ZİHİNDEKİ SES;Bunun ilk farkındalığını, Londra Üniversitesi'ndeki birinci yılımda yaşadım. Haftada iki kez sabah saat dokuz civarında metroya binerek üniversite kütüphanesine giderdim. Bir defasında otuzlu yaşlarının başlarında bir kadın karşıma oturdu. Onu daha önce birkaç kez aynı trende görmüştüm. Zaten görmemek de mümkün değildi. Tren dolu olmasına rağmen, kadının iki tarafındaki koltuklar boştu ve bunun nedeni hiç şüphesiz kadının bir hayli deli gibi görünmesiydi. Son derece gergin görünüyordu ve yüksek, öfkeli bir sesle hiç durmadan kendi kendine konuşuyordu. Kendini düşüncelerine öylesine kaptırmıştı ki etrafındaki insanların farkında olmadığı belliydi. Başını hafif sola ve aşağı doğru eğmişti; sanki yanındaki boş koltukta oturan biriyle konuşuyor gibiydi. Tam olarak içeriğini hatırlamıyorum ama' monolog şuna benzer bir şekilde devam ediyordu: "Ve bana dedi ki... ben de ona yalancısın dedim, beni böyle bir şeyle nasıl suçlarsın... hep benden yararlandın, beni kullandın, ben sana güvendim, sen bana ihanet ettin..." Sesinde haksızlığa uğramış birinin öfkesi vardı ve sanki kendini savunmazsa aşağılandığını hissedecekti.
Tren Tottenham Court Road İstasyonu'na yaklaşırken, kadın ayağa kalktı ve hâlâ konuşmaya devam ederek kapıya doğru yürüdü. Ben de aynı istasyonda inecektim; bu yüzden arkasında duruyordum. Merdivenlerden çıkıp caddeye ulaştığımızda, Bedford Meydanı'na doğru yürümeye başladı. Hâlâ hayali sohbetine devam ediyordu ve karşısındakini - her kimse - suçlayıp duruyordu. Çok merak ettim ve benim de gittiğim, yönde yürüdüğü sürece izlemeye karar verdim. Hayali sohbetine kendisini fazlasıyla kaptırmış olmasına rağmen, nereye gittiğini biliyor gibiydi. Çok geçmeden, 1930'lardan kalma Senato Binası'nın önüne geldik; yani üniversitenin merkez yönetim ve kütüphane binasına. Çok şaşırmıştım. Aynı yere gidiyor olabilir miydik? Evet, kesinlikle oraya gidiyordu. Acaba öğretmen, öğrenci, ofis elemanı ya da kütüphaneci filan mıydı? Belki de bir psikoloji araştırması üzerinde çalışıyordu? Cevabı bilmem mümkün değildi. Yirmi adım arkasından yürüyordum ve ben binaya girdiğimde, asansörlerden birinde gözden kaybolmuştu bile.
Az önce tanık olduğum şey karşısında çok şaşırmıştım. Yirmi beş yaşında yetişkin bir birinci sınıf öğrencisi olarak, kendimi entelektüel biri olarak görüyordum ve insan varlığıyla ilgili tüm ikilemlerin cevaplarının zeka sayesinde, diğer bir deyişle, düşünerek bulunabileceğine inanıyordum. Ama farkındalık olmadan düşünmenin insan varlığının en önemli ikilemi olduğunu henüz bilmiyordum. Profesörlere, bütün cevaplan bilen bilgeler, üniversiteye ise bilgi tapınağı gözüyle bakıyordum. Böylesine deli bir kişilik nasıl olur da bunun bir parçası olabilirdi ki?
Kütüphaneye girmeden önce erkekler tuvaletine uğradığımda, hâlâ onu düşünüyordum. Ellerimi yıkarken kendi kendime şöyle dedim: Umarım sonum onun gibi olmaz. Yanımda duran adam bana bir bakış attı ve o sözleri sadece düşünmediğimi, sesli olarak söylediğimi anladığımda afalladım. "Aman Tanrım, zaten onun gibiyim," diye düşündüm. Benim zihnim de kadınınki kadar kendi düşüncelerine dalmış değil miydi? Aramızda çok az fark vardı aslında. Onun düşünce sisteminin altında yatan temel duygu, öfke gibi görünüyordu. Benim durumumda ise daha ziyade endişeydi. O yüksek sesledüşünüyordu. Ben ise - çoğunlukla - zihnimden düşünüyordum. Eğer o deliyse, herkes deli demekti; ben dahil. Farklılıklar sadece derecelerdeydi.
Bir an için, kendi zihnimden bir adım geri çekildim ve zihnime olduğu gibi, daha derin bir perspektiften baktım. O anda, düşünceden farkındalığa kısa bir geçiş yaptığımı hissettim. Hâlâ erkekler tuvaletindeydim ama tek başınıaydım ve aynada kendi yüzüme bakıyordum. Zihnimden ayrıldığım o anda, yüksek sesle güldüm. Delice görünebilirdi ama aslında aklın gülüşüydü; Buda'nınki gibi dolu dolu bir gülüş. "Hayat zihnimin sandığı kadar ciddi bir şey değil." Sanki kahkaha bana böyle diyor gibiydi. Ama bu sadece anlık bir olaydı ve unutmam uzun sürmedi. Sonraki üç yılı endişeler ve depresyonla geçirecek, kendimi sadece zihnimle tanımlayacaktım. Farkındalık dönmeden önce, neredeyse intihar etmek üzereydim ve bu kez anlık bir şey değildi. Takıntılı düşüncelerden ve kendi yarattığım sahte "ben"den kurtulmuştum.
Bu anlattığım olay, bana sadece farkındalığı göstermekle kalmadı, aynı zamanda da insan zihninin mutlak geçerliliğiyle ilgili ilk şüphe tohumlarım da ekti. Birkaç ay sonra, şüphelerimin artmasına neden olacak önemli bir olayla karşılaştım. Bir Pazartesi sabahı, fazlasıyla hayranlık duyduğum bir profesörün dersine geldik ve bize profesörün o hafta sonu kendisini vurarak intihar ettiği söylendi. Çok şaşırmıştım. Çok saygı duyulan bir eğitmendi ve bütün cevaplan biliyor gibi görünüyordu. Ama o zamanlar, düşünmenin bilincimizin sadece minicik bir parçası olduğunu veya kendi içimde bulmak bir yana, egonun bile ne olduğunu bilmiyordum.
Bu sayfada yer alan bilgilerle ilgili sorularınızı sorabilir, eleştiri ve önerilerde bulunabilirsiniz. Yeni bilgiler ekleyerek sayfanın gelişmesine katkıda bulunabilirsiniz.