Alm. Schuld (f), Vergehen, Delikt (n), Sunde (f), Fr. Faute (f), Delit (m), Péché (m), İng. Fault, Crime, Sin. Hukuk nizâmı içinde, cezâlandırılmış fiil, hareket; ahlâka ve dîne aykırı davranış. Hukûkun bir târifi de, “adâlete hâdim bir beşerî hayat nizâmı” şeklindedir. Cemiyetle hukuk birbirinin ayrılmaz parçası olduğundan, hukuksuz beşerî hayat tasavvur edilemez. Suç; adâlete, dolayısıyle cemiyete yönelmiş bir sosyal tehlikedir. Hukuk düzeni; bu tehlikenin önüne geçmek için suç, tehlike olarak nitelendirilen fiillere müeyyide uygular, cezâlandırır.
Sâdece hukuk değil, hukûkun kaynaklarından olan örf ve ahlâka aykırı olan fiiller de suçtur. Ancak şu farkı belirtmek gerekir. Hukuk, insanların ictimâî, müşterek hayâtını hâricen tanzim eden, zorlayıcı kurallardır. Buna karşılık örf, ilgililerin arzu ve ihtiyaçlarına terk edilmiş konvansiyonel (uyuşmaya dayanan) bir nizamdır. Fakat örfün de tesirli bâzı zorlayıcı vâsıtaları vardır. Meselâ, efkârı umûmîyenin (kamuoyunun) bir şeyi boykot etmesi gibi.
Ahlâkî kıymet hükmünün hakîkî hâkimiyet sahası ise insan rûhudur, iç âlemidir. Çocuğun ıslah evine kapatılarak özel bir ihtimâma tâbi tutulması, onun iç âleminin çığırından çıkmış olması sebebiyledir. Buradan anlaşılıyor ki, hukukun dışa dönüklüğü karşısında ahlâk daha ziyâde içe dönüktür. Günümüz hukukçuları arasında revaçta olan görüşe göre, cemiyetin teşekkülünde rol oynayan en önemli faktör suç ve cezâlardır. Bu görüşe göre insanlar, suçu cezâlandırma yetkisinin fertler üstü bir kuvvete (devlete) verilmesi için aralarında bir sosyal ve siyâsî sözleşme yaparak cemiyeti kurmuşlar, böylece ferdî hayattan ictimâî hayâta geçmişlerdir.
Fakat bu görüş bir teoriden ibâret kalmakta ve ispat edilememektedir. Zîrâ bahsedilen bu sosyal sözleşmenin ne zaman, kimler tarafından ve nasıl hazırlandığı, hükümlerinin tam olarak ne olduğu bir meçhuldür. Çünkü her şey faraziyeye dayandırılmaktadır. Bu görüştekilerin en fazla savunabildikleri şey, kendisini hedef alan suçun fâilini, mağdurun bizzat kendisinin cezâlandırmaya kalkmasının işlenen suç kadar tehlikeli olduğudur. Zîrâ öfkeye kapılan mağdurun, suçun sınırlarını çok aşan bir cezâlandırmaya kalkışacağı kat’idir. İşte bu sebeple de suçun cezâsı, mağdurdan gayri bir merci tarafından verilmelidir. Bu öyle bir merci olmalı ki, kimse yetkisine ve dürüstlüğüne itiraz etmesin. Bu sebeple de bu mercinin fertler üstü olması lâzımdır. Bu merci devlettir.
İlâhî dinlere göre bu görüşler bir kıymet ifâde etmemektedir. İnsanları yeryüzünün hâkimi kılan Allahü teâlâ, onları cemiyet hâlinde yaratmıştır. Bu cemiyetin hayat tarzını da yine O vâz etmiştir. İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselama vahiy yoluyla insanların saadetleri için uymaları zarûrî olan kânunları, bildirmiştir. Zâten dînin târifi de buradan anlaşılmaktadır. Din: “Allahü teâlâ tarafından vâz edilmiş ilâhî bir kânundur.” O halde insanlar herhangi bir sosyal ve siyâsî sözleşmeyle cemiyeti ve hukûku teşkil etmemiştir. İnsanlar doğdukları andan îtibâren kendilerini cemiyetin içinde bulmuşlardır. İlâhî dinlerin hukuk nizâmında, suç ve cezâ Allahü teâlâ tarafından vâz edilmiştir. Resûllerin (şeriat sâhibi peygamberlerin) getirdikleri dinler, insanlar tarafından tahrif edilinceye kadar bunlarda bir değişiklik olmamıştır.
Bu hukuk nizamlarında insanlar herhangi bir suç ve cezâyı kendiliklerinden ortaya çıkarmamışlardır. Her hükmün kaynağı ilâhîdir. En son ve en mükemmel din olan dînimizde de on dört asırdan bu yana suç ve cezâ hükümlerinde bir değişiklik olmamıştır. Şer’î hâkim olan kâdılar, verdikleri her hükümde, “Edille-i şer’iyye-Şer’î delillere (Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas-ı fukahâ), titizlikle riâyet etmişlerdir. Bu sebeple de adâleti sağlamada başarıya ulaşmışlardır.
İlâhî dinlere hakkıyla inanan insanlar, işledikleri suçlara karşılık maddî cezâdan başka, âhirette de mânevî cezâ göreceklerini düşünerek, dînin hükümlerine uymak için bütün gayretiyle çalışırlar. Yine Müslümanlar, dünyâda başlarına gelen dert, belâ ve sıkıntıların bir sebebinin de işledikleri kabahat ve suçlar olduğuna inanırlar. “Etme kulum bulursun” düstûruyla “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” atasözü bu inanışın ifâdesidir.
İnsanlık târihinde ilk suçlu, kardeşi Hâbil’i öldüren Âdem aleyhisselâmın oğlu Kâbil’dir. Bunun cezâsını da yine Allahü teâlâ vermiştir. Ona ilk önce ahlâkî terbiye olan vicdan azâbını çektirmiş, daha sonra da âsiliğinin karşılığı olarak ebedî (sonsuz) âzâba uğratmıştır.
Târihte İlâhî dinlerin hukuk nizâmından sapan insanlar, bu hükümleri kendi akıllarına göre değiştirerek beşerî nizamlar kurmaya çalışmış, adâleti sağlayamayınca da meselenin teorisiyle pratiğini (nazarî, amelî tarafını) ayırmak zorunda kalmış ve var olan hukukla olması lâzım gelen hukuk (ideal hukuk) gibi bir düalite (ikilik) ortaya atmışlardır. Bu meyanda da kontrolü elden kaçırmış olduklarından, her topluluk (kavim) kendine göre bir yol tutturmuş ve sınırsız hukuk sistemleri doğmuştur. Dolayısıyle de her hukuk nizâmının suç ve onun karşılığı olan cezâ anlayışı farklı olmuştur. Meselâ, eski Isparta Devletinde yakalanmamak şartıyla hırsızlık yapmak suç sayılmıyordu. Yakalanmak bir beceriksizlik kabul edilerek cezâlandırılıyordu.
Teknolojiyle birlikte yeni suç çeşitleri meydana çıkmıştır. Bâzı hukuklarda cezâ hukûkuyla ahlâk ve din kuralları içiçedir. Günümüz lâik devletlerindeyse cezâ hukuku müstakil olmuştur. Ancak yine de ahlâk ve dînin kuralları cezâ hukûkuna yansımıştır. Günümüz hukûku anlayışında, suçla bozulan barış ve sükûnun devamlı olarak sağlanması şu iki esâsın aynı zamanda gözetilmesi ile mümkündür:
1. Cezâ ve meniyet tedbirleri yalnız başlarına suçları önlemek ve sayılarını azaltmak için yeterli değildir. Yapılacak şey, kriminolojik araştırmalar yoluyla suç doğurucu faktörleri keşfetmek ve bunları uygun bir tedbirle ve icraat mekanizmasıyla ortadan kaldırmaktır.
2. Cezâ, suça ve suçluya karşı, toplumun ve devletin beğenmediğini belirtmesi îtibâriyle lüzumlu ve faydalıdır. Ancak cezâda sâdece bir ızdırap verme fonksiyonunu görmek ve yalnızca bunu aramak hatâdır. Cezâ, ödetici maksadın yanında, yapıcı gâyeler tâkip ettiği takdirde, gerçek anlamıyla, sosyal barış ve sükûnu sürekli sağlayabilecek bir biçim almış olur.
Günümüz Türk hukûkunda suç: Türk hukûkunda suç şu şekilde târif edilmiştir: İsnat yeteneğinde olan bir kişinin kusurlu irâdesinin meydana getirdiği icrâî veya ihmâlî bir hareketin sonucu olan, kânunda yazılı tipe uygun, hukûka aykırı ve müeyyide olarak bir cezânın uygulanmasını gerektiren fiil. Suçu, diğer hukûka aykırı fiillerden ayıran, bir fiili suç hâline sokan şeylere suçun unsurları denir. Bir hareketin suç sayılması için şu unsurların bulunması gerekir:
1. Kânûnîlik: Bir fiilin suç olabilmesi için, kânunun açıkça bu fiili suç olarak nitelendirmesi gerekir. Nitekim, Türk Cezâ Kânunu madde 1’de: “Kânunun açık olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye cezâ verilemez.” hükmü konmuştur. 1982 Anayasasının 38. maddesinde şu şekilde geçmiştir: “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kânunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezâlandırılamaz.”
2. Hukûka aykırılık: Cezâyı gerektiren bir fiilin yürürlükteki hukuk tarafından meşru sayılmamasıdır. Şu hallerde hukûka aykırılık yoksa, cezâ verilmez:
a) Hakkın icrâsı: Hakkın icrâsı sonucu teşekkül eden suç, hukûka uygun olduğu için cezâ görmez. Misâl: Anne babanın çocuğu üzerinde tedip hakkı vardır. Doktorların tıbbî müdâhaleleri sonucu uzuv kesme veya ölüm olsa, ilmî usüllere uyulmuşsa suç yoktur.
b) Mağdurun rızâsı: Bâzı suçların cezâlandırılmasında mağdurun rızâsı önemli rol oynamaktadır. Hakâret suçunda mağdurun rızâsı hukuka aykırılığı dolayısiyle suçu kaldırır.
c) Vazifenin ifası: Kânunen yapmakla yükümlü olduğu bir fiili işleyen kimse, fiil bir suç teşkil etse bile, hukuka aykırılık söz konusu olmadığından cezâlandırılamaz.
d) Meşrû müdâfaa: Hayâta, mala, ırz ve nâmusa yapılan haksız tecâvüzlere karşı savunma meşrûdur. Meşrû müdâfaa için, haksız bir tecâvüz olmalı, başka türlü tecâvüzü def etmek imkânı bulunmamalı, müdâfaa tecâvüzün sınırlarını aşmamalı, tecâvüz hâlen mevcut olmalıdır. Bu şartlarda kendisinin veya başkasının can, mal, ırz ve nâmusu için mütecâvize karşı suç işleyene bir şey gerekmez.
e) Izdırar hali: Zor durumda kalmak demektir. Suçu ortadan kaldırır. Bunun için zarûretin başka yolla giderilmesi imkânı bulunmamalı, ölüm tehlikesi bulunmalı, zarûret miktarını aşmamalı, başkasını muztar hâle sokmamalı, başkasının helâkine sebep olmamalıdır.
3. Maddî unsur: Toplumda, suça konu olan şeyde değişiklik yapan veya değişikliğin meydana gelmesine yol açan bir hareketin olmasıdır. Bu hareket yapma şeklinde olduğu gibi, yapmama, yâni ihmâl sûretiyle de olabilir. Maddî unsurda, suça yönelik bir hareket, bir netice ve hareketle netice arasında illiyet bağı olmalıdır. Yâni suç olabilmesi için ortada kânûnî târife uygun ve hukûka aykırı bir hareket olmalı. Bu hareket sonucu bir netice meydana gelmelidir.
4. Mânevî unsur: Suçun hâsıl olması için, yukarıda geçen unsurlar yeterli değildir. Fiilin irâdî olması gerekir. Yâni hareketin sonucu doğuracak şekilde ve bu kasıtla, bilerek isteyerek yapılmış olması gerekir. Buna mânevî unsur denir. Mânevî unsurun var sayılabilmesi için fâilin kusurlu bir şekilde hareket etmeye ehil olması, ikinci olarak da, söz konusu olayda kusurlu bir şekilde hareket etmiş olması gerekir. Birinciye isnad kâbiliyeti, ikinciye kusurluluk denir. 11 yaşından küçük olan veya akıl hastası olanda isnat kâbiliyeti olmadığı için bunlara cezâ verilmez.
Cezâ kânununda geçen suçlar, haksız fiil ve disiplin suçlarından farklıdır. Hukûka aykırı bir fiile uygulanan müeyyide cezâ ise, bu fiil suçtur. Müeyyide eski duruma getirme, zararın ödenmesi hukûkî nitelikteyse haksız fiil söz konusudur. Suçlar geneldir. Yâni suçu herhangi bir kimse işleyebilir. Disiplin suçları ise, yalnız belli bir sıfatı, mesleği olan kimselerce işlenebilir.
Suçları çeşitli açılardan değişik tasniflere tâbi tutmak mümkündür. Ancak bütün bu ayırımların başında suçları ağırlıklarına göre ayırmak mecburiyeti vardır. Bütün memleketlerde cezâ kânunları böyle bir ayırıma gitmiştir. Türk Cezâ Kânunu, 1. maddesinde suçları ağırlıklarına göre “cürüm ve kabahat” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Cürümlere mahsus cezâlar; îdam, ağır hapis, ağır para cezâsı ve kamu hizmetlerinden yasaklanmadır. Kabahatlerin cezâlarıysa, hafif para cezâsı, hafif hapis, belli bir meslek veya sanatın tâtilidir.
Cürüm meydana gelmesi için fâilin kastı aranırken, kabahat için ihmâl ve dikkatsizlik de yeterli sayılmıştır. Bu cürümler: Devletin şahsiyetine karşı cürümler (TCK, 125-173), Hürriyet aleyhine işlenen cürümler (174-201), Devlet aleyhine işlenen cürümler (202-281), Adliye aleyhine işlenen cürümler (282-310), Ammenin nizamı aleyhine işlenen cürümler (311-315), Ammenin selâmeti aleyhine işlenen cürümler (369-413), Âdâbı umumiye ve nizamı, âile aleyhine cürümler (414-447), Şahıslara karşı cürümler (448-490), Mal aleyhine cürümler (491-525)dir.
Suçlar, unsurlarının bulunma derecesine, onu işleyenlerin adedine, birlikte işlenmelerine, işlenme müddetlerine göre değişik şekillerde adlandırılmıştır:
1. Tam suç- Teşebbüs hâlinde kalan suç: Tam suçta fâil, fiili işlemeye yönelik bütün hareketleri tamamlamış ve istediği sonucu elde etmiştir. Teşebbüs hâlinde kalan suçta ise, fâil fiili işlemek için harekete geçmiş olup, istediği sonucu elde edememiştir. İcra hareketinin bitirilememiş olması hâlinde nâkıs teşebbüs; icrâ hareketi bitirilip de, istenen sonucun meydana gelmemesi hâlinde tam teşebbüs durumunda kalan bir suç işlenmiş olur.
2. Âni suç mütemâdî suç: Âni suç işlemesiyle birlikte sonuçlanmış olur. Bir adamı silâhla yaralamak gibi. Mütemâdi suçta ise, bir anda bitmeyip devamlılık vardır. Bir şahsı kânunsuz tutuklamak gibi.
3. İcrâî suç- İhmâlî suç: İcrâî suçta fâil kânunen yapılmaması gereken bir harekette bulunur. Öldürme, yaralama, yağma gibi. İhmâlî suçta ise kânunen yapılması gereken hareketi yerine getirmez. Kazânın olmaması için gerekli tedbirleri almamak gibi.
4. Basit suç- İtiyâdî suç: Suç bir defâ işlenir. İtiyâdî suçsa fâilde alışkanlık meydana getirir. Genellikle müessir fiil ve hareket gibi suçlar basit suç, hırsızlık ve kaçakçılık gibi suçlar itiyâdî suçlardır.
5. Tesâdüfî suç- Kasdî suç: Fâilin önceden işlemek niyeti olmadığı halde, karşılaştığı âni durumun tesiriyle işlediği suç tesâdüfî suçtur. Uğradığı bir hakârete öfkelenip, hakâret edeni yaralamak gibi. Kasdî suçta ise fâil suçu işlemeye daha önce karar vermiş ve işleyeceği suçu plânlamıştır. Taammüden (kasten) adam öldürmek gibi.
6. Meşhut suç- Meşhut olmayan suç: Fâilin suçu işledikten hemen sonra veya işlerken yakalanmasıdır. Hırsızın olayı işlerken veya çalıp giderken, bekçi tarafından yakalanması gibi. Meşhut olmayan suçta ise, suçlu ancak suç olayından sonra yapılan bir araştırma, soruşturma veya tâkip sonucu ortaya çıkarılabilmektedir.
Suçu etkileyen haller: Kimse suçlu doğmaz, durup dururken suç işlemez. Onu suça iten sebepler vardır. St. Thomas d’Aguin beşerî bir hareket hakkında hükmü verebilmek için “kim, kime, kimlerin yardımıyla, ne gibi araçlarla, niçin, nasıl, ne zaman, ne hakkında” sorularına cevap vermek gerektiğini söyler.
Suça tesir eden halleri, suçun varlığı için bulunmaları mecbûrî olan kurucu unsurlara eklenen ve suçun daha ağır veya daha hafif sayılmasını ve bunun sonucu olarak da temel cezânın arttırılıp, indirilmesini gerektiren fakat bulunmamaları hâlinde suçun varlığına zarar vermeyen ve bulundukları zaman da, suçun hukûkî tavsifinin değişmesine yol açmayan sebepler olarak târif etmek mümkündür.
Suçu etkileyen haller, cezâyı ağırlatıcı ve hafifletici sebepler olmak üzere ikiye ayrılır. Suçu etkileyen haller kânunda geçip geçmemesine göre de, kânûnî ve takdîrî olmak üzere ikiye ayrılır. Fâilin haksız bir fiilin doğurduğu gazab veya elemin etkisi altında hareket ederek suç işlemesi demek olan “haksız tahrik” kânûnî bir hafifletici sebeptir. Kânunda belirtilmeyen hafifletici sebeplerse, takdîrîdir.
Suçların ictimaı (toplanması): Birden fazla fiilin bir ihlâli, suçu meydana getirmesine denir. Müteselsil, karma, geçitli ve mürekkep suçlar bu türdendir. Bu durumda fâile tek suçun basit şekli olan durumun gerektirdiği cezâ verilir.
Bir fiil, birden fazla ihlâle, suça sebebiyet veriyorsa, buna fikrî ictima denir. Nitekim Türk Cezâ Kânununun 79. maddesinde “İşlendiği bir fiille kânunun muhtelif ahkâmını ihlâl eden kimse, o ahkâmdan en şedit cezâyı gerektiren maddeye göre cezâlandırılır.” denmektedir.
Suçların çokluğu: İşlenebilmesi için birden fazla fâilin bulunması şart olan suçlara “çok fâilli suçlar” denir. Zinâ, rüşvet, ayaklanma gibi.
İştirak: Bir tek kimse tarafından işlenebilen bir suçun, birden fazla kişinin önceden işbirliği yapmaları sonucunda gerçekleşmesidir. İştirak, hukûkumuzda, suça katılma derecesine göre aslî ve fer’î olmak üzere ikiye ayrılır.
Suç eşyâsı: Suça konu olan, vâsıta olarak kullanılan eşyâ. Bunları almak, bulundurmak suçtur.
İslâm hukûkunda suç: Allahü teâlânın yasak kılıp, üzerine cezâ tâyin ettiği fiil, terk ve ihmâl.
İslâm hukûkunda suçlar, had, ta’zir ve kısas’ı gerektirenler olmak üzere üçe ayrılır. 1) Had cezâsı gerektiren suçlar: Zinâ, şarab içmek ve alkollü içkiyle sarhoş olmak, kazf, sirkat, yol kesicilik. Had, miktarı kesin olarak bildirilen cezâdır. 2) Ta’zir cezâsı gerektiren suçlar: Allah veya kul hakkı bulunan haddi ve kısası gerektirmeyen suçlardır. Namaz kılmamak gibi. Ta’zir, hadden daha hafif cezâdır. 3) Kısas’ı gerektiren suçlar: Cinâyet ve yaralamaktır. (Bkz. İlgili maddeler)
İslâm hukûkunda suçların cezâlandırılmasındaki gâye zulüm ve intikam değil, ıslâh, ilâhî adâlet ve caydırıcılıktır.
İslâmiyet, günümüz modern hukûkunun; cezâda şahsîlik, bir kimsenin cezâ görmesi için akıl hastası olmaması, kastın bulunması, zaman aşımı, meşrû müdâfaa, bilgisizlik ve yanılma, kânunu bilmemenin mâzeret sayılmaması, usul hukûku bakımından hâkimin duruşma dışındaki bilgisini hükme esas saymaması gibi müesseseleri, Avrupa’da daha ferdin hiçbir insanlık hakkının bulunmadığı ortaçağda getirmiştir.
Suçlu: Suç teşkil eden hareketi yapan kimse. Suç fâili olabilmek için insan olma ve hayatta bulunmak gerekir. Beş tip suçlunun varlığı kabul edilmektedir: a) Küçük suçlular, b) Akıl hastası olan suçlular, c) Sağır-dilsiz suçlular, d) Mükerrir suçlular, e) Bu grupların dışında kalıp, ilk defâ suç işleyen normal suçlular.
Herkes tarafından işlenebilen suçlar “genel suç”, yalnız belirli sıfat veya niteliklere mâlik bulunan kimseler tarafından işlenebilen suçlara ise “özel suç” denir.
Suç işleyen kimse, ya rûhî dengesi bozuk veya çevrenin tahriki altında kalmış kimsedir. İslâmiyet îmân, tevekkül, sabır, sevgi, canlılara şefkat, merhamet, âdalet, yapılanların âhirette hesâba çekileceği inancı, çalışma, sebât gibi prensiplerle bu iki faktörü etkisiz hâle getirmeyi hedeflemiştir.
Nobel mükâfâtı kazanan Dr. Alexis Carrel: “Ahlâk duygusu ile, zekânın aynı zamanda inkişaf ettiği ictimâî topluluklarda, beslenme ve sinir hastalıkları, cinâyet ve delilik nâdirdir, insanlar orada mesuttur.” demektedir.
Carnegie: “İlham ve sıhhat verici bir faaliyet olan din en büyük tabiptir. Ruh hastalıkları mütehassısları diyorlar ki, duâ ve kuvvetli bir îtikat, hastalıklarımızın yarısından fazlasına sebep olan üzüntüleri, sıkıntıları, korkuları def eder. Eğer, hayâtın mücâdelelerine yalnız atılacakları yerde, daha yüksek bir kudretten yardım dileseydiler, tımarhânelerimizde, hapishânelerimizde şimdi feryat etmekte olan binlerce muzdarip insan belki kurtulabilirdi.” demektedir.
Günümüzde yapılan suç istatistiklerinde, sanâyileşmiş batılı memleketlerde suç işleme oranının daha yüksek olduğu, Müslüman memleketlerde çok daha düşük olduğu görülmektedir.
Her türlü cezâî ve polisiye tedbirlere rağmen suç işleme oranının, maddî refah ve mânevî çöküntüyle birlikte korkunç şekilde artması karşısında hukukçular, sosyologlar çâresiz kalmışlar. Suç işlemeyi önlemenin çâresi cezâî tedbirlerin yanında kişileri eğitmek ve “Herşeyi bilen ve gören yüce yaratıcının kendilerini hesaba çekeceği inancını vermektir.” demişlerdir.
Du Loir, 1654 yılında Paris’te basılan kitabında “Dînî ve millî hislerin kuvvetli olduğu Osmanlı Devletinde, hemen hemen hiç cinâyet vak’ası, umûmî âdâba aykırı hareketler işitilmez.” demektedir.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.