Siyasal ekoloji; doğal ve insan elinden çıkmış çevreye ilişkin bütün sorunların, iktidar mücadelesinde başarı elde etmek amacıyla politize edilmesi gayretlerini inceler. Çevreye halk tarafından gösterilen ilginin düzeyine bağlı olarak, kimi ülkelerde çevre sorunları devlet politikalarının konusu olmuş ve kamu örgütlerinin sorumluluğuna bırakılmıştır. Kimi ülkelerde, çevreyi korumak ve geliştirmek amacında olan siyasal partiler kurulmuştur. Kimilerinde ise, çeşitli baskı grupları, kamuoyunu, seçimlerde sonuç almak üzere etkilemeye çalışmaktadır. Temiz hava, yeşil çevre, nükleer santraller gibi konularda protesto eylemlerinde bulunan baskı gruplarının kamuoyu üzerinde, ülkeden ülkeye değişen etkileri olduğu görülmektedir. Her ülkede geçerli olan sistemin, kapitalizm ya da sosyalizm olması, siyasal rejimlerin katılımcı ya da otoriter olması, çevre sorunlarının siyasallaşma derecesine etki yapmaktadır.
Ekoloji temasına dayanan veya amaçları arasında ekolojik değerlerin korunması da bulunan siyasal hareketlerin ülkeler arasında karşılaştırmalı olarak incelenmesi, yalnız bilgi eksikliklerini gidermekle kalmaz, siyaset bilimi kuramına katkılar yapacak veriler de sağlar. Ayrıca, bu tür çalışmaların, uygulanacak politikaların belirlenmesinde yol gösterici etkileri olur. Karşılaştırmalı Siyasal Ekoloji, Karşılaştırmalı Siyaset Biliminin kullandığı yöntemlerden yararlanır.
Çevrenin korunması ve geliştirilmesi amacıyla siyasal iktidarları etkilemek ve ele geçirmek isteyen akımlar, her ne kadar son 20-25 yılda örgütlü olarak ortaya çıkmışlarsa da, dayandıkları değerler, insanlık tarihinin her zaman sahip olduğu değerlerdir. Çevre korumanın kökeninin, bu sebeple çok eskilere gittiği söylenebilir. Kutsal kitaplarda yeryüzünün bütün
nimetlerinin insanların istifadesi için yaratıldığı yazılıdır. Bu ilkenin, doğal çevrenin ve kaynakların ısrafına yol açtığını ileri süren bazı filozoflar da vardır.
Öte yandan, 17. ve 18. yüzyıl düşünürlerinin eserlerinde, çevre değerlerine duyulan ilginin ilkel tohumlarını görmek mümkündür. Meselâ, John Locke ve Adam Smith, liberal doktrinin dayandığı düşünceleri, Batı'nın zenginliğinin zirvede bulunduğu 1750-1850 yıllarını kapsayan dönemde geliştirmişlerdir.
a) John Locke, mülkiyet hakkının bir toplumsal hak olduğunu kabul etmekle beraber, insanlığın ortak malı olan değerlerden yararlanabilmek için, herkesin kendi malını başkalarına zarar vermeyecek şekilde kullanmak zorunda olduğuna dikkat çekmiştir. Çağdaş anayasalardan bir çoğunda yer alan mülkiyet hakkının, toplum yararına aykırı olarak kullanılamayacağı ilkesinin geliştirilmesinde, bu fikirlerin etkili olduğu kuşkusuzdur.
b) Adam Smith ise, John Locke'tan daha iyimserdir. Onun düşünce sistemi, kaynakların bolluğunu veri olarak alır. Gerçekte, liberalizmde de, sosyalizmde de, kaynak kıtlığı söz konusu değildir. Değişmez veri, bolluktur. Bu sistemlerin ayrıldıkları nokta, üretimin nasıl artacağı ve sınırsız insan isteklerinin nasıl karşılanacağıdır.
c) Thomas Hobbes ise, Leviathan adlı eserinde, insanların, talep ettiklerinden daha az mal bulmaları durumunda savaşmak zorunda kalacaklarını yazar. Bu karamsar görüşün en önemli temsilcisi, kuşku yok ki, Thomas Malthus (1766-1834)'tur. Nüfusla besin maddelerinin artış hızlarını karşılaştırarak, karamsar sonuçlara varır. Daha çağdaş düşünürlerden Garret Hardin, kaynakların korunmasındaki başarısızlığın, kaçınılmaz olarak bir trajedi ile sonuçlanabileceğini belirtir. Nüfus Bombası adlı yapıtıyla hızlı nüfus artışının tehlikelerine dikkat çeken Paul Ehrlich, yeni Malthusçulardan sayılmaktadır. Bu siyasal, ekonomik ve demografik düşünceler, yeryüzünde bireyciliğin altın çağının son bulmuş olduğunu düşündürmektedir. Bu sebeple, insanlığın mutluluğu için, çağdaşlaşma öncesine, kapalı bir döneme geri dönülmesi gereğinden söz edenler bile vardır.
d) 18. yüzyıl düşünürlerinden Jean Jacques Rousseau'nun sözünü ettiği genel irade (general will) kavramı, insanın, bencilliğini bir yana bırakarak, toplum yararı için doğru saydığı yönde davranmasını gerektiren bir ilkedir. Oysa, insanın, kendi çıkarlarına hizmet etmesini içeren ortak irade (will of all) kavramı, kamu yararı ile bağdaşmaz.
Bu sebepledir ki, Rousseau, bireylerin, kendi bencilliklerinin sonuçlarına karşı korunmaları gerektiği üzerinde durmuştur. Bu ise, bir toplumsal anlaşma (contract social) çerçevesinde, özgür ve eşit bireylerin bireysel haklarını en iyi biçimde koruyup, bunlardan barış içinde yararlanabilecekleri, toplumsal âhengi geliştirebilecekleri bir sözleşme yapmalarına bağlıdır. Çünkü, zorlayıcılık, Batı'nın temel değerlerine ters düşmektedir.
İnsanların kendi özgür iradeleriyle bencilliği bir yana bırakmalarını anlatan özgecilik (diğerkâmlık) yeterli bir güvence olamaz. İdeal olan, insanın kişiliğini, toplumun iyiliğine en iyi hizmet edecek şekilde geliştirebilmektir. Kişi, elbette kendi mutluluğunun arkasında koşmak hakkına sahiptir ama, bir "laissez-faire" sistemi içinde, bu toplumun varlığını tehlikeye düşürebilir. Çevrenin, uygarlık, tarih ve doğa değerlerinin korunması isteniyorsa, bireysellikten vazgeçilmelidir. İhtiyaç duyulan şey, bir tür ekolojik sözleşme (contract êcologique)'dir.
Nasıl, 17-18. yüzyıl düşünürleri kentsoylu sınıfların durumunu korumak, onları söz sahibi kılmak için toplumsal sözleşmeyi keşfettilerse, bu ekolojik sözleşmeyi yaratarak, yalnız insanla insan arasında değil, insanla doğa arasında da bir denge kurmanın zorunlu olduğu ortaya atılmıştır.
Sanayi Devrimi'nin 19. yüzyıl Batı toplumlarının ekonomik ve toplumsal yaşamlarında yarattığı sonuçları gidermek amacıyla, Pierre Joseph Proudhon, Robert Owen, Saint Simon, Charles Fourier gibi kimi düşünürler, bazı yeni yerleşim modelleri ileri sürmüşlerdir. Ekolojik ütopya diye adlandırılan bu hayalci sosyalistlerin öngördüğü modeller, kendi kendini yöneten, küçük küçük yerel topluluklardan meydana gelen eko-sistemle bütünleşmiş, kişilerin maddi ve manevi kişiliklerini geliştirmelerine elverişli bir ortam olarak sunulmuştur. Bu kişiler, sorunu, kapitalist sistemin mantığı içinde çözmeye çalıştıkları için, ütopyacı olarak adlandırılmışlardır. 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında "Bahçe Kentler" adlı kitabıyla, yerleşim bilimleri alanında çığır açan, yeni şehirler düşüncesine yol açan Ebenezer Howard da, bunlar arasında sayılabilir.
Çevreye karşı ilginin ve ilk çevrecilik akımlarının, doğaya ve doğanın korunmasına gösterilen ilgi şeklinde, 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktığı söylenebilir. İngiltere'de daha 1865'te yeşilliğin ve orta mallarının korunması amacıyla bir dernek kurulmuştur. Amerika Birleşik Devletleri'nde de, Sierra Club, Audubon Society, Izaak Walton League gibi gönüllü kuruluşların ortaya çıkışı aynı tarihlere rastlamaktadır.
Gelişen bu akımlar arasında, romantik korumacılığın (conservation), çevrecilikten (environmentalism) ayırdedilmesi gerekir. Birincisi, 1890-1930 yılları arasında, avcılık, balıkçılık, milli parkçılık akımı biçiminde gelişmiştir. Bunun bir kolu, doğal kaynakların akılcı kullanımını amaçlarken, öteki kolu da daha çok eğlenme ve dinlenmeye yönelik (rekreatif) bir amaç güdüyordu.
Oysa, 1960'lardan sonra gelişen çevrecilik akımı, çok daha geniş kapsamlıdır ve bunda, hem geleneksel korumacılığın izleri, hem de halk sağlığı kaygılarının büyük payı vardır. Birçok hastalıklara çevre koşullarının yol açtığı görüşü de, bunda etkili olmuştur. Türkiye'de de, 1930'lu yıllarda başlayıp uzun süre devam eden bir belediyecilik anlayışı, geniş ölçüde, halk ve çevre sağlığı konusunu ön planda tutmuştur.
Çevreciliğin yeni boyutlar kazanmasına etki yapan önemli bir etken de, II. Dünya Savaşı'ndan sonra, DDT, pestisidler, yapay gübreler, öteki yapay plastik maddeler gibi malların üretiminin çok artmasına gösterilen tepkidir. Amerika Birleşik Devletleri'nde Audubon Society'nin üye sayısı 1966'da 45 binden 1975'de 321 bine (yalnız 1970-1971 yıllarında 70 bin artış), Sierra Club'ınki ise, aynı dönemde 35 binden 147 bine yükselmiştir. Sanayileşmenin sonuçları Batı toplumlarında daha çok etki yapmaya başlayınca, bundan çevreci akımların yararlandığı söylenebilir.
1960'ların sonlarındaki öğrenci hareketleri, Avrupa'da barışçı akımların gelişmesine yol açtı. Nükleer silâhlara ve atom enerjisine tepki de buradan doğdu. Akıma öncülük edenlerin çoğunluğu gençler olmakla beraber aralarında Paul Ehrlich, Barry Commoner gibi orta yaşlılar da vardı. Bunların en çok ilgi duydukları konular, nüfus ve kaynak ilişkisinin giderek bozulması ve yaşam kalitesinin yükseltilmesiydi. Bunlara çözüm bulabilmek, ekonomik liberalizmin iyimserliğinin reddedilmesini gerektirmekteydi.
Çevreciliğin 1960'lar sonrasındaki gelişmesinde aydınların da önemli rolü vardır. Bertrand de Jouvenel adlı gelecek bilimci (futurologiste), John Kenneth Galbraith gibi bir ekonomist bu alanda önde gelen isimlerdir. Meadows'un kaleme aldığı Roma Kulübü Raporunda yer alan "sıfır büyüme" önerisi (1972), aynı kulübün Mesaroviç tarafından yayımlanan "Mavi Kopya" (Blueprint) adlı ikinci raporu (1976) ve nihayet E.F. Schumacher'in "Küçük Güzeldir" adlı eseri (1973), karamsar yaklaşımla, global bir nüfus stabilizasyonu gereğine dikkat çekmişlerdir.
Birleşmiş Milletler tarafından kurulan Dünya Çevre Komisyonu'nca, 1987'de yayınlanan "Ortak Geleceğimiz" (Our Common Future) adlı kitapta da, benzer bir yaklaşım vardır. Yine, Birleşmiş Milletler'ce düzenlenen, 1972 tarihli Stockholm Çevre Konferansı, çevreye ilişkin konuların siyaset ve ideoloji ile ilgili olduklarını gösteren önemli bir aşamadır.
1970'li yıllar, çevre sorunlarının siyasal ve ideolojik boyutlarının geniş ölçüde tartışma konusu yapıldığı yıllardır. H.M. Enzensberger'in değerlendirmesine göre, "Büyümenin Sınırları" (Limits to Growth) ve "Sıfır Büyüme" gibi sloganlar, bireyci batı toplumlarının, kendi zenginliklerini borçlu oldukları sanayileşmeden ve şehirleşmeden kaçıp kurtulmak istemelerinin bir ifadesidir. Bunlar, Üçüncü Dünya Ülkelerini az gelişmişliğe mahküm etmek için öngörülmüş tuzaklardır. Gelişmekte olan ülkelerin kalkınma planlarındaki sanayileşme tercihlerine karşı çıkılmasında, onların tarımla ve turizmle kalkınmasını ileri süren uluslararası kuruluşların davranışlarında da bu çelişkili çıkarların payı büyüktür.
Çevre sorununun sadece teknik bir konu olmadığı, ekonomi ve kalkınmayla yakından ilgili bulunduğu açıktır. Kimi düşünürler, çevreye gösterilen aşırı ilginin, toplumdaki temel çelişkileri halkın gözünden kaçırmak sonucunu doğurduğunu öne sürerler. Bu sebeple, çevre konularıyla uğraşanların, sorunun bütün boyutlarını dikkate almayı ihmal etmemeleri, hataları önleyebilir.
Çağdaş çevrecilik (environmentalism) akımı, toplumda her türlü çatışmayı (conflict) reddeden, âhenge, dengeye ve barış içinde birlikte yaşamaya dayanan bir kavramdır. Bugün, Siyaset Bilimi kuramında uzlaşma (concensus) nın yerini geniş ölçüde, çatışma (conflict) almış olduğu halde; 1960'lı yıllarda, bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin farklı ideolojileri birbirlerine yaklaştırdığı, aşırı ideolojilerin "sonunun gelmiş olduğu" yolunda görüşler geliştirilmiştir. Çevrecilik akımının kökeninde de, toplumsal birlik ve beraberlik, uluslararasında kardeşlik gibi yüce insancıl değerler vardır. Çevre sorunları, evrensel olarak, üzerinde herkesin birleşebileceği değerler olarak kabul edilmektedir.
Siyasal ve toplumsal sistem ayrılıkları, çevre bunalımlarını çözmeye bir engel olarak görülmüştür. Aldous Huxley, çevre sorunlarını çözebilmek için, dikkatlerin politik konulardan biyolojik konulara kaydırılmasını savunmuştur. Sir Frank Fraser Darling de, milliyetçiliğin, çevre ve nüfus sorunlarını yapıcı biçimde çözmeye engel olduğunu öne sürmüştür.
Bütün bu görüşler, sistem ve düşünce ayrılıklarının yararlı olmadığını göstermek için ortaya konmuştur. Ama, bu siyaset dışı, ideoloji ötesi ve o ölçüde de gerçekçilikten uzak gibi görünen bakış açısı, Üçüncü Dünya ülkeleriyle gelişmiş ülkeler arasındaki, bir başka deyişle Güney ile Kuzey arasındaki payı, gelişme düzeyi ve çıkar ayrılıklarını gizlemeye yetmemektedir. Günümüzde, çevre sorunları çerçevesinde de olsa, ulusal çıkarları arka plana atmak, görmezlikten gelmek mümkün değildir.
Gerçekten, çevre yönetiminin sadece teknik sorunları gibi görünen sorunların ardında, çoğu kez, pazar ekonomisinin irrasyonelliklerine karşı radikal protesto hareketlerine yol açan değer yargıları, siyasal tavırlar ve ideolojiler bulunduğuna çevreciler işaret etmektedir.
Uluslararası platformda tartışılmakta olan bütün bu konular, özellikle Batı Avrupa ülkelerinde, iç politika da önemli tartışma konuları arasına girmiştir. Toplumların çevre konularına duyarlılıkları arttıkça, bu alanda siyasal kutuplaşmaların da geliştiği dikkatleri çekmektedir. İç ve dış dinamiklerin de etkisiyle, kimi ülkelerde çevre teması etrafında siyasal örgütlenmeler ve partiler gelişirken; kimi ülkelerde partileşmeksizin siyasal eylemde bulunmayı tercih eden hareketler belirmiştir.
Öncelikle elinize sağlık,faydalı bir içerik olmuş ama daha kısa (özet şeklinde) olabilirdi. Detaylar ve örnekler üzerinde çok durulmuş gibi geldi bana.