Alm. Türkische Sprache (f), Fr. Langue (f) turque, İng. Turkish Language. Türk milletinin konuştuğu dil. Türk dili Ural-Altay dil grubuna dâhil olup, Moğol, Tunguz, Kore ve Japon dillerinin de aynı âilede yer aldığı Altay dilleri âilesi veya Altay dilleri topluluğuna mensuptur. Yapı bakımından Altay dilleri âilesine giren bütün dillerde olduğu gibi, Türkçe de eklemeli (mülâsık= yapışkan) dillerdendir.
İlk devreleri karanlık olmakla birlikte elde bulunan vesîkalar ve Çin kaynaklarının verdiği bilgiler Türk dilinin geçmişinin târih öncesine gittiğini göstermektedir. Ancak, Türkçe derli toplu metinler, Yenisey-Orhun mezar taşları ile ele geçmiştir. Bilhassa Orhun Âbidelerinde işlenmiş bir Türkçe ile karşılaşılması, Türklüğün kendine has alfabe sistemi, dil ve târih şuurunun bulunmasına bakılırsa Türk dilinin târih îtibâriyle daha eski zamanlara götürülebileceği fikrini vermektedir. Zâten bu sahanın âlimleri, Orhun Âbidelerindeki işlenmiş ve gelişmiş Türkçeye bakarak, dilin târihî devrelerini mîlâttan önceki devirlere çıkarmaktadırlar. Şimdiye kadar Rusya ve Çin sınırları içinde bulunması, yapılacak kazıları imkânsız kıldığından Türk dilinin eskiliği meselesi şimdilik bu kadar aydınlatılmıştır. Esik, Kurgan vs. gibi kazılar da zâten Ruslar tarafından yapılmaktadır. Aydınlatıcı bilgiler bu îtibârla sınırlı olmaktadır. Ancak, bundan sonraki çalışmalar, Türk dili için ümit verebilir.
Geçmişiyle birlikte Türkçe; Altay, En Eski Türkçe, İlk Türkçe, Eski Türkçe, Orta Türkçe, Yeni Türkçe ve Modern Türkçe devri olmak üzere yedi ana devrede ele alınmaktadır.
Altay devri; Türk-Moğol dil birliğini meydana getirmekte olup, Türkçenin Moğolca ile ayrılmaya başladığı veya bir olduğu devirdir. Kısaca bu devir Türk ve Moğol dillerinin ana kaynağını teşkil etmektedir.
Proto-Türkçe de denilen En Eski Türkçe devriyle İlk Türkçe devirleri hakkındaysa kesin bilgi bulunmamakta ve Türk dilinin bu devreleri karanlık kalmaktadır. Ancak Türkçenin mîlâttan önceki ve mîlâttan sonraki 1000 yıla yakın bir zamanı bu devrenin içindedir. Bu devrin temsilcisi Hunlar olup, haklarındaki bilgiler, derme çatma ve dağınık da olsa, Çin kaynaklarından elde edilmektedir.
Eski Türkçe devri; Göktürklerin târih sahnesine çıkmasıyla başlamıştır (536). Kağanlığı Türk dilli milletlerin teşkil ettiği Doğu ve Batı Göktürk Devleti 630 yılında doğup 659 yılında da Batı Çin idâresine geçmiştir. Bu esâretten ve durgunluktan sonra ikinci defâ Göktürkler Kutlug Kağan ve VezirTonyukuk’un önderliğinde bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. 682 yılından sonra olan bu ikinci silkiniş ve kuruluş devrinde Eski Türkçe eserler yazılmıştır. Geçmişin musîbetlerinden ve tecrübesizliklerinden gelecek nesillerin ders almasını ve Türk milletinin yok olmamasını, düşmanın tatlı sözüne ve yumuşak hediyelerine aldanılmamasını isteyen vezir ve kağanlar kendi ağızlarından, Orhun Âbideleri diye adlandırılan târihî eserleri mîrâs bırakmışlardır.
Kendilerine has bir alfabeyle yazılan Orhun metinleri taşlar üzerine kazılmıştır. Âbideler, Vezir Tonyukuk, Bilge Kağan ve Kültigin Han adına dikilmiş olup, kullanılan dil bir hayli işlek ve açıktır. Bilhassa Bilge Han Âbidesinde Türkçe sanat kâbiliyetini de sergilemiş ve alabildiğine gür bir hitâbet dili kullanılmıştır.
Eski Türkçe devrinin belgeleri yalnız Göktürklerden kalan târihî miras değildir. Bu devre Uygur Türklerinin de katkısı vardır. Yalnız Uygur metinleri daha çok dînî olup, Türk dilinin Uygurlara âit kısmı, Budizm, Mani, Nasturî vs. gibi dinlere âittir. Uygurlar önceleri Göktürk yazısını kullanmakla birlikte daha sonra bu millî alfabeyi terk etmişler ve Soğdlar tarafından kullanılan Uygur alfabesini almışlardır. Bu alfabe Türkçenin seslerini karşılamak yönünden Göktürk alfabesine nispetle fakirdir. Ancak her iki alfabenin müşterek tarafı, İslâmî Türk yazısında olduğu gibi, sağdan sola okunup yazılmasıdır. Bir de Uygur alfabesinde harfler birleşebilmektedir. Uygur harfleri ayrıca Moğollar tarafından da kullanılmıştır. Ancak Uygurların Manihey yazısını da kullandıklarını belirtmek gerekir. Göktürk yazısını ise târihte yalnız Göktürkler kullanmışlardır.
Eski Türkçeyi gerek Göktürk, gerekse Uygur Türklerinin bıraktığı eserlerden tâkip etmekteyiz. (Bkz. Türk Edebiyatı)
Orta Türkçe devrinde Türklük dünyâsı yeni bir medeniyete açılmış ve Türkçe, İslâm dünyâsı içinde yer almıştır. Türklük bu devre kadar çeşitli dinlere girmiş çıkmış olmakla beraber hâlâ bir arayışın içindedir. O tabiatına en uygun dînin nihåyet İslâmiyet olduğunu anlamış. Onuncu asrın başlarında Karahanlıların kurduğu devlet sâyesinde yeniden toparlanmış, Satuk Buğra Han (ölm. 992)ın da 950 yılında bu dîni kabulüyle İslâmî inanç içindeki yerini resmen almış ve târih boyunca üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yapmıştır.
Bu bakımdan Orta Türkçe devresine giren eserler, pek azı müstesna, ana kaynak olarak verilen Türk âdet ve örfleri yanında İslâmîdirler. Türk dili de bu medeniyete geçişle artık yeni kelimelere açılmıştır. Bu devrin dil yâdigârlarının ilki Kutadgu Bilig ve Dîvânü Lügâti’t-Türk’tür. Yûsuf Has Hacib Kutadgu Bilig’i ile Türkçenin bu devirdeki kâbiliyetini ortaya koyarken, Kaşgarlı Mahmûd da Dîvânü Lügâti’t-Türk adlı eseriyle baştan başa Türkçeyi, şive ve ağızlarına kadar incelemeye çalışmış ve bu sahada ilk defâ eser yazma şerefini kazanmıştır.
Kaşgarlı’nın Dîvânü Lügati’t-Türk’ü bir tarafa bu devre içine Kutadgu Bilig de dâhil Müşterek Orta-Asya Türkçesiyle yazılan bütün eserler girmektedir. Yalnız Türklük âleminin dağınık olması ve çeşitli yerlerde yeni kültür merkezleri kurmaları Türkçenin yeni şîve ve ağızlarını meydana getirmiştir. Samanoğulları ve Gaznelilerin idâresi altında bulunan yerlerde de çeşitli eserler verilmiştir. Başta Kutadgu Bilig olmak üzere Atabetü’l-Hakâyık, Ahmed Yesevî’nin Hikmetler’i ve daha pekçok eser Müşterek Orta-Asya Türkçesinin Kaşgar şîvesi veya ağzıyla yazılmıştır.
Müşterek Orta-Asya Türkçesinin Batı Türkistan şîvelerinin merkezini Harezm ili teşkil etmektedir. Bu şîvenin belli başlı kültür merkezleriyse Yedisu, Merv ve Buhara şehirleri olmuştur. Bölge çeşitli Türk ağızlarının varlığını koruduğu ve gösterdiği bir yer olmakla Kaşgar’a nispetle daha çok karışıklık göstermektedir. Bu bölgenin en karekteristik eseri Ali oğlu Mahmûd’un Nehcü’l-Ferâdis’idir.
Orta Türkçe devrinin içinde yine 13. yüzyıldan sonra batıda Osmanlı; kuzey ve güneyde Kıpçak; doğuda ise Çağatay Türkçesi yer almaktadır. Bu Türk şîvelerinde, Orta Türkçe devrinde pekçok eser yazılmış, bilhassa Kıpçak ve Çağatay Türkçesi sahalarında dille ilgili olan, gramer ve lügât kitaplarına geniş yer verilmişti. Çağatay Türkçesi, eserlerini bilhassa 15. yüzyıla doğru Semerkant ve Herat gibi kültür merkezlerinde vermiştir. (Bkz. Türk Edebiyâtı maddesi, Çağatay kısmı)
On beşinci yüzyıldan sonra Orta Türkçe yerini Yeni Türkçe devresine bırakmıştır. Türkçenin bu devresi 20. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu devirde Türklüğün tek bir alfabe sistemi vardır. Bütün Türk dünyâsı İslâmî Türk alfabesini kullanmakta ve bu alfabeyle anlaşma gayet kolay olmaktaydı. Bu devir Türkçesi en büyük dil yâdigârlarını Osmanlı Türkçesiyle vermiştir. (Bkz. Türk Edebiyatı maddesi, Osmanlı kısmı). Ancak Türkçenin dış ve iç yapısı yönünden pek fazla değişmeye başlaması, bu devirde dilde çeşitli akımların doğmasına sebep olmuştur.
Türk yazı dili: Türkçe, yazılı edebiyata geçerken Arap, Fars, Çin, Yunan vs. gibi belli başlı dillerin dışında pekçok batı dili henüz yazılı edebiyata geçmemiştir. Fransız edebiyatı 14. Rus edebiyatı ise 11, İspanyol edebiyatı 12, İtalyan ve Alman edebiyatları 13, İngiliz edebiyatı 15. yüzyıldan sonra yazılı edebiyata sâhiptirler. Dolayısıyle yazı dillerinin ortaya çıkması da Türkçeden bir hayli sonradır.
Türkçenin devrelerinden bahsederken Türk dilinin ilk yazılı vesikalarının Eski Türkçe devrinde olduğu zikredilmişti. Eski Türkçe, Türklüğün 11. yüzyıla kadar devam eden tek yazı dilidir. Eski Türkçeden sonra batıya yapılan göçler ve yeni kültür merkezlerinin teşekkülüyle Türkçe çeşitli bölgelerde farklılıklar göstermeye başlamıştır. Kaşgarlı Mahmûd bu hususta Dîvân’ında ilk bilgi veren dil âlimlerinden ve araştırıcılardandır.
Eski Türkçeden sonra Türk yazı dili, Batı ve Kuzey-Doğu Türkçesi olmak üzere iki ana kola ayrılmıştır. Orta Türkçe devresinde görülen bu ayrılma batıda Osmanlı ve Âzerî Türkçesini ortaya çıkarırken, Kuzey-Doğu Türkçesi de; kuzeyde Kıpçak, doğuda Çağatay Türkçesini meydana getirmiştir. Bunlardan Osmanlı Türkçesi, Türklüğün uzun ömürlü ve kesintisiz olan, en büyük yazı dilidir. Yerini 1908’den sonra Türkiye Türkçesine bırakmıştır. Batı Türkçesinin doğu dâiresini meydana getiren Âzerî Türkçesi ise, şifahî edebiyatın ve şiir an’anesinin tesiriyle varlığını sürdürmüştür. Çağatay Türkçesi de yerini Modern Özbek Türkçesine bırakmakla birlikte Doğu Türkçesini bugün; Kazak, Kırgız, Özbek vs. temsil etmektedir. Doğu Türkistan’ın dili olan Modern Uygur Türkçesi de aynı dâire içinde yer almaktadır.
Batı Türkçesinin doğu kolu olan Âzerî Türkçesiyse önceleri Tebriz ağzına dayanmakla birlikte sonraları Bakü ve Karabağ ağızlarının yayılmasıyla üçlü bir kültür merkezine sâhip olmuştur. Bakü ve Karabağ bu şîvenin Kuzey, Tebriz ve İran kısmı da Güney dalını meydana getirmektedir. Bu ayırma daha çok Âzerî Türklüğünün siyasî parçalanmaya tâbi tutulmasıyla ortaya çıkmıştır. Bölgede fırsat ele geçince istiklâl îlân eden bâzı hükümetler hemen Türkçe tedrisata başlamışlar ve Türkiye’den öğretmenler getirerek dil birliğine yönelmişler. Ancak bu hareketler İran ve Rusya’nın işbirliğiyle yok edilmiş, zaman zaman bu işbirliğinin içine İngiltere de katılmıştır.
Türkçenin Ana Türkçeye bağlı olan iki lehçesi daha vardır. Bunlar; Çuvaş ve Yakut lehçeleridir. Ana Türkçe’de birleşen bu lehçeler; yukarıda sözü edilen şîvelerden ayrı bir yol tâkip ederek, târih boyunca günümüze kadar gelmişlerdir. Bunlardan Çuvaşça Türk-Moğol dil akrabâlığının ve birliğinin aydınlatılmasında köprü vazîfesi gören mühim bir lehçedir. Fikir ve düşünce îtibâriyle asıl Türklükten ayrılmayan bu lehçe, kendine mahsus ayrı bir yol tâkip etmiştir. Bugün anlaşılmaz bir durum arz etmektedir. Zâten lehçe; bir dilin bilinmeyen bir zamanda kendisinden ayrılan ve anlaşılmayacak kadar farklılıklar gösteren koluna denmektedir. (Bkz. Diyalekt)
Türk dili bütün bu târihî devreler ve yazı dilinin gelişmesi içinde çeşitli kültürlerin ve dillerin tesirinde kalmıştır. Bu yüzden de dilde bâzı cereyanlar ortaya çıkmıştır. Bunların başlıcası Türkçecilik cereyanıdır.
Türk Dili, târihî devirler içinde yalnız Göktürk Türkçesinde açıklık göstermektedir. Ancak bu zamandan sonradır ki Türkçe Uygurlar zamânında ve İslâmî devreye geçildiği zamanlarda Türk milletinin çeşitli medeniyet ve dinlerle karşılaşmasının sonucu yabancı dillerden pekçok kelime almıştır. Eski Türkçe devresinde bu durum daha çok, Soğdcadan gelmiştir. Tercüme edilen Brahma, Mani ve Buda metinleri yeni fikir ve mefhumları karşılaşmak için din kültürünün kelimelerini de berâberinde getirmişlerdir.
İslâmî devre içinde de aynı durum görülmektedir. Bu zamanda Türk dünyâsı bütün gönlünü İslâmiyete açtığı gibi, dilimiz de pekçok kelimeyi almaktan çekinmemiştir. Fakat bu durum Kaşgarlı Mahmûd’la başlayan bir cereyanı da doğurmuştur. Türkçe yalnız İslâm medeniyeti içinde değil komşu bulunduğumuz ve devlet içinde yer alan kavim ve milletlerin dillerinden de pekçok kelime almıştır. Tanzimattan sonra bile batıya açılmamızla batı menşeli kelime ve gramer şekilleri gitgide Türkçede yer etmiştir. Bu durum hangi devirde olursa olsun dilin iç ve dış târihi yönden başka dillerin tesiri altında kalmasına sebep olmuş ve târihte Türkçecilik cereyanını doğurmuştur.
Kaşgarlı Mahmûd ile başlayan dil şuuru, Türkçecilik cereyanının çeşitli şîvelerde nüvesini teşkil etmiş ve müelliflerle şâirler Türkçecilik cereyanını başlatmışlardır. Bu hal Karamanoğlu Mehmed Bey gibi bâzı beylerde Arapça ve Farsçaya karşı, Türkçenin devlet dili olması için bir aksülâmel şeklinde doğmuş, bâzı müelliflerde sâdece Türkçe yazmak arzusu ile ortaya çıkmış; bâzı şâirlerdeyse Türkçenin işlenmesi ve gramer düşüncesiyle gerçekleştirilme yoluna gitmiştir. Fakat asıl istek 13. ve 15. yüzyıllarda beylerin desteği ve teşvikiyle olmuştur. Osmanlı, İsfendiyar ve Aydınoğullarında görüldüğü gibi beyler eserleriyle bu cereyana katılmışlardır. Ayrıca Karamanoğlu Mehmed Beyden önce 13. yüzyıl başlarında Selçuklu sarayında Türkçe yazan şâirler vardır. Ahmed Fakih ile Hoca Dehhânî bunlardandır.
Arapça ve Farsçadan ayrılmanın imkânsız olduğu mensubu bulunduğumuz İslâm inancı ile bilinmesini isteyen bâzı müellif ve şâirler de Türkçeyi bu dillerden alınacak kelimelerle işleyip çeşni ve halâvetine kavuşturmak istemişlerdir. Şunu da belirtmek lâzımdır ki Türkçe sâdece başka dillerden kelime almamış, en azından aldığı kadar da başka lisanlara kelime vermiştir.
Anadolu sahasında ilk Türkçecilik cereyanını başlatanlar 14. asırda; Gülşehrî, Âşık Paşa, Kâdı Darir, Şeyhoğlu Mustafa, Hoca Mesûd gibi şahsiyetlerdir. Bu halkaya 15. yüzyılda İkinci Murâd Han, Devletoğlu Yûsuf, Sarıca Kemâl, Aydınlı Visâli, 16. asırda ise Tatavlalı Mahremî ve Edirneli Nazmî eklenmişlerdir. Hatta 16. yüzyılda gözle görülen bu cereyana şuarâ tezkirelerinde yer verilmiş, daha sonra Türkî-i Basit Cereyanı ile adlandırılmıştır.
Doğu Türkçesindeyse bu cereyan Tîmûr Handa nüvesini bulmakla berâber, asıl, Türkçe âşığı bir hükümdar olan Hüseyin Baykara ve mekteb arkadaşı Ali Şîr Nevâî’de şahsiyetini bulmuştur. Hüseyin Baykara bu hususta bir ferman çıkarırken, Ali Şîr Nevâî de Türkçenin üstünlüğünü ispat yoluna gitmiş ve onun kudretli bir dil olduğunu göstermek için pekçok eser yazmıştır. Hüseyin Baykara’nın ise Türkçe Dîvân’ı vardır.
On yedinci yüzyılın ikinci yarısında bu fikre sâhip çıkan Nâbî’dir. On sekizinci asırda Sâdi Çelebi, mahallîleşme cereyanının temsilcisi olan Nedîm, 19. yüzyılda Pâdişâh İkinci Mahmûd Han ve Vak’anüvis Esad Efendi de aynı fikirden hareket etmişler ve bu hâl Tanzimâta kadar gelmiştir. Tanzimâttan sonra Namık Kemâl, Ali Süâvi, Ahmed MidhatEfendi, Şemseddin Sâmi, Muallim Nâci işi ilmî ölçüler içinde halletmek için çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir.
Bundan sonra artık dilde iki düşünce vardır: Bunlardan birisi; ilmî ölçüler içinde Türkçeye sâhip çıkmak; diğeriyse tasfiyecilik denilen dili fakirleştirme cereyanıdır. Bunlardan birinci fikre Türk Derneği mensupları ile Selânik’te Genç Kalemler sâhip çıkmışlardır. Türk Derneği “kullanılacak lisânın en sâde Osmanlı lisânı olacağını” söylerken, Genç kalemlerse konuştuğumuz İstanbul lisanını istemektedir. Türk Derneğinin görüşlerine Necip Âsım; genç Kalemlerinkine de Ali Cânib, Ömer Seyfeddîn ve Ziya Gökalp üçlüsü önderlik etmişlerdir.
Cumhûriyet devrinde, bir ara denenen, Türkçe olmayan bütün kelimeleri dilden atmak şeklinde özetlenen ve Tasfiyecilik olarak isimlendirilen hareket, ortaya çıkan vahim neticeleri sebebiyle terk edilmiş ve 1936 yılından sonra tasfiyecilik hareketlerine katiyetle iltifat edilmemiştir. Hattâ Atatürk, Türkçenin eskiliği ve başka dillerin kaynağı olduğu tezinin neticesi olarak Güneş-Dil Teorisini ortaya atmış ve yabancı olduğu söylenen her kelimenin Türkçe olduğunu kabul etmiştir. Bu durumda “Hangi dilden gelirse gelsin Türk Milletinin konuştuğu her kelime Türkçedir.” hükmü ortaya çıkmıştır.
Atatürk’ün ölümünden sonra ise tasfiyecilik yalnız dildeki kelimeleri atmakla kalmamış, ilim tanımaz bir yola da sapmıştır. Türkçenin kendi kâide ve kânunlarına bile ehemmiyet verilmemiş ve pekçok kelime uydurulmuştur. Bu hareketse Türk Dil Kurumu’nun önderliğinde olmuştur. Kurum ilim dışı bir yol tâkip ederek pekçok dil âlimini bünyesinden uzaklaştırmış, halk ağzından derlenen kelimeleri Türk yazı diline mal edememiş ve bu işi siyâsî devrimcilere bırakmıştır. 12 Eylül 1980’e kadar süregelen bu hareket, sonunda durdurulmuştur.
Konuşulduğu saha 19.878.368 km2 olan Altay dillerinin % 55,11’ini Türklerin yaşadığı yerler meydana getirmektedir. Türklerin yaşadığı saha Avrupa kıtasından büyük olup, 10.955.840 km2yi bulmaktadır. Bu sahanın büyük bir kısmı Asya topraklarındadır. Dağılan eski Rusya’nın % 37’sini teşkil ederken, hâlen Çin topraklarının da % 18’inde Türkler yaşamaktadır. Bunun dışında Afganistan, İran ve Eski Osmanlı topraklarında ve Kıbrıs’ta Türklerin durumu büyük bir yekûn tutmaktadır.
Türklüğün bu dağınıklığı eski çağlardan beri böyle olup, geniş vatanda yerleşmeleri ve pekçok kültür merkezleri meydana getirmeleri, Türkçenin pek fazla kardeşlenmesine sebep olmuştur. Aynı dilin, bu kadar coğrafya içinde bölgelere göre çeşitli kollarının teşekkül etmesi, bu sahayla uğraşan âlimleri Türk şîvelerinin tasnifi gibi güç bir problemin içine atmıştır. Bu meseleyle ilk karşılaşan Kaşgarlı Mahmûd olmuştur. Bugün Türk şîvelerinin tasnifi üzerinde çalışan pekçok Türkolog mevcuttur.
Bu meselede âlimlerin bir kısmı coğrafî husûsiyete, bâzısı ise Türkçenin yapı ve sesinden hareketle gramere dayalı tasniflere yer vermişlerdir. Radlof, Ramstedt, Samoyloviç, Liggeti, Baskakov ve Reşid Rahmeti Arat’ın tasnifleri bunlar içerisinde ayrı bir mevki işgâl eder. Gerçekteyse Arat’ın tasnifi, bu hususta en uygun tasniftir.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.