Şenol Özbek - Bilgiler
08/12/2009 20:19
Yorum

Strateji ve tarihî tecrübeler ne diyor?

ŞENOL ÖZBEK

EMEKLİ YARBAY

ZAMAN 30 Ekim 2007

Osmanlı, dinamik devlet yapısı içinde Kosova önlerine kadar gitmek için harcayacağı güç ve enerjiyi doğrudan İstanbul üzerine teksif etseydi, muhakkak ki bu fetih daha erken gerçekleşebilirdi. Ama bu yapılmamış, zaman zaman yapılan taciz ve kuşatmalara rağmen fetih için 1450'li yıllara gelinmesi beklenmiştir. Bunun sebebi açıktır: Bir yandan, bu süreçte Bizans'ın içinde teşkil edilen Müslüman Türk mahalleleri ve burada görevlendirilen gönül ehli insanlarla Bizans önce içten fethedilmiş, diğer yandan da şehri fethetmekten ziyade fethettikten sonra elde tutmak konusunda stratejinin emrettiği şartlar oluşturulmuştur. Bu tahmin değil, tarihî bir gerçektir ve en büyük delili de Fatih Sultan Mehmet'in, "İstanbul'u elinde bulunduran ülkenin savunma hattı Tuna'dır" sözüdür. Şartların oluştuğuna kanaat getirildiği, yani bir yandan savunma hattı olarak görülen Tuna'nın kontrol altına alındığı, diğer yandan ise Bizans'a "kardinal şapkası görmektense, Türk sarığı görmek isteriz" sözünün söyletildiği gün şehir fethedilmiştir. Bu süreç, Osmanlı Devleti'nin kuruluş felsefesine de damgasını vuran yüksek stratejinin uygulanması konusundaki en önemli örneklerden biridir. İşte o stratejinin fikirle süslenmiş hali sayesindedir ki, farklı dil, din ve ırklara mensup unsurlar, yine aynı stratejinin argümanlarıyla süslü "Türk'ün etrafında birlik projesine" dayalı devlet çatısı altında bir arada, mutlu ve müreffeh yaşatılabilmiştir.

Atatürk'ün güvendiği bölge insanını kaybettik

Günümüzde yine aynı İstanbul'u elinde bulunduran devletimizi idare eden, lakin yüksek stratejinin emrettiği tarihi arka plan fikrine yabancı olan idarecilerimizin ise, uçaklarımızın Tuna semalarına kadar gitme kabiliyetini analiz edebilmesi için, Bosna olaylarının ortaya çıkması gerekmiştir. Sonuçta, bu imkân ve kabiliyete sahip olmadığımız ortaya çıkmış, dolayısıyla tarihi arka plan fikrine dayalı stratejilerden habersiz olduğumuz anlaşılmıştır. Yaşadığımız olaylardan kendimize ders çıkarmamız ve ani bir refleks ile tarihi arka planı yeniden mercek altına yatırmamız ve dolayısıyla ciddi bir strateji değişikliğine gitmemiz gerekirken, bu yapılamadığı ya da yapılmadığı için, arka planın bizi mercek altına yatırması gibi komik ve enteresan bir durum oluşmuştur. Bugün, gerek terör ve gerekse Irak olayları ile ilgili olarak önümüzde duran fotoğrafın, ana hatlarıyla ve sebep sonuç ilişkilerine dayalı tasviri budur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti halen, tarihi arka plan fikrine yabancı bir eda içinde, aynı sülalenin ve hatta aynı ailenin, İngiliz Subaylarınca çizilmiş olan sınırın kuzeyinde kalanlarını Türk, güneyinde kalanlarını ise Kürt şeklinde niteleyen ve güneyde kalanların daha güneyinde Türk bulmak sevdasına tutulan idarecilerden kaynaklanan sıkıntıları yaşamaktadır. Güneyi kucaklayıp bağrına basmadan, onun daha güneyini nasıl kucaklayabileceğimizin teknik izahını ise bu güne kadar kimse yapamamıştır.

Güney sınırının tespiti için yapılan görüşmeler esnasında Atatürk, Irak'ın kuzey bölgesinde yaşayan halkın Türkiye'ye katılmak istediğinden o kadar emindir ki, güney ya da daha güney ayırımı yapmaksızın bölgede plebisit yapılmasını istemiştir. Bunun uygulamaya konulması İngiliz siyaseti sayesinde engellenmiştir. İşte tam burada üzerine kafa yormamız gereken husus, Türkiye'ye katılma isteği hususunda dün Atatürk'ün kendisinden emin olduğu, bunun doğal sonucu olarak da daha sonraki yıllarda Türkiye'nin manevi vatandaşı konumuna gelmesi gereken bu kitlenin, ne yapılarak ya da ne yapılmayarak başka güçlerin kucağına itildiğidir.

Devlet hayatında keşkelerin yeri yoktur. Ama keşke Türkiye, Saddam bu kitlenin üzerine saldırdığı zaman da sınıra asker yığabilse ve tarihi akrabalık bağları ile bağlı olduğu bu kitlenin telef edilmesine asla göz yummayacağını bütün dünyaya açıklayabilseydi. Keşke Türkiye, Ermenistan Karabağ'da Azerileri katlederken de sınıra asker yığabilse ve Ermenistan'ın Karabağ'ı derhal terk etmemesi durumunda sınırı tanımayacağını bütün dünyaya haykırabilseydi. Daha doğrusu keşke Türkiye o günlere hazır olabilseydi. Olamazdı, çünkü öyle bir vizyona sahip değildi. Hayali iç tehdit değerlendirmeleriyle yıllarını heba eden, tarihi arka plandan bahseden insanlara devlet eliyle ırkçı, Turancı, ümmetçi yaftalarını yapıştıran, kendi insan gücünü tehdit ve tehlike olarak gören bir Türkiye'nin o günlere hazır olması hayalden öteye gidemezdi...

Geldiğimiz nokta itibarıyla, iç içe geçmiş, hepsi birbiriyle yakından ilgili bir sorunlar yumağı önümüzde durmaktadır. Türkiye ya bu sorunları profesyonel kadroların elinde ve stratejinin ışığında nihai çözüme kavuşturacak ve kemiyette olmasa bile keyfiyette büyüyecek, ya da çözüme kavuşturamadığı takdirde hem kemiyet hem de keyfiyet itibarıyla küçülecektir. Burada maksadımız felaket tellallığı yapmak değil, felaket tellallığı yapanların Türkiye'yi hangi kavşak noktasına getirdiğinin tespitini yapmaktır. Daha dün, terör örgütü mensuplarının dağlarda silahla değil gitarla gezdiği ve çok sanatsever çocuklar olduğu imajını yaymaya çalışanlar, bugün, hedefin doğrudan doğruya Barzani olması gerektiğini dillendirmektedir. Daha da enteresanı, hükümetin ısrarla, hedefin ne Irak ne de başka bir grup değil doğrudan doğruya terör örgütü olduğunu ısrarla vurgulamasına rağmen, doğrudan Barzani'nin hedef alınması yönündeki bu çağrı, devlet içinden destek görebilmektedir. Türkiye, kısa bir zaman dilimi içinde, anayasa değişikliği de dâhil olmak üzere hangi reformları yapması gerektiğinin tartışmasını yapan bir ülke olmaktan çıkmış, doğrudan Barzani, Irak ve hatta ABD ile çatışmanın içine doğru sürüklenen, akıllı ve mantıklı olunması gerektiğini söyleyenlerin korkaklık ve hainlikle suçlandığı, şuurun sesinin sessizliğe mahkûm edildiği bir ülke konumuna gelmiştir.

1877-1878'de Mithat Paşa ve avaneleri

Sözlerimizden, ABD ve onun projeleri karşısında teslimiyetçi bir tavır sergilenmesi ve terör örgütünün bölgedeki faaliyetlerinin görmezden gelinmesi yönünde bir mana çıkarılmamalıdır. Başka bir ülke topraklarında da olsa terör örgütüne karşı operasyon yapılması başka şeydir, o ülkede yaşayan gruplarla çatışmayı göze almak daha başka bir şeydir. Şu hususun bilinmesinde fayda vardır ki, başka bir ülkede gerçekleştirilecek herhangi bir operasyonun, o ülkedeki yerli unsurlarla desteklenmedikçe başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu kaidenin kesinliği ortada iken, eski Irak anayasalarında da "Kürt Otonom Bölgesi" olarak tanımlanan bir bölgede yaşayan insanların, yetkili ve yetkisiz ağızlarca sürekli aşağılanmasının Türkiye'ye nasıl bir avantaj sağladığı hâlâ anlaşılabilmiş değildir. Bu mantığın ve aynı mantığın yönlendirdiği askerî bir operasyonun, Türklerle Kürtlerin yüzyıllara dayanan birlikteliğine ve yaşadığımız bölgedeki istikrara nasıl bir darbe vurabileceği ayrıca irdelenmelidir.

Türkiye, iç dengelerini de sarsacak şekilde, 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi öncesinde oluşturulan şuursuzluk zeminine doğru kaymaktadır. Bu savaş öncesinde de Mithat Paşa ve avaneleri, savaş kararına imza atmak istemeyen padişahı korkaklık ve hainlikle suçlamaya kalkmış, önce medrese talebelerini, daha sonra halkı sokaklara dökerek padişahı savaş kararını imzalamak zorunda bırakmıştır. Neticede tarihin en büyük toprak kaybıyla baş başa kalınmış ve Osmanlı'nın yıkılışının temelleri atılmıştır. Aynı savaşın, güya savaştan galip çıkan Rus Çarlığı'nın yıkılış sürecini de başlattığı unutulmamalıdır. Savaş, her hal ve şart altında en son tercih edilen yöntem olmalıdır. Sun-Tzu'nun "düşmanı savaşmadan yenmek ustalığın doruk noktasıdır" sözünü sürekli hatırlamak ve hatırlatmakta fayda vardır. Kitle mantığı açısından üzerinde durulması gereken bir başka konu ise, böyle bir operasyon ile terörün ve terör örgütünün kökünün kazınacağı şeklinde kamuoyunda oluşan ya da oluşturulan yanlış kanaattir. Terör örgütünün, gerekli hazırlıkları yapmak için uygun olan bir bölgeyi kendisine mesken tutmuş olması muhakkak ki önemlidir ama Türkiye'nin, nerede ve hangi hazırlığı yaparak gelirse gelsin, nereden gelirse gelsin, geleni geldiğine pişman edecek bir terörle mücadele konseptine kavuşamamış olması bundan çok daha önemli ve sorgulanması gereken bir husustur.

AÇIKLAMA

CEVİZ KABUĞUNA CEVABIMDIR

24.09.2006

E.Yb.Şenol ÖZBEK

senolozbek@hotmail.com

Bir kısmı milletvekili olmak üzere çeşitli siyasi parti temsilcilerinin de konuk olarak katıldığı, 01-02 Eylül 2006 tarihli Ceviz Kabuğu programında, Lübnan’a asker gönderilmesi konusu tartışılıyor. Programın kendisinden ziyade konuya verdiğimiz önem dolayısıyla pek çok insan gibi biz de ekran başındayız.

Önce şunu belirtelim ki, böyle bir konunun değerlendirmesi yapılırken başvurulması gereken üslup şudur: Milli menfaatler esas alınarak, bir durum muhakemesi mantığı içinde fayda ve mahzurlar ortaya konulur ve bunların mukayesesini yapmak suretiyle de bir sonuca ulaşılır. Fayda ve mahzurları ortaya koyarken, dar zaman veya alan mantığıyla düşünülmez. Çünkü bu gün için mahzur gibi gözüken bir şey yarın size fayda olarak dönebilir veya o alanda mahzurlu gibi gözüken bir şey başka alanda size çok büyük bir fayda sağlıyor olabilir. Bu karmaşık denklemin çözülmesi, analitik düşünceyi ve başta stratejistler olmak üzere pek çok uzmanın, o düşünce düzleminde olayı aynı anda yorumlamasını gerektirir.

Peki, programda ne yapılıyor? Program sunucusundan ziyade bir katılımcı gibi davranan program sunucusu başta olmak üzere bazı katılımcılar, konuyu analiz etmek suretiyle doğrunun ne olduğunu bulmaktan ziyade, kendi tezlerinin doğruluğunu ispat için delil aramak gibi bir gayretin içine giriyorlar. Bu üslup dairesi içinde sık sık başvurulan ve vurgu yapılan argümanlardan biri de “anaların gözyaşı ve Mehmetçiğin kanı”. Hatta programa telefonla katılan bir siyasi partinin genel başkan yardımcısı, “Lübnan’a asker gönderilmesi konusunu başbakanın analara sorması gerektiğini” dahi söylüyor.

Birazcık da olsa bu işler uğruna beyin teri dökmüş hiç bir kimse, böyle bir üslubun, analitik düşüncenin mercek altına yatırdığı modern ve derin strateji ile akrabalığından söz edemez.

Programı seyrederken, DYP temsilcisinin olayla ilgili daha ilmi analizler yaptığını, sorumlu siyaset anlayışıyla olaya yaklaştığını gözlemliyor ve programa, bu duygularımı ifade eden bir faks çekiyorum. Faks metni aynen şöyle: “DYP Temsilcisine! Sokaktan yükselen sloganların değil, tarihi tecrübeler ile modern ve derin stratejinin ışığında yapmış olduğunuz tespit ve değerlendirmelerden dolayı sizi kutluyorum”. Ve tabi ki programa telefonla katılmak yönündeki istediğimi de bildiriyorum.

Faksımda geçen “sokaktan yükselen slogan” tabirinin ne manaya geldiği açıktır. Daha önce kaleme aldığımız “Bilgi Harbi” başlıklı yazımızda net bir şekilde ifade ettiğimiz üzere, “bir kısım faaliyetler sayesinde, ülkelerin sosyal, kültürel, iktisadi ve siyasi hayatına milli hedef ve menfaatler doğrultusunda şekil verilebilmesi, kitlelere sağlanan inisiyatif ile ülke politikalarının belirlenmesinde idarecilerin pasif ve güdülen konumuna itilmesi” kastedilmektedir. Birçok fikir adamı tarafından, “şuursuz kitlelerin savaş çığlığı ve de şuursuz sevgilerin ve şuursuz nefretlerin besin kaynağı” şeklinde tarif edilen sloganın, bu kast içindeki yeri ve konumunun ne olduğu, bu işin uzmanları başta olmak üzere herkesin malumudur.

İlerleyen saatlerde telefonumuz çalıyor ve lütfen televizyonunuzun sesini kısınız ikazıyla birlikte programa dahil oluyoruz. Konuşmamın başında, birincisi konunun tartışılma biçimi diğeri ise Lübnan’a asker gönderilip gönderilmemesi gerektiği olmak üzere, iki başlık altında değerlendirme yapacağımı söylüyorum. Müteakiben de bir kısmı programa katılan konuklar ve program sunucusu ile karşılıklı polemik ve eleştiri halinde olmak üzere konu hakkında değerlendirmelerde bulunuyorum.

Konuyu değerlendirirken: milli gücü sadece siyasi ve coğrafi sınırlar içinde aramanın yanlış olduğu; Milli güvenliğin sınırlarının artık siyasi ve coğrafi sınırlar ile sınırlı olmadığı; ilerden savunma konsepti dediğimiz bir anlayış çerçevesinde, sınırların ötesinde güvenlik koridorlarının veya güç merkezlerinin oluşturulmasına bağlı bir savunma anlayışının gelişmiş durumda olduğu; Atatürk’ün de bu şekilde davrandığı ancak Atatürk’ten sonra bu anlayışın terk edildiği ve Türkiye’nin savunma anlayışının, tamamen içe dönük ve mevcut coğrafi sınırlara dayalı bir savunma anlayışı ile baş başa bırakıldığı; Türkiye’nin bu güne kadar ortaya koyduğu bir takım argümanların, tarihi tecrübelerin veya modern ve derin stratejinin ışığında değerlendirilmediği, sokaktan yükselen sloganlar ile politikalar tayin edildiği yönünde açıklamalar yapıyorum.

“Yüzüğün hangi parmakta taşındığında dahi keramet arayan” ünlü sunucu derhal olaya el koyuyor ve sokaktan yükselen slogan tabirini, sokaktan yükselen ses şekline dönüştürerek, “bu tabirle Cumhurbaşkanını mı kastediyorsunuz” diye soruyor. Galata Kulesini bostan kuyusu olarak takdim etmekten daha galat bu kasıtlı çarpıtma karşısında, mantık ilmi adına o anda alnımdan birkaç damla hicap teri aktığını söylemeliyim.

Kendimi topluyorum ve “emekli bir asker olduğumu, nihayetinde devlet terbiyesiyle büyütülüp yetiştirildiğimi, devletin Cumhurbaşkanını hor ve hakir görecek bir cümleyi veya o kasıtta bir cümleyi sarf etmemi benden beklemesinin yanlış olduğunu” söylüyorum. Ama diyor, “Cumhurbaşkanı sizin söylediklerinizin tam tersini söylüyor”. Tefekkürden nasibini almış feraset sahibi insanların, “ey üstün idrak neredesin?” dediği nokta bu olsa gerek. Mantığa bakar mısınız? Mevzu, bir şeyi zıddıyla tarif etmekse eğer, niye Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkan bazı kitlelerce atılan sloganlar, hatta bu konuda gösteriler dahi yapan PKK Terör örgütü veya bu örgüte müzahir bazı çevreler değil de Sayın Cumhurbaşkanı? Güya ünlü sunucu, tezlerine haklı deliller bulmak adına polemik yapıyor. Ama bilmiyor ki, polemiği “terbiye kurallarını hiçe sayan savaş” şeklinde tarif edenler bile onun ruhunun samimiyet ve dürüstlük olduğunu söylemişlerdir.

Ortaya koyduğum fikir ve nitelemeleri zıt tarafıyla Sayın Cumhurbaşkanına yoran irade, aynı fikir ve nitelemeleri benzer tarafıyla da Sayın Başbakana yormayı ihmal etmiyor. “Bu tür konuların modern ve derin stratejinin ışığında değerlendirilmesi gerektiği, analar ağlar veya askerimiz ölür gibi kavramların ön plana çıkarılmasının yanlış olduğu” yönündeki sözlerime, “onu sizin savunduğunuz Sayın Erdoğan söylüyor” diye cevap veriyor. Biz, bu değerlendirmeleri Sayın Erdoğan’ı savunmak gayesiyle söylemediğimizi net bir şekilde ifade etsek de o ısrarla tekrarlıyor: “savunuyorsunuz!”.

İşte burası mantık ilminin iflas ettiği noktadır. “Lübnan’a askerin gitmesini savunmak ya da karşı olmak, siyasetin bir kanadında olmayı ya da o kanadı savunmayı mı gerektirmektedir? Eğer öyleyse, Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkan PKK hangi siyasi kanatta yer almaktadır?” diye sormazlar mı adama.

Ünlü sunucu devam ediyor ve “Bu tür konuların değerlendirilmesinde, analar ağlar veya askerimiz ölür gibi kavramların ön plana çıkarılmasının yanlış olduğu” yönündeki sözlerime dayanarak, kendisini Mehmetçiğin ve şehit analarının müdafii, beni ise zıt bir kutbun temsilcisi gibi gösterme gayreti içine giriyor. “Lübnan’daki analara kıyamadığım ama Türkiye’deki şehit analarının ağlamasına karşı duyarsız kaldığım” yönünde suçlamalarda bulunuyor ve dahası, askeri kimliğimi sorgulayacak derecede küstahlaşıyor. Öyle ya üniformayı yıllarca taşıyan sanki ben değilim de O. Mehmetçikle ölüm yolculuğuna çıkmak zevkini ve şerefini yaşayan da O. Kışın karın 2-3 metreye ulaştığı dağlarda kendisine emanet edilen Mehmetçiğin her türlü derdiyle dertlenen de O...

Fikrin gözyaşıyla akrabalık kurduğu nokta da bu olsa gerek...

Kendisine, “demagoji yaptığını ve bunu da becerdiğini” söylüyorum. “O analar ve o anaların çocukları bizi tanırlar” dediğim anda da yayınla olan irtibatım aynı sunucunun ikazı üzerine kesiliyor.

Göğe yükselemeyen fikirler yerde sürünmeye mahkumdur misali, sürekli olarak dip dalgasından bahseden ünlü sunucunun dibe vurması asıl bundan sonra başlıyor. DYP temsilcisine hitaben yazdığım ve içinde Sayın Cumhurbaşkanı ile ilgili en ufak bir sözcük dahi bulunmayan yukarıdaki faks metnini seyircinin gözüne doğru tutuyor ve “buraya göndermiş faksı var işte, sokaktan yükselen slogan diyor Cumhurbaşkanının açıklamasına” demek gibi bir garabetin içine düşüyor.

Söz söyleme hakkı gasp edilmiş bir insan olarak bize, bu komediyi gülerek izlemek düşüyor... Ama komedi burada bitmiyor ki...

Bir dahaki yazımızda devam edeceğiz.

Önceki
Önceki Konu:
Mehmet Malmisanıj
Sonraki
Sonraki Konu:
Çağın Özkan

Yapılan Yorumlar

Henüz kimse yorum yapmamış.

Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.

Yorum Yapın

Güvenlik Kodu