.